Translate

18 Kasım 2016 Cuma

20.Yüzyılda Arap Milliyetçiliğini Besleyen Türk Aleyhtarlığı






Arabın Türke karşı tutum ve davranışları, 20.yüzyılda değişmiş değil, aksine pekişmiştir. Arap yazarları, bu konuda gerçek olmayan şeyleri, gerek kendi halklarına ve gerek Batı'ya "bilimsel görüş" kılığı altında günümüze değin sunmaya 
devam etmişlerdir.





20.Yüzyıl Başlarında Arapları Birleştiren Türk Düşmanlığı Unsuru


Geçmiş tarihleri boyunca Araplar kendi kendileriyle daima husumet halinde bulunan bir ulus olmuşlardır. Yaratılış itibariyle bencil ve bireyci oldukları için sürekli çekişmeler, boğuşmalar ve düşmanlıklar içerisinde yaşamışlardır. Fakat bütün bu düşmanlıklar içerisinde birleşir oldukları bazı hususlar vardır ki, bunlar arasında "İslam dininin Araplar için indirilmiş olduğu" inancı, "Arapçanın Tanrı dili oluşu" gibi ögeler yanında, Türk aleyhtarlığ öğesi yer almıştır. 20.yüzyılın başlarında bu düşmanlık oldukça güçlenmiş ve geliştirilmiştir. 1905 yılında Güneydoğu Anadolu ve Halep-Bağdat bölgelerinde yaşamış olan bir yabancı yazar, Arapları birleştiren Şeyin Türke karşı nefret olduğunu ve sırf bu nefret nedeniyle İslam birliği düşüncesinden uzak kalmak istediklerini ve sırf Türklerle aynı birlik içerisinde olmamak isteği nedeniyle "Panislamism" eğilimlerine karşı olduklarını ve hele başlarında Türkten bir halife görmekten tiksindiklerini anlatır. (1)



Kral Abdullah Araplar İçin, Türkün Felaket Getirici Irk Olduğu Tezine Sarılır


Arap milliyetçiliği davasının 20.yüzyılda belli başlı temsilcilerinden olan ve 1916 yılında Türke karşı Arap ayaklanmasında elebaşılık yapan Kral Abdullah, blindiği gibi, Mekke Şerifi Hüseyin'in oğludur. 1882 yılında Mekke'de doğmuş ve eğitiminin önemli kısmını İstanbul'da yapmıştır. Babası Hüseyin, Arap milliyetçiliğinin en ateşli taraftarlarındandı ve oğlunu da daha küçük yaşlardan itibaren kendisi gibi yetiştirmişti. Ne kadar ilginçtir ki, Arap milliyetçiliği duygularını Türk düşmanlığı duyguları içerisinde sürdürürken bile Abdülhamid'in sevgi ve iltifatlarına erişmişti ve bundan dolayıdır ki, Abdülhamid'e karşı çok büyük bir yakınlık ve hayranlık beslerdi.


Abdülhamid'in despot ve kötü ruhlu bir hükümdar olduğu biçimindeki görüşleri yadsır ve onu İslam dünyasının en değerli ve Müslüman yöneticilerin "...üstün yetenekte ve haysiyet duygusuna sahip son kalıntısı" sayardı. Ve işte tüm bu sahtelikler içerisinde Türke karşı düşmanlıklar sürdürürdü. Araptaki Türk nefreti duygularını kurcalarken Muhammed'in 1400 yıl önceleri yaptığı tanımlamalara ve kışkırtmalara yer verirdi. Babası Hüseyin'in yaptığı gibi, o da Türkü dinsiz ya da İslama yabancı ve az bağlı, benzeri nitelikler içerisinde gösterir ve böylece Arap indinde küçültmeye ve düşürmeye çalışırdı. 


Fakat daha başka yollarla da ve örneğin Türk hakkında Muhammed'in yerleştirdiği olumsuz hadislere itibare ederek, bunları daima canlı tutarak daha da etkili bir Türk düşmanlığı siyaseti sürdürürdü. Nitekim, Arapça ve İngilizce olarak yayımladığı anılarında Arap tarihinin geçmişini özetlerken ve bu arada, "...Arapların diğer düşmanları milliyetçi heveslere sahip ve Arap ırkından olmayan Müslümanlardır" derken, 1400 yıl önce Muhammed'in söylemiş olduğu; "Basık burunlu ve yüzleri yayvan, kalkanlara benzer Türklere karşı savaşmadan Araplar için kıyamet günü gelmiş olmayacaktır!" sözleri hatırlatır ve bu sözlerin Selçuk ve Osmanlı Türkleri bakımından bu şekilde değerlendirilmesi gereğinden söz ederdi.


Görülüyor ki, yüzyıllar öncesi Arap ordularının Orta Asya'ya yürümelerini ve Türklere karşı zaferler kazanmalarını diler nitelikteki idami emirler vaktiyle Arabi Türke karşı saldırıya yöneltmede nasıl iş gördüyse, bu aynı sözler 20.yüzyılda da aynı şekilde Arap liderlerinin ve şeyhlerinin ağzında Arabi Türke karşı ayaklandırmak, hem de yabancılarla birlik olup Türkü arkadan vurdurtmak bakımından aynı etkili işi görmüştür.


"Osmanlılık" Kavramını "Arapcılık" Şeklinde Anlayanlar


Osmanlılık davasına sarılan herkes, ister Arap olsun ister Türk, bilerek ya da bilmeyerek Araplılık duygularını güçlendirme ve Arap milliyetçiliği eğilimlerini geliştirme yolundaydı. Çünkü, hepsi için ortak olan hususlar vardır ki, Araplılık davasına yararlı olmaya yeterliydi. Bu hususları şöyle özetlemek mümkündür:


"Osmanlı devleti, bir şeriat devletidir, bir İslam devletidir. İslam, esas özü itibariyle her şeye üstündür, her şeyin en mükemmeli demektir. Hıristiyanlığa üstündür ve Batı İslamdan yararlanmak suretiyle gelişebilmiştir. Her bilim, her fen, he teknik İslamda vardır. Böyle olduğu içindir ki, İslamın özüne bağlı kaldığı ve onu bu şekilde uyguladığı sürece bir devlet, ister Arap devleti ister Türk devleti olsun, büyür, gelişir ve başarılara erişir. Fakat, İslamı ihmal ettiği, inkar ettiği, şeriattan uzaklaştığı an İslam devleti olmaktan çıkar ve çöker. O halde yapılacak şey, İslamın özüne sarılmaktır, ona dönmektir ve Batanın İslamdan kopya ederek başarıya ulaştığı kuruluşları aynen almaktır. Gerçek İslam uygarlığı engel değil, yatkındır, İslamın özünde bu uygarlık vardır."


İslamın en üstün bir kuruluş olduğu ve İslama dayalı şeriat devletinin ileri, uygar ve güçlü bir devlet olacağı düşüncesine saplanmayan yoktu. 19.yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde bu düşünceye inanmışlar çoktu. 1867 yılında Müslüm Rahmetullah al-Hindi adındaki bir Hintli Müslüman yazarın İzhâr el-Hak adıyla Arapça olarak yayımladığı kitap Türkçeye çevrilerek yayımlandığında, Osmanlı aydınları tarafından kapışılmıştı; işlediği tema buydu. Ahmed Faris al-Şıdyak adında birinin İstanbul'da 1860 yılında yayımladığı gazete, daha önceleri bu görüşleri savunurdu; aydın diye geçinen kim varsa bu tür görüşlere değer verirdi; İslamın özüne dönmek ve İslama aykırı davranmamak, büyük zaferlere, başarılara kavuşmak. 


Arapların ortaya attıkları ve geliştirdikleri bu düşünceler, ki kendi çıkarları bakımından kuşkusuz geçerli düşüncelerdi, Osmanlı toplumunun okumuşlarının da canı gönülden benimsedikleri düşünceler olmuştu. Zaten Osmanlı devletinin okumuşlar sınıfı, her şeyi Araplardan öğrenme hastalığındaydı. 19.yüzyılın başlarında Rifa'a Rafi al-Tahtavi'nin 1834'te yayımladığı bir kitapta bu yukarıda belirttiğimiz tez ele alınmıştı; bu kitap 1840 yılında Türkçeye çevrilmişti.


19.yüzyılın ikinci yarısında İslamın özüne dönme özlemi fevkalade güçlü bir akım olarak gelişti. Osmanlılık perdesi ve kisvesi altında geliştirildi. Afgan asıllı Cemaleddin afgani, bu düşüncenin en etkili yayıcılarından oldu. Muhammed Abdul'lar, Raşid Rıza'lar... vb. hep yukarıdaki düşünceyi geliştiren kişilerdir ve bizim zavallı okumuşlar sınıfımız işte onların bu zavallı düşünceleriyle beslenirdi. Ne hazindir ki, tüm bu saydığımız kişiler, İslamcılık perdesi altında ya Araplılık ya da Mısırlılık akımlarını alevlendiren kimselerdi. Osmanlılık davasına sarılmış ve Osmanlı devletini savunur görünerek Araplılık (ya da Mısırlılık) duygularını güçlendirmekle meşgul idiler.


Çünkü bunlar, yukarıdaki tezi Osmanlı devletine uygulamak suretiyle amaçlarına çıkış yolu bulmuşlardı. Osmanlı devleti, onların deyişine göre, İslama bağlı kaldığı sürece büyümüş, gelişmiş ve muazzam bir devlet olmuştu; İslamdan uzaklaştıkça da zayıflamış ve çökmüştür. O halde Osmanlı devletinin İslama dönüş yapması ve İslamı özüne en yakın biçimiyle uygulaması gerekirdi. Bunu söylerken bu yazarlar çok iyi bilmekteydiler ki, Osmanlı devletinin İslamı en koyu, en katıksız şekilde uygulaması halinde, bundan Araplık ve Araplılık davası kazançlı çıkacaktır. Çünkü İslam demek, onlara göre, Arabın kendi yaşamları, kendi gelenekleri, kendi bilinçliliği, kendi dilinin gelişmesi ve itibarı.. vb. demektir.


İşte Osmanlı devletine bağlılık gösteren Arap ve Mısırlı yazarların yarıaçık ve yarıkapalı biçimde yöneldikleri amaç bu olmuştur. Araplılığı yaşatmak, canlandırmak ve güçlendirmek için onların bu şekilde ortaya attıkları düşünceleri Türk yazar ve düşünürleri de paylaşır olmuşlardı. Osmanlılık pohpohlaması içerisinde Araplılık davasının savunucuları kesilmişlerdi, hem de Türkü hakir ve küçük görürcesine, Türkün çıkarlarını feda edercesine, Türkçe yerine Arapçayı, Türk tarihi yerine Arap tarihini, Türk gelenekleri yerine Arap geleneklerini yüceltircesine ve Türk toplumuna kabul ettirircesine. Aynı davranışın bugün dahi aynı kurnazlıklar ya da budalalıklarla sürdürmekte olduğunu görmekteyiz. Gerici gazetecilerin hemen hepsinde okunan şeyler hep Araplarla, Arap tarihi, Arap kahramanları ve gelenekleriyle ilgili şeylerdir.



Arap Milliyetçiliği ve Türkler - İlhan ARSEL
sayfa 181 ve 296
(1) Albert Kudsi-Zadch "A Diary on Mesopotamia in 1906"










10 Kasım 2016 Perşembe

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK







Atatürk'ün "gençliğe hitabe"sindeki tavrı "Bilge Kağan" tavrıdır ve Bilge Kağan'a özenmiştir. "Ey Türk Budunu" ile, "Ey Türk Gençliği" arasında hiçbir fark yoktur.

"Ne mutlu Türk'üm diyene" ifadesinde, "Bunca yerlere Türk adını, Türk şanını alıştırdım" politikası saklıdır. Atatürk'e göre, Türk istikbâlinin evlâdı, muhtaç olduğu kudreti, damarlarındaki "asil kan"da bulacaktır. "Bir Türk dünyaya bedeldir" ifadesinde de Bilge Kağan'ın "Türk beğleri, millet işitin! Üstte gök çökmedikçe altta yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti! Öykün (örnek al) ve kendine dön" ifadesi vardır...

Esasen Bilge Kağan'ın yazıtları da Atatürk'ün gençliğe hitabesi de Türk Milleti için siyasi vasiyettir. İki vasiyetin ortak özelliği "devletin, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü"dür.

Arslan Bulut - Atatürk'ün soyadı ve siyasi vasiyeti!
10 Kasım 2016 - Yeniçağ







ON KASIM GELDİĞİNDE YERLER GÖKLER ÜŞÜYOR
ÖYLE SOĞUK Kİ İZİNDE YEŞİL YAPRAK ÜŞÜYOR
HER GÜN KOCATEPE DEN YOLA ÇIKAR ATATÜRK
EN YÜCE MERTEBEDEN BİZE BAKAR ATATÜRK
HER YILIN ON KASIMI DEPREŞTİRİR YASIMI

KALEMLER ONU YAZAR ONU SÖYLER DİLİMİZ
OTUZ SEKİZE UZAR ISLANAN MENDİLİMİZ
BAYRAKLAR İNER İNER ÖPMEK İÇİN KABRİNİ
HİÇBİR KİMSE HİÇBİR EL DOLDURAMAZ YERİNİ
HER YILIN ON KASIMI DEPREŞTİRİR YASIMI

KIRAÇ













Prof. Naim Hazim Onat'ın torunu Günel Başer Atatürk'ün soyadı ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulundu;

"Naim bey, 2-8.dönem Konya mebusu olup, Ankara, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Arapça ve Farsça dersleri vermiş, Türk Dil Kurumu daimi üyesi ve Atatürk'ün Dil Sofralarının sürekli davetlilerinden bir zattır. 1953 yılında vefat etmiştir.Bu konunun ayrıntılarını rahmetli annem ve babamdan çeşitli vesilelerle dinlemiştim, evimizde böyle bir Dil Sofrasının orijinal fotoğrafı da bulunmaktadır fakat en ilginci, daha Atatürk Soyadı Kanunu, 24 Kasım1934 tarihinde çıkmadan önce Atatürk'ün kendi el yazısiyle dedeme hitaben yazdığı ve ona Onat soyadını verdiği yazısının altına 8 Kasım1934 tarihini düştüğü ve Kemal Atatürk olarak imzaladığı belgedir ki, evimizdeki en değerli bir anıdır. 

Öte yandan bu konuda, bir zamanların meşhur Hayat dergisinin 11 Kasım 1976 tarihli ve 46 sayılı nüshasının 4-5 sayfalarında yine Türk Dil Kurumu eski üyelerinden M. Ş. Ülkütaşır'ın kaleminden çıkmış olan ve " Atatürk'e bu soyadı nasıl verildi ve kim buldu " başlıklı ayrıntılı makalede konunun gelişimi tüm aşamalarıyla belirtilmiş ve Çankaya'daki bir toplantıda, sunulmuş olan çeşitli önerilerden sonra ve Atatürk'ün söz vermesi üzerine dedemin Atatürk soyadını ne şekilde önerdiği ve kabul gördüğü, Ülkütaşır'dan aynen nakledeceğim şu sözleriyle ifade edilmiştir ki, bu sözler benim de daha önce rahmetli annem ve babamdan duyduklarımla tamamen örtüşmektedir:

'Arkadaşlar biliyorsunuz, tarihimizde bir 'Atabey' sözü, ünvanı vardı. Anlamı da, yine biliyorsunuz; Bey'in, Emir'in, Şehzade'nin, hatta Hükümdar'ın ilimde, idarede, askerlikte mürebbisi, müşaviri, hocası demektir. Atabey, kullanılmış, tarihe geçmiş bir ünvan-ı resmidir... Bu ünvanı taşıyan bir çok Türk büyüğü vardır. Binaenaleyh biz de, Türk'e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazi'mize Atatürk diyelim, bu soyadını verelim. Bu bana, şivemize de daha munis, daha uygun gibi geliyor demiştir.Gazi, Naim Hazim hocanın açıklamasını daha yerinde bulmuş, hatta üstada teşekkür etmiş, böylece 'Atatürk' soyadı üzerinde ittifakla durulmuştur......'" (SABAH-17 Ocak 2011)






Yani, Atatürk’e soyadı verilmesinde eski Milli Eğitim Bakanı SAFFET ARIKAN ile NAİM HAZIM ONAT’ın önerileri söz konusudur. Öğretilenin aksine Agop Dilaçar değildir..... Cengiz Özakıncı'nın "Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı" kitabı için: link






MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
TEK BAŞKOMUTAN







BÜYÜK BAŞBUĞ ATATÜRK'ÜN İSTANBUL VE ANKARA'DAKİ CENAZE TÖRENİ FOTOĞRAFLARI
Fotoğraf albümünü 26 parça halinde... 











4 Kasım 2016 Cuma

Tarihten Ders Almak!





"Tarih şuuru milletleri diriltir"



Bin ilkiyüz doksandört hicri senesinde Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ile Rusya devleti arasında, daha doğrusu Ehl-i Tevhid ile Müsellesi ve Salibilerin mutaassıp bir kısmı arasında (*) büyük bir muharebe zuhur etti. Bu muharebe islamiyet alemi ve Osmanlı memalikince büyük büyük inkılaplara sebep olmuştur. Fakir de bu muharebenin Anadolu'ya ait kısmında ve harp hattının merkezi olan Kars ve Erzurum cihetlerinde kaza ve kaderin sevki ile, memuren bulunmuş idim.

Harbin günlük vukuatını zapt etmiş olanların, elbette mükemmel bir harp tarihi yazmış olacakları muhakkaktır. Fakat vazife icabı gördüğüm ve bildiğim bazı incelikler ve gizli hususlar vardır ki, onlar benimle kaimdir. Ben öldükten sonra din ve vatan kardeşlerime o malumat intikal edemiyerek yokolup gidecektir. Bu sebeple, hiç olmazsa umumi hali ifade edecek kadar olsun bir şey yazmayı uhdeme terettüp eden mühim vazifelerden addeyledim.


“Başımıza Gelenler”

Yazacağım şey, ekseriya harp vukuatını tasvir edeceği ve bir sergüzeştten ziyade bir harp tarihi şeklinde olacağından, ismine «Anadolu Tarih-i Harbi» de denilebilirdi. Fakat arada bazı şahsi ahvalimden dahi bahs edileceği gibi, hikaye olunacak vakaların büyük kısmını, kendi gördüklerim ve emin olarak işittiklerim teşkil edeceğinden, esere «Başımıza Gelenler»  adı verildi. Bu isim eserin mahiyetini daha iyi ifade edecektir. Muharebede bizzat bulunmuş olan ümera ve zabitan kardeşlerimizin, bazı eli kalem tutanları, harp vukuatını günü gününe yazarak, sevkülceyş bakımından bir harp tarihi neşr etmezler ise, ahlafı, harbin fenne ve askerliğe ait olan kısmından malumatsız bırakmış olacaklardır. Bu suretle vatandaşlık vazifesinde işledikleri büyük kusurun vebal ve günahının ağırlığını, kendilerinin hesap etmeleri lazım gelir.


Hilal- Salip çatışması

Devletler arası politik münasebet ve hasedleşmelerin zaruri neticesi olan anlaşmazlıklar bir tarafa, madem ki  »Vahdet» ile »Salip» çatışmaktadır, madem ki »Cami» ile »Kilise» vardır ve kıbleleri ayrıdır ... Mümkün değildir ki, bunların bağlıları anlaşarak, maksat ve emellerini birleştirip, müşterek bir menfaati müdafaa edebilsinler ...

Dünya, dünya olup durdukça ve her cemaat başlı başına siyasi bir hayata ve müstakil bir varlığa sahip bulundukça; her biri, diğerlerininkine zıt olan menfaatlerinin temini, veya mazarratlarının def'i için, ötekilere karşı elde silah, hücum ve müdataaya hazır olacaktır. Şu halde, bulunduğumuz asırda, uğradığımız siyasi musibet ve felaketlerin çok çeşitlilerine ahlafımızın dahi fazlasıyla duçar olacaklarında şüphe yoktur. Öyleyse, görüp geçirdiğimiz mihnet ve belaların derecesinden ve bunların sebeplerinden kendilerini haberdar ve agah eylemek boynumuza borçtur. Bu hususta susmak ise, günden güne ehemmiyet kazanan dünya ahvaline karşı, adeta affolunmaz bir hata veya hiyanet olur. Binaenaleyh karınca kaderince, milletime bir hizmette bulunmak için «Ma la yüdrekü küllehu la yütrekü külluh (“Tamamı yapılamayan şey, bu sebeple terk olunmaz. Elden ne geliyorsa, o kadarı yapılır” manasına)»  hikmetinden aldığım cesaretle, aczime rağmen, şu sahifeleri karalamaya başladım.


Tarih ilminin değeri

Akıl bu ya! Fakir, önceleri tarih ilmine hiç ehemmiyet vermezdim. «Bilinmezse ne olur, lüzumsuz ve faydasız, yalnız bir bilgiçlikten ibarettir» der de, adeta bilinmesiyle bilinmemesini müsavi tutardım. Böyle düşünmeye hakkım da vardı ya! Çünkü bizde tarihe dayanılarak hiç bir hakkın, umumi olsun hususi olsun, muhafaza olunduğunu, veyahut tarih ile yeniden bir hak kazanıldığını veya siyasi ve milli olarak bir intikam fikrinin beslenildiğini, yetiştiğim asır içinde görmemiştim.

Lakin son olarak geçirdiğim tecrübelerin yardımıyla aklım başıma geldi de, anladım ki, meğer iş öyle değilmiş ... Tarih o kadar mühim o kadar dikkate değer bir ilim imiş ki, tarih bilinmez ise, devlet gemisinin dümeni, istenilen semte doğru çevrilemez imiş. Tarih bilmezlik, siyasi olarak, devletçe büyük büyük noksan ve hataların vukuuna sebep olurmuş. Tarih, bir milletin bakıp bakıp da, varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için, bir ayna imiş. Hakikatı gösteren ve ahlafın nazarları önüne konan bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin ise, ümmetlerin mücadele yeri olan şu dünya pazarına, cemal ve kemallerine şükr ederek, yakışıklı bir kıyafet ile çıkmalarına yararmış.

Başkalarını ve eskileri bırakalım da, şu yakın zamanları ele alalım. Daha dört gün önce, Devlet-i Osmaniyye'nin emr ü fermanına mahkum olan ehemmiyetsiz bir Mora eyaletini «Yunan» şekline sokan, tarihtir. Sebebini her tarih yazdığından ve herkes bilebileceğinden burada anlatmaya lüzum yoktur ... Romalıları, Sırplıları, Karadağlıları, Bulgarları birer' müstakil hükümet şeklinde, «Balkan hükümetleri" namıyle dirilten yine tarihtir... Ermenilerin dili altında öte beri şeyler bulunduran, yani alemin nazarına kuvvetli bir siyasi varlık olarak çıkıp görünüvermek hevesini ve onlarda da zamanın modasına uygun milliyet aşkı ve kavmiyet sevdası uyandıran yine tarihtir... Tarih olmasaydı bin ikiyüz doksandört senesinde Rumeli kıtamız bir harp ü vega ateşgedesi kesilmezdi.

Elhasıl bizim kolumuzu kanadımızı kırıp hareketsiz bırakan bozgun silahı, hepimizin ve iş başındaki devlet adamlarımızın çoğunun, tarihten ibret almayışımızdır. Hasımlarımızın şanlarının yükselme sebebi ise, her ferdinin, milletinin tarihine ve kavminin sergüzeştine fazlasıyla vakıf olup inanmasıdır.


Tarih şuuru milletleri diriltir

Canım bu ne şaşırtıcı talim, bu ne dehşetli tesirdir ki, Garb'ın canlı kavim ve ümmetleri bir yana, içimizde bulunup da vatandaş saydığımız Rumlar yok mu, işte bu Rumlar, yıkılıp ortadan kalıkmış olan eski Yunan devleti ile, bozuk bir lisandan başka halen ahlaken, verasaten ve neseben hiç bir münasebetleri olmadığı halde, tarihin tesiriyle öyle müfrit kesilmişlerdir ki, Rumların ufacık bir diyakoz'u, Aristo ve Eflatun'un halka-i tedrisinde perverşiyab-ı kemal olmuş bir hünerver; ve günlük azığını tedarikten aciz, miskin bir Rum palikaryası ise Makedonyalı İskender'in torunu imiş gibi bir çalımla varlık gösterir de, canlı kanlı lbir asker oğlu asker kesilir.

Hatta fakir, gençliğin en parlak ve istidatlı zamanında kendi milli tarihimizden hiç bir şey görmemiş, dünyayı Konya'yı anlamamış iken, görüşüp konuştuğum bazı Ermeni hemşehrilerimizin ağzından, kendilerine mahsus şive ile, Dikran'ın hayatını, Mertad padişahın tarihini, Hayık'ın tercüme-i halini, Aramoğulları'nın eski şa'şaalı ikbal devirlerini işitir de, hayret içinde alık alık bakar idim. Bakın ki, bu millet eski tarihlerini araştırıp öğrenerek, nasıl istikbale yetişmenin hazırlığı içinde bulunuyor imiş.

Zannedersem bizde, kalb zaafı eseri olarak, zillet göstermek, şefkat dilenmek gibi pısırıklıklar, bir şahsın edep ve terbiyesinin delili sayılarak, adet hükmüne girmiştir. Birbirimize bakarak, iş erleri addettiğimiz zincirsiz arslanlara karşı küçüle küçüle, hazm-ı nefs ede ede, bir ·dereceye gelmişiz ki, tarihi değil hani neredeyse, hayat sebebimiz olan biçare nefs-i natıkayı bile hazm ile, buhara dönüp bütün bütün yok hükmüne gireceğiz.

Bu tedavisi güç hastalığın ilacı için çeşitli şeyler lazımsa da, bunların en mühimi tarihtir. Hemen iddia edebilirim ki, adamcasına yazılmış muhakemeli bir tarih; yalnız başına insanı canlandıracak, harika bir kudrete maliktir. Hakikaten öyle bir tarih, ölüleri mezardan çıkarır derlerse inanılsın. Lakin tarihteki yüce hisler ve ruh, aydınlık bir fikirle beraber olarak, akıllı bir mürşit ve mürebbi eliyle, gençlerin zihinlerine taşa nakş olunur gibi, yazılmalıdır. Din ilmi üstatlarına “Mürebbiy-ül ervah” denilirse, tarih muallimlerine de -kıssahanlara değil ama- “Ebul hamase” denilmelidir. Çünkü ruhların siyasi vücudu hamasetle kaimdir.


Mekteplerimizde okunan tarih

Bir milletin tıynet toprağına, muhakemeli bir tarih muallimi gayret ve hamiyet tohumunu saçar. İş adamı olmak üzere yetişecek olan evlad-ı ümmetin fikrini aydınlatarak, onları milletinin saadetini temin etme yoluna sevk eder. Ders esnasında vereceği müşahhas ve mantıki misallerle, talebelerini hayalperest olmaktan kurtarır. Halkın zihnine makul olana inanma melekesini yerleştirir. Yoksa bizde şimdiki halde mekteplerde okutulan tarihe, tarih dersi okunuyor demek abestir. Bunları dinleyenler birer yazıcı, anlatanlar ise masalcıdır.

Kıssahanların, Hamzaname ezbercilerinin, meclislerin süsü oldukları zamanlarda bile «Kıssadan maksat azizim hissedir» darbımeseli, halkın ağzında sadece söz olarak dönüp dolaşıyordu.

Ne uzağa gidiyoruz, Miladın 1870 senesinde Almanya ile Fransa arasında büyük bir harp olmuştu. Bu harpte Almanlar galip ve muzaffer olarak Paris'i zapta kadar yürümüşler ve bütün Fransa'nın çiğnenmesine karşılık, Alman birliği kurulmuştu. Bu meselenin gizli ve ince taraflarına vakıf olanların yazdıkları bazı eserlerde, Almanya'nın, gözler kamaştıran o şa'şaalı muzafferiyatine “Muallimlerin Zaferi” adı verilmiştir. Çünkü 1870 vak'asından evvelki bütün savaşlarda, Prusyalılar Fransızların kudret ve azametlerinin mağlubu idiler.

Fransızların devam edip giden hakaretlerine mukavemet etmek ve bu halin intikamını almak için çareler arayan sabırlı, ciddi ve birlik taraftarı Alman muallimleri, Bonapart gailesi ortadan kalktıktan sonra kurulan mekteplerde, vatan evlatlarının zihnine intikam fikrini ve birlik hevesini ektiler. Bunu, geçmiş vakaları misal vererek öyle sağlam bir şekilde akılIarına yerleştirdiler ki, çok geçmeksizin bütün Almanya mücessem bir fazilet haline girdi. İşte o kahramanca fazilet ile eski düşmanları olan Fransızların mağrur burunları kırıldı; kibirli bayrakları başaşağı edildi. Ne büyük muvaffakiyyet!


Harp facialarını unutmayalım

Amanın dostlar! Zaman, aman vermiyor; masalcılık ile iş bitmiyor. Asrın terakkileriınin, hayret verici yüz bin türlü eseri birden meydana attığı bir sırada ne icap ediyorsa himmet edip, makul hareket ve işlerle mukabele ve müdafaada bulunmak lazımdır. Çünkü şaka değil, hakikatin fasih beyanı, ya imtisal ya itidal, gülbankini çekiyor. Türkçesi: «Ya bu diyardan gitmeli, ya bu deveyi gütmeli!" nidasını ulülebabın kulağına her taraftan bağırıp duruyor.


Ve Nesimi'nin dediği gibi:
“Çalındı kıyametin nefiri
«Ey sağır işitmedin safiri» 
(Ey sağır! Kıyamet borusu çalındı; ama sen duymadın!)


Siyasi varlığımız daha elde iken, ahlaf·ı kiram, ümmetin ahlakına musallat olan fesadın izalesine, hasbeten lilllah, el birliğiyle çalışsınlar. Kahramanlık ruhunu ve milliyetin devam aşkını en hücra yerlerdeki köylerin mekteplerine bile sirayet ettirecek, gayet parlak fikirli muallimler arasınlar, yok ise icat eylesinler. Bize ve bizden evvelkilere ait olan tarihleri tetkik ederek, geçmiş vakaları iyice öğrensinler. Bilhassa muharebeden sonra Bulgaristan'daki kardeşlerimizin görüp geçirdikleri halleri ve zulümleri duçar oldukları ikinci bir Endülüs faciasını unutmasınlar (17). Bir üçüncüsüne düşülmemek için gerçekten uyanık bulunsunlar ... Ve yolunu bulurlarsa, 'bizim de intikamımızı alarak, ruhlarımızı şad ve handan eylesinler.


Ve billahit tevfik.
5 Muharrem-ül haram sene 1306 (11 Eylül 1888)

dipnot:
(*) Muvahhid ve müselles tabirlerini kullanışımız sebepsiz değildir. Çünkü Ruslar, hala Ayasofya'yı müslümanların elinde esir zannediyor ve onu Muhammedilerin kafirliğinin pisliğinden kurtarma aşkı ile Hazret-i Mesih'e yaklaşacakları inancında bulunuyorlar. Ayrıca, bu ana kadar papazlar tarafından Müslümanlar aleyhinde ağıza ve kaleme alınmaz iftira ve yalanlarla halkın zihninin doldurulduğunu, bunun ise Rusya devletinin politikasına uygun düştüğünü iyice hesap etmekteyiz. Yoksa böyle yazmamız, soğuk ve yersiz bir taassup yüzünden değildir. 
(17) Bulgaristan'daki müslümanların başına gelenler “Zağra Müftüsünün Hatıraları” adlı kitapta anlatılmaktadır.


*


Anlatmak istediğim Rusya muharebesinden iki yıl önceydi. O vakit «İttifak-ı Müselles» denilen ve Almanya, Avusturya ve Rusya'nın ittifakı ile meydana gelen birliğin himayesinde olarak bir «Panislavizm, dolabı çevrilmek istenmişti.


Bosna - Hersek, Karadağ, Sırp ve Bulgar isyanları

Bu cereyanın tesiriyle Hersek tarafında Nevesin adındki kazada gayri-müslim ahali ayaklandı (13 Nisan 1875). Osmanlı hükümeti ve mültezimlerinin zalim idaresine tahammül edemediklerini bahane olarak öne süren isyancılar, aslında asıl halk değildi. Bunlar, Rusya devletinin taarruz ve tecavüzüne öncülük eden, meşhur asi Karadağ haydutları idiler. Mahalli hükümete karşı bir ayaklanma ile tutuşturulan bu ihtilal ateşi, ancak iki buçuk üç sene sonra, mahut Ayastafanos muahedesiyle sönebildi. Devlet-i Aliyye, Bosna ve Hersek ihtilallerini bastırmak için ordular hazırlayıp sevk eder ve eşkıya muharebeleri ile uğraşırken, Karadağ emareti resmen ilan-ı harp ederek hududu geçti. Buna karşı askeri tedbirler alınmaya çalışılırken, Sırbistaın emaret-i mümtazesi de hududu aşarak, itaatten çıktı ve irtibatı kesti. Ona karşı da orıdular, fırkalar sevk olundu, redifler silah altına alındı.

Çok geçmeden Bulgarlar da ayaklandı. Çobanlık ve ziraatçilikten başka bir şeyle, bilhassa savaş ve hamasete dair herhangi bir şeyle meşgul ve alakadar olduğunu evvelden beri bilmediğimiz bu millet de “Panislavizm” denen husumet kaynağından verilen kumandanın tesiriyle ve muhtelif yerlerde, meşru hükümetine karşı isyan ediverdi. Bunların da tedip ve tenkilleri için gerekli askeri kuvvetler gönderildi. Elhasıl Devlet-i Aliyye'nin Rumeli kıtası, hemen tamamen denecek kadar harp ateşi içinde kaldı. Bütün asilerin, Allah'ın yardımıyla, işleri bitirildiği sırada, Rusya devleti, yüzünden maskesini atarak düşmanlığını gösterdi. Harp ilan ederek, Devlet-i Aliyye'ye karşı bizzat meydana çıktı. İşte o zaman Müslümanların felaketi de katmerleşti.

Karadağ nasıl isyan etti, harpte ne gibi vukuat geçti, askerimiz nasıl galip ve ne sebeple mağlup oldu; Sırp cephesinde neler görüldü, ordularımızın taarruzunda hissedilen yavaşlığın sebepleri ne idi; Bulgarla hangi vesilelerle, nerelerde, nasıl savaşıldı? ... Bu hususların, yazılmasını o havalide cereyan eden vakaların içinde bulunmuş, işi gözü ile görmüş veya hakikatleri vesikalarla öğrenmiş olanlara bırakıyorum. Fakir, yalnız Anadolu cihetinin ahvalini hikaye edeceğim. Anlatacaklarımın çoğu gözümle gördüğüm veya vazife icabı elimle yazdığım şeylerdir. Fakat asıl mevzua girmeden evvel, şuracıkta biraz durarak, işin politik tarafını da bilebildiğim kadarıyla kısaca hülasa etmek isterim ki, gelecek nesillerde bir ibret ve dikkat fikri uyansın.


Avrupalılar her işimize karışıyorlar

Osmanlı ülkesinde yaşayan hristiyanların “Gerek hükümetin idare tarzı sebebiyle, gerekse Türk, Kürt ve Çerkeslerin kaba ve mağrur tabiatlerinin neticesi olarak, hakim ve mahkum millet ayrılığına düşüp, bunun iki tarafın anlaşmasını önlediği ve neticede hakim milletin zulmüne karşı himaye edilmeleri” bahsi Avrupalılarca eskiden beri ileri sürülüp dururdu. Fakat bu hususun devletlerin müdahalesine sebep olacak şekle girivermesi 1856 yılında oldu. Meşhur Kırım muharebesinden sonra, bu senenin içinde akd olunan Paris muahedesine "Hristiyanların haklarının korunması gerektiği” maddesi konmuştu.

Gerçi biz de, etrafımızdaki Avrupalı komşularımızın makul olan idare tarz ve usullerine uymayan 'bütün idari hal ve hareketlerimizin tanzim ve ıslaha muhtac olduğunu itiraf ederiz. Biliriz ki, komşuların idare ahengine işlerimizi uyduramadığımızdan dolayı bu işlerin hakikatine vakıf olanların nazarında, pek falso düşmekteyiz. Yine biliriz iki, cihandaki her işin faili olan Genab-ı Hak tarafından, umumi ahenge uymayan bir idare telinin, kulağının çekilip çevrilerek herkese uydurulması umumi bir tabiat kanunudur. Ama gerçek, yani Avrupalıların asıl maksadı böyle samimi değildir:


“Batıl hemişe batıl ü beyhudedir, veli
Müşkil budur ki suret-i haktan zuhur ede.” 
[Batıl daima batıl ve faydasızdır. Ama güç olan, (İşin kötüsü), hakikat şeklinde ortaya çıkmasıdır.]


Hak sözü gereğince onlar her ne kadar iç yüzlerini saklamaya çalışsalar da, bizler iyice bilmeliyiz ki, maksatları, idaremizin düzelmesi ve siyasi varlığımızın sağlamlaşması değil, devletin nüfuz ve şevketinin kırılması, ve enkazından istifade etmek için de varlığının temelini teşkil eden esasların tahrip edilmesidir. İş bu noktaya gelince ise bizim için, «İki el bir baş içindir» diyerek çalışmaktan başka çare kalmaz.


Bizi paylaşmada anlaşamadılar

Lakin «Bağla ve tevekkül et» düsturu gereğince önce deveyi iyice bağlamalı sonra da Allah'a dayanarak hukukumuzu korumaya çalışmalıyız. Yani, evvela müdafaa kuvvetimizi tamamlamalı, bundan sonra «Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var» sözünü Allah'ın izni ile serbestçe söylemeliyiz. Çünkü «Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık» şeklindeki Kur'an kelamı hükmünce, devletler arasındaki rekabetin, siyasi mevcudiyetimizin şimdiye kadar devam etmesine sebep olduğunu inkar etmeyelim.


Şunu da bilelim ki:

Her devlet, gerektiğinde kendi başına ve kolaycacık hazm edebilmesi için, Devlet-i Aliyye'nin kuvvet ve kudret kazanmasını istemez. Bunlar devlet ağacımızın kurutulmasını, felaketlerle dal ve budağının kırılıp kopmasını arzu ederler. Fakat asıl gövdenin, kendisinden başkasının baltasıyla devrilmesine razı olamazlar. Devletlerin herbirinin, daima böyle bir maksatla hareket eder bulunmaları, Devlet-i Aliyye idarecilerine korunma ve ilerleme yolunda faydalı olmuştur. Bu sayede umumi hayat gücümüz, herşeyin arasından sıyrılarak meydana çıkabilir, bunun için gerekli vasıtalar hazırlanabilirdi. Fakat:


Müskili nist ki asan neseved
Merd bayed ki hirasan neşeved» 
[«Kolaylaşmıyacak zorluk yoktur. Ama cesur ve ehil adam olursa ... »]


Hatta, ne yazık ki girilecek ve ilerde anlatılacak olan Rusya muharebesinde bile. iş «Ne yapalım, iki el bir baş içindir» denilecek dereceyi bulmamıştı.

Ummadıkları oldu: Harbi biz kazandık. Ama ...

Her ne ise «Akacak kan damarda durmaz, darbımeselini teselli makamında yad ederek, sadede dönelim. … 




Mehmet ARİF
BAŞIMIZA GELENLER, cilt 1 (3 cilt)/PDF
Neşre Hazırlayan: M. ERTUGRUL DÜZDAĞ

Mehmed Arif Bey'in iki eseri vardır ve ikisi de vefatından (1897) sonra oğulları Celaleddin Arif ve Dr.Necmeddin Arif Beyler tarafından yayınlanmıştır (1903). Bunlar: «Binbir Hadis, ve «Başımıza Gelenler» adlarını taşırlar. Bu baskı bizim hazırladığımız kitap 1001 Temel'de (Tercüman) sıra beklerken, satılıp bitmiş olan üçüncü baskının -aynı hatalarla- tekrarıdır. Yalnız sonuna, 1973 baskısına alınmayan bir kısım konmuştur. Tenkit kısmında bu baskıdan da bahsedilecektir.

MEHMED ÂRİF BEY (1845-1897) Türk hukukçusu ve yazar: 
29 Mart 1845’te Erzurum’da doğdu. Karacehennem İbrâhim Paşa’nın yeğeni Asâkir-i Nizâmiyye-i Şâhâne topçu miralaylarından Hacı Ömer Bey’in oğludur. Tahsilini Erzurum’da tamamladı. Arapça, Farsça, coğrafya ve hesap okudu. Ağustos 1861’de Dördüncü Ordu Meclisi Tahrirat Odası’na mülâzim oldu. Bir yıl sonra ordu merkezi Erzincan’a nakledilince Erzurum eyaleti tahrirat odasına geçti. 14 Aralık 1865’te Erzurum vilâyeti meclis-i temyîz-i hukuk başkitâbetine tayin edildiyse de meclisin lağvı üzerine 13 Mart 1867’de yeni oluşturulan meclis-i deâvî başkitâbetine ve ertesi yıl meclis sorgu hâkimliğine getirildi. 9 Eylül 1869 tarihinde dîvân-ı temyîz-i vilâyet başkitâbetine tayin edildi. Yaklaşan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı için hazırlık yapılırken mahkeme reisi Nâfiz Paşa ile birlikte biri medreselerdeki öğrencilerden oluşan gönüllü iki tabur askerin teşkil edilmesine yardımcı oldu ve Milliye Taburu’nda sağ kol ağası olarak bilfiil görev aldı. Anadolu ordusu başkumandanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Erzurum’a gelmesi ve Ârif Bey’e kendisinin mühimme başkâtipliğini teklif etmesi üzerine 13 Nisan 1877’de temyiz başkâtipliği uhdesinde kalmak üzere bu göreve getirildi. Savaş esnasında ve daha sonra Çekmece ve Çatalca’daki ordu merkezinde paşanın hizmetinde bulundu.

Savaşın ardından 30 Nisan 1878 tarihinde dîvân-ı temyîz-i vilâyet başkitâbetinden İstanbul Temyiz Mahkemesi Hukuk Dairesi zabıt kâtipliğine geçti. Ancak Girit’te ihtilâl patlak verince yine Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın maiyetinde oluşan heyetin yazı işleri başkâtipliğine getirildi. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında Preveze’de başlayan sınır görüşmeleri için kurulan tashîh-i hudûd komisyonuna birinci delege tayin edilen Ahmed Muhtar Paşa’nın yanında hizmete devam etti. Görüşmeler sona erince eski vazifesi olan zabıt kâtipliğine döndü. Ancak aradan bir ay bile geçmeden 13 Mayıs 1879’da iki görevi birden ifa etmek üzere başkâtiplik ilâvesiyle adliye encümeni mümeyyizliğine getirildi. 13 Haziran 1880’de İstanbul Bidâyet Mahkemesi savcılığına, 14 Mayıs 1881’de aynı mahkemenin birinci hukuk dairesi üyeliğine tayin edildi.

24 Eylül 1883 tarihinde İstanbul İstînaf Mahkemesi üyeliğine getirildi, bir ay sonra da Kastamonu vilâyeti adliye müfettişliğine gönderildi. 22 Aralık 1885’te müfettişlik uhdesinde olduğu halde, Mısır fevkalâde komiserliğine tayin edilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın birinci kâtipliğiyle Mısır’a yollandı. 1893’te Avrupa’ya giden Ârif Bey, 1896’da Mısır’daki görevi esnasında hastalanarak tedavi görmek üzere İstanbul’a döndü, 14 Temmuz 1897’de İstanbul Heybeliada’da mide kanserinden öldü. Mezarı İstanbul’da Merkez Efendi Dergâhı hazîresindedir.

Başımıza Gelenler. Mehmed Ârif Bey’in Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın maiyetinde bulunduğu sırada 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Anadolu’da cereyan eden kısmının bütün safhalarını ve askerin durumunu anlattığı eser oğulları tarafından 1321’de (1903) Mısır’da ve 1328’de (1910) İstanbul’da yayımlanmış, ayrıca sadeleştirilerek 1972 ve 1976’da yine İstanbul’da basılmıştır. Yer yer merkezden gelen emirlerle ordugâhtan merkeze gönderilen yazıların da kaydedildiği eser bu yönüyle de önem taşımakta, kitabın sonunda ayrıca müellifin Mısır’daki görevine ait hâtıraları yer almaktadır.

Oğlu Celâleddin Arif Bey (1875 - 1930): Siyaset ve devlet adamı. 1875 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Hukuk Mektebi profesörü olan Celâleddin Bey, 1919 yılında Erzurum milletvekili olarak Meclisi Mebusan'a girdi. TBMM'ne katılan ilk üyelerdendi. Meclis başkanvekilliğine seçildi. 1920 yılında İcra Vekilleri Heyeti'ne ve Adliye vekilliğine seçildi. 1921'de istifa ettikten sonra Roma büyükelçiliğine atandı. 1909 yılında Hukuku Esasiye adlı 2 ciltlik kitabı yayımlandı. 1930'de Paris'te öldü.  Diğer oğlu Doktor Necmeddin Arif Bey hakkında kayda değer bir bilgi yok.










Size bir tavsiyem var. Sakın ha, ideolojik gözlüklerle bakmadan bu çağrıma kulak verin.

93 Harbi denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşını Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın yanında izleyerek, olayları belgelere dayalı anlatan Mehmet Arif’in “Başımıza Gelenler” kitabını mutlaka okuyun ve nereye doğru gittiğimizi net olarak görün. Siz okuyun. Ben de kitaptan net olarak çıkan birkaç dersi size yazayım.

1. Tarih bilmeyen devlet adamlarıyla sakın ha savaşa girmeyin: sonu bir millet için felaket olur.

2. Liyakatli insanlar yerine adam kayırma yoluyla makam verilen yöneticiler hesabını iyi yapamaz, milleti uçurumdan atabilir.

3. Devlet yöneticilerinin işin uzmanına danışma yerine kendi yağdanlıklarına danışması gerçekleri görmeyi engeller. Hatalı kararlar verilir, her hatalı karar milletin etinden bir parçanın koparılmasıdır.

4. Yöneticilerin zamanında almadığı her tedbir büyük felaketleri peşinden getirir.

5. Düşmanlarını azalt. Herkesi düşman olarak görürsen hepsinle başa çıkamazsın. Soyunu tüketirsin.

6. Yöneticiler elini taşın altına koymaz ise, aileleri de savaştan bedhah olmayacak ise kolayca savaşa karar verirler, Anadolu yiğitlerini tarumar ederler.

7. Hayalperest yöneticiler, kendi kanları yerine Anadolu yiğitlerinin kanıyla yol kat edecek ise, felaketi değil, hayal ettiklerini görür.

Siz bu derslerin başına 93 Harbi değil de, 2016 Harbi koyarsanız, her şeyin tastamam yerine oturduğunu göreceksiniz.

Sedat Onar,
15 Şubat 2016


*



Keşke Türk çocuğuna okullarda abuk sabuk dersler yerine tarihimizin şan ve şerefle dolu sayfaları kadar ibret alınacak yönleri ders olarak okutulsa… Nafile… Bırakın çocuklarımızı koskoca devlet adamları okumuyor ve ilgilenmiyor.

Ondan sonra da mülteci kampına geleli üç yıl olmuş Suriyeli kadın ikinci çocuğunu doğururken bizim çocuklarımız ateşe atılıyor…

Sınırları mayından temizliyorum diyerek arap teröristlerin geçişini kolaylaştırıp ardından üç metrelik duvar dikeceğiz diye milletin parasını heder ediyoruz.

Dün Osmanlı Rus Savaşında Doğu Cephesi komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın yanında olayları yazan Mehmet Arif’in çıkardığı dersleri nakletmiştim.

Bu sefer, Balkan Faciasına tanık olan Mahmut Muhtar Paşa’dan kısa bir ders yazacağım. Şöyle diyor Mahmut Muhtar Paşa Ruzname-i Harp adlı eserinde:

“Baskının kalkışı ile anında bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. Gazetelerde hakaret etmedik devlet bırakmadık. İkide bir kesin bir sayıymış gibi, var olmayan otuz milyonluk Osmanlıyla övündük. Ne yazık ki üç yüzyıldan beri çeşitli bozgun, acınacak durum ve eğitimsizlik aynası olan tarih sayfalarımıza bakmayarak, sürekli altı yüz yıllık şan ve şereften söz edip, yüksekten uçarak kendimizi aldatmaktan bir an bile geri kalmadık. Bilimden, sanayiden, ticaretten yoksun, yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan ve çeşitli unsurlardan oluşmuş ve millet bilincini oluşturan dayanaklardan yoksun, siyasal yaşamını sürdürmesi ancak diğer devletlerin birbirleriyle dalaşmalarına dayalı, toprakları büyük, ancak gücü küçük bir devletçikten başka bir şey olmadığımızı anlamak istemedik.”

Bundan da ders çıkarmayan yandaşlar da Hüseyin Raci Efendi'nin “Zağra Müftüsünün Hatıraları”nı okusun. Bir milletin inim inim inletilmesi, gururunun kırılması ve katledilmesi neymiş görsün. Türk adı geçince elektriğe tutulmuş gibi götü başı seğirenlere lafım yok, onlar bildiği gibi yapsın, ama bize dokunmasın.


Sedat Onar, 
16 Şubat 2016





*

Tüm savaşlar aldatmacalara ve şaşırtmaya dayanır.

Bir komutan yapacağı üç hata ile ordusunun başına felaket getirebilir. Bunlardan biri; 
"Ordudaki koşulları düşünmeksizin orduyu krallığını yönetir gibi yönetmeye kalkması. Bu askerin zihninde huzursuzluk yaratır."

SUN-TZU "SAVAŞ SANATI"














1 Kasım 2016 Salı

Kıbrıs'da neler oluyor?






Almanya’nın garantörü AB dışında bir ülke

Kıbrıslı Rumlar 21 Aralık 1963 tarihinde adanın tümünü ele geçirmek ve Kıbrıslı Türkleri aynen Girit’te yaptıkları gibi adadan sürmek ve yok etmek için saldırılara başladıkları vakit kendilerini aslan, Kıbrıslı Türkleri de bir lokmada yutulacak tavuk gibi görüyorlardı dört misli nüfusa ve devlet olanaklarına sahip oldukları için.


Makarios kendini muzaffer bir komutan ve bölgenin en güçlü lideri, Türkiye’yi ve Batı dünyasını da dikkate alınmayacak kuruluşlar olarak addediyordu. Türkiye’nin adada soykırım altında kırılan Kıbrıslı Türkleri bu mezalimden kurtarmak için harekete geçemeyeceğinden, BM’de politik üç beş protesto yaptıktan sonra yerine oturacağından adı gibi emindi. Bu nedenle de 1960 Anayasasında var olan EK 1, Garantiler ve İttifak Anlaşması onun için çok önemli değildi. Nasıl olsa güçlü olan kendisi, zayıf olan da Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’ydi. Her zaman güçlü olanın kuralları geçerliydi ve güçlü olan neyi isterse onu yapmakta serbestti.


Makarios’un, Rum siyasilerin, RMMO komutanı ve subayları ile Kıbrıs Rum halkının görüşleri aynen bu şekildeydi 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’ın adayı ilhak etmek için Kıbrıs’ta yaptığı darbeye kadar. Darbe ve darbe sonrası 20 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleşen “Mutlu Barış Harekatı” Kıbrıslı Rum siyasilerin ve Kıbrıs Rum halkının bu inanışını kökünden yıktı ve değiştirdi.


Bizden dört misli fazla nüfusa sahip oldukları için kendilerinin yenilmez ve karşı konulamaz bir ordu olduklarını zannederek BM Barış Gücü’nün ada bulunmasına rağmen, her istedikleri vakit Kıbrıslı Türklerin gözünü korkutmak, sindirmek ve öldürmek amaçlı zayıf ve korumasız Kıbrıslı Türklere saldırmayı bir marifet sayan ve ele geçirdikleri köylerde ellerinde Türk Bayrakları ile gösteriler yapan Rum Milli Muhafız Ordusunun, Türk Ordusu karşısında nasıl ayakları kıçlarına vura vura kaçtıklarının gözleri ile gören canlı bir göz şahidiyim ben.


1974 Mutlu Barış Harekatı ile kendilerinden daha güçlü orduların olduğunu ve Türkiye’nin de gerek gördüğü anda uluslararası haklarını kullanarak adaya müdahale edebileceğini gören ve yaşayan Kıbrıslı Rumlar, o gün bu gündür Türkiye’nin Garantörlüğünü ve garanti Anlaşmasını dillerine dolamaya başladılar. Biliyorlar ki Rum Milli Muhafız Ordusu asla Türk Ordusunun karşısında duramaz ve tutunamaz. Bu nedenle de Türk ordusu adadan gitmediği müddetçe de adanın tümüne hakim olmaları sadece pembe bir düştür ve pembe bir düş olarak kalmaya da mahkumdur.


Makarios’un 1977’de ölümünden sonra başa geçen Kyprianu’dan başlamak üzere başa geçen her Rum Başkanın Kıbrıs Rum halkına verdiği ilk söz, Türkiye’nin garantörlüğünün ve garanti sisteminin kaldırılması, Türk askerinin adadan tümüyle gitmesi ve Türkiye’den gelen kardeşlerimizin tümü ile geri gönderileceği yönünde çalışmak oldu.


Anastasiadis’in, hepimizi enayi yerine koyarak öne sürdüğü gerekçe “Bir AB devletinin garantörünün AB dışından olamayacağı, bu nedenle de Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması, Türk askerinin de geri gitmesi” şekline dönüştü. Bu söylemini de her platforma dile getiriyor artık, özellikle de müzakerelerin devam ettiği bu süreçte.


Anastasiadis bu işe şimdi AB’yi de bulaştırdı ve Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini de Kıbrıs’a yaptığı ziyarette “Kıbrıs için en iyi garantinin AB olduğunu” dile getirdi. Anastasiadis niye acaba bize AB’nin kurucusu ve lokomotifi olan Almanya’nın garantörünün AB dışındaki bir devlet olan ABD olduğundan hiç bahsetmiyor, gerçekten de çok merak ediyorum.



Bu konuda ABD Başkanı Barak Obama’nın resmi bir açıklaması var. -  (the WHITE HOUSEPRESIDENT BARACK OBAMA, The White House, Office of the Press Secretary, For Immediate Release June 07, 2011 - Fact Sheet: U.S.-Germany Security Cooperation
https://www.whitehouse.gov/the-press-office/2011/06/07/fact-sheet-us-germany-security-cooperation) - sayfasındaki bu açıklama ABD ile Almanya arasında Güvenlik anlaşması olduğunu ve Almanya’da 51,000 kişilik bir ABD ordusu bulunduğunu ortaya koymakta.


ABD’nin Almanya’nın garantörü olduğu konusu Detlef Junker’in derlediği, “The United States and Germany in the Era of the Cold War, 1945-1990”, A HANDBOOK Volume 1: 1945-1968, University of Heidelberg, GERMAN HISTORICAL INSTITUTE, Washington, D.C. and Cambridge UNIVERSITY PRESS adlı kitabın 7. Sayfasında da yer alıyor.


AB dışındaki bir ülkenin AB’nin temel direği olan Almanya’da USEUCOM, USAFRICOM, USAREUR, USAFE adlı askeri merkezleri (military Headquarters) ve ordusu olacak ama KKTC’de Türk askeri olmayacak diyor Kıbrıslı Rumlar. Üstüne de bu tutarsızlığı, bu saçmalığı utanmadan, sıkılmadan ortaya atıp savunuyorlar… Pes doğrusu.


Prof.Dr.Ata ATUN
31 Ekim 2016





Kıbrıs Milli Kurtuluş Mücadelesi’nin Kuvay-i Milliye’si olan TMT



Kıbrıs Milli Kurtuluş Mücadelesi’nin Kuvay-i Milliye’si olan TMT önceden örgütlenmemiş olarak var olmasaydı; bugün Kuzey Kıbrıs’ta bağımsızlık bayrağı altında 40 yıldır yaşamakta olan bir Türk Devleti var olacak mıydı?

Bilindiği gibi Rumların, ortak devletin Türk kanadına darbesi ve soykırımına girişmesi üzerine; Türkiye Başbakanı İsmet İNÖNÜ Kıbrıs’a askeri müdahele kararı almış ve askerleri gemilere bindirmiştir. Bu durum karşısında ABD Başkanı JOHNSON; İsmet İNÖNÜ’ye gönderdiği sert bir mektupla harekâtın durdurulmasını istemiştir. Aksi takdirde Akdeniz’deki Amerikan savaş gemileriyle önleneceği tehdidinde bulunmuştur. Bu yüzden İsmet Paşa çok kızmış ve harekâtı durdurmuk zorunda kalmıştır. Böyle bir durumda; Türk askerinin günü geldiğinde Kıbrıs’a çıkacağının bilincinde olan TMT MÜCAHİTLERİ yılgınlık göstermemişlerdir.

İşte o tarihi, efsanevi ve muzcize güç TMT’nin kahraman mücahitleri öyle bir RUH’a sahiptiler ki; halkını kurtarmanın yanı sıra bir Türk Yavruvatan’ının doğmasını sağladılar.

Neydi Milli TMT Ruhu? Türkiye’den Kıbrıs’a gönderilen uzman Türk subayları, Kıbrıs Türk toplumu liderleri ve bazı aydın kişilerin tavsiyeleriyle teşkilata yemin ettirilerek alınan Kıbrıslı Türk mücahitleri; komutanları olan o subaylar tarafından öyle bir sıkı disiplin ve gizlilik içinde eğitilmiş ve yetiştirilmişlerdi ki;kendilerinde mevcut olan Milli duygu, vatanseverlik, cesaret, azim ve kararlılıkla birleşince onları zafere götüren MİLLİ bir TMT RUHU oluşmuştur.

Şimdi Kıbrıs hükümetinin değerli devlet adamlarına bir öneride bulunmak istiyorum. Gerçekleştirilmesini temenni ettiğim önerimin içeriği şudur: Kuzey Kıbrıs’ta Türk toplumunda var olan; sonra da gelecekte katılacak olan genç kuşakların TMT’nin Milli Mücadelelerindeki yeri ve fonksiyonunun her yönüyle iyice anlatılması, TMT Mücahitlerinin sahip oldukları o tarihi “Milli TMT Ruhu” ile beyinlerinin yıkanmasıdır.

Hatırladığıma göre Kıbrıs’ta geçmişte bir gün bir üniversitede gerçekleştirilen sempozyumda Kıbrıs Türk gençliği konusu tartışılırken; bir Kuzey Kıbrıs Devlet büyüğü bu konuda gençlerin ihmal edilmiş olduğunu itiraf ederek acı acı yakınmıştı.

1974 yılında Türkler binbir türlü engelleri aşarak Kıbrıs sorununu, Milli politikaların hedefi istikametinde gerçekleştirerek Kıbrıs sorununu çözümlediler. Düşmanlar bu defa da hazırladıkları hain ve sinsi davranışla kurulmuş bulunan bağımsız Kıbrıs Devleti yapan Milli ve kutsal kavramlardan mahrum etme yolunu seçtiler. Bu arada Türkiye’nin müttefiki olan o ikiyüzlü dostları, bir yandan da yerli işbirlikçileri yeni kuşak gençlerin gönderdikleri ajanlar tarafından beyinlerinin Avrupa Birliği sevdası ile yıkanmasıyla uğraştılar.

Örneğin; Kıbrıs sorunun çözümü için BM Genel Sekreteri Kofi ANNAN’ın hazırladığı planın referandumundan önceki dönemde AB Ajanları yoğun bir çabaya girmişlerdir. Bir yandan yeni kuşak Türk gençlerinin beyinlerini sapık ideolojilerle ve de özellikle de Avrupa Birliği’nin güzellikleriyle yıkamaya çalışırken;öte yandan T.C. ve KKTC Hükümetleri de izledikleri AB’ye katılım politikaları gereği olarak; Türk toplumunun ANNAN Planı’na “EVET” oyu verilmesi yolunda seferber olmuşlardır. Fakat; Türk tarafının %65 “EVET” oyuna karşılık Rum tarafından %75 “HAYIR” oyu kullanılması bütün tarafları hayal kırıklığına uğratmıştır. Ne hazindir ki; o dönemde vatansever Türklerin Milli duygularını ve onurlarını inciten öyle olaylar olmuştur ki, utanç duymamak mümkün değildir.

Örneğin; İŞGALCİ Türk Askeri Kıbrıs’tan çekilsin, Türkiye’den gelen göçmenler ülkelerine iade edilsin, küstahlıklarında bulunulmuştur. Bu arada; TMT’yi aşağılamak için türlü kötüleme de bulunup, suçlamışlardır. Hükümetlerimizin 40 yıldır izledikleri dışa bağımlı politikalara rağmen bütün yavruvatan sahip olduğu bütün Milli Devlet kavramlarını yitirmeden dimdik ayaktadır. Halen onun atmosferini kaplayan kara bulutların dağıtılarak parlak geleceğe kavuşulacağına inancımız tamdır.

Ancak hali hazırdaki durumda gelecekteki kötü ihtimallere karşı hazırlıklı olunabilmesi için bir önerim var: Yediden yetmişe bütün Kıbrıs, Türk halkı; genç bir vücut, bir yumruk gibi birleşmiş olarak o muhtemel tehlikeye karşı hazır bulundurulmalıdır. 


AKILLARI AB SEVDASIYLA BULANDIRILAN KIBRIS TÜRK GENÇLERİNİN BEYİNLERİ, EFSANEVİ MİLLİ TMT RUHU İLE YIKANMALIDIR.

İsmail TANSU / Emekli Albay
Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi Yayını
Kıbrıs Mektubu-Cilt 26, No:6, Kasım - Aralık 2013



*


“Dünkü anlaşmalara attıkları imzalarını bugün inkar eden kimselerin gelecekteki vaadleri yerine getireceklerine itimat edilmez.” - 1963

“Rum liderliğinin arkasında EOKA’yı yaratan ve hala yaşatmakta olan eli kanlı Rum Ortodoks Kilisesi vardır. Bu kilisenin ezeli ve ebedi siyaseti, Kıbrıs’ı Yunanlılaştırmak, Yunanistan’a ilhak etmektir. Bu siyasette Türk’ün yeri, erimeye mahkum azınlıklara
tahsis edilen yerdir. Tanrı bize Kıbrıs’ta, Eoka’nın ve Eoka’yı yaratan Kilisenin hakim olduğu günleri göstermesin!” - 1980
Dr. Fazıl KÜÇÜK





Tavsiye Kitap:
GİRİT NASIL KAYBEDİLDİ - GİRİT'TEN KIBRIS'A YUNAN YAYILMACILIĞI
Sabahattin İSMAİL




ilgili:






Türkiye-Yunanistan Barış Anıtı Dikilecekse, Önce ...








Medyada Tarihin Çarpıltılması
SB

*


İzmir’in işgali sırasında Türkiye’ye karşı savaşmayı reddettikleri için idam edildikleri iddia edilen ‘200 Yunan Sosyalist Asker’ için bugün İnciraltı sahilinde ilk kez bir anma töreni düzenlendi. Ancak, Şair Tuğrul Keskin’in geçtiğimiz aylarda çıkan ‘Zito i Epanastasis’ adlı şiir kitabı nedeniyle gündeme gelen konuyla ilgili ‘karşı görüşler’ çoğalıyor.

İnciraltı’nda düzenlenen anma töreninde, 1921’in Ocak ayında yaklaşık 200 Sosyalist Yunan Askerinin ‘Anadolu’daki kardeşlerimize kurşun sıkmayız’ dedikleri için ağır işkence altında katledildiklerini ifade eden Tuğrul Keskin, “Bazı gazete ve sitelerde bu katliamın gerçek olmadığına ilişkin bazı yazılar yazıldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında dünyanın çeşitli komünist partileri bu emperyalist savaşa karşı çıkmışlardır. Karşı çıktıkları için de öldürülmüşler, katledilmişlerdir. Bunun kaynağı da yüzlerce, binlerce kitaptır, araştırmadır, tanıklıktır. Petro Petrotas’ın ‘Küçük Asya Macerası’ adlı kitabında ve Yunanistan Komünist Partisi belgelerinde bu katliam anlatılmıştır. Bunun dışında pek çok kaynakta bu konuda anlatımlar vardır” şeklinde bir açıklama yaptı.

İhtisası ‘Bizans Tarihi’ üzerine olan ve konusu 1900’lerin İzmiri’nde geçen son romanı ‘Dido’ için İzmir tarihiyle ilgili araştırmalar yapmış olan Yazar Efe Moral, Ege News’e yaptığı açıklamada böyle bir olayın yazılı ve sözlü tarihte bulunmadığını ifade etti. Moral, “Yunan arşivlerinde, Yunan Komünist Partisi ve ondan bölünerek ayrılan diğer Komünist Partilerin yayınlarının hiçbirinde böyle bir anekdot yok. Komünistlerin o yıllarda savaş karşıtı olduğu biliniyor. Aslında savaşlardan yorgun düşmüş bütün toplum öyle düşünüyor. Ama böyle bir karşı çıkış ve akabinde idam gibi bir olay yazılı ve sözlü tarihte bulunmamaktadır” dedi.

Egenews, 4 Ocak 2015




Şair Tuğrul Keskin’in geçtiğimiz aylarda Everest Yayınları etiketiyle çıkan Zito i Epanastasis adlı şiir kitabı nedeniyle  yeniden hatırlanan 200 komünist Yunan askeri, ilk kez anıldı. Tuğrul Keskin etkinlikte şu ifadeleri kullandı:: “Buradaki temel sorun bir tarihin, mazlumların tarihin karanlık raflarda kalmasından duyduğum üzüntü. Çünkü mazlumların kanı, ne yazık ki tarihin karanlık sahnelerinde yok olup gidiyor, Ben bu kitapla unutulan bu kanı hatırlatmak istedim. Dünya yeniden tarihin karanlık çağlarına doğru hareket ediyor. İnsanlık tarihindeki bunun gibi benzersiz vakaları, erdemi, vicdanı yeniden aktarabilir ve bunun öncelenmesini sağlayabiliriz”

1921’DE NE OLMUŞTU?

Tarihçi Petro Petrotas’ın Küçük Asya Macerası adlı kitabında ve Yunanistan Komünist Partisi belgelerinde yer alan verilere göre, 1921’de Anadolu’nun işgali sırasında Yunan komünistleri, bu işgalin İngiliz emperyalizminin bir oyunu olduğunu savunarak, savaşa karşı çıkmıştı. İşgalden önce Yunanistan’da bu konuda “Yaşasın İsyan” anlamına gelen “Zito i Epanastasis” başlıklı bir bildiri hazırlayıp dağıtmışlardı. Dönemin Yunan hükümeti bu bildiriyi yayan komünistlere karşı müdahalede bulunmuş, yüzden fazla komünisti Yunanistan’da öldürmüştü. Yunan gemileri Pire Limanı’ndan kalkarak İzmir’e ulaştığında gemilerde bulunan komünist Yunan askerleri, aynı bildiriyi örgütlü olarak dağıtmaya devam etmişler ve “Kardeşlerimize kurşun sıkmayız” itirazını dillendirmişlerdi. Bunun üzerine 1 Ocak 1921’de yaklaşık 200 Yunan askeri Yunan askeri makamlarınca katledilmişti. Olay Yunan Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinde vatana ihanet olarak arşivlenmişti. 94 yıl aradan sonra şair Tuğrul Keskin, bu askerlerin destansı itirazlarını, Zito i Epanastasis adlı kitabında şiirleştirdi.

Halkizbiz, 4 Ocak 2015


*

Aynı çarpıtma farklı (Muğla Devrim - Alınteri - CNN Türk)  üç  haber linkinde de var.  Tek bir belgesi, kanıtı olmayan, sadece Tuğrul Keskin'in yazdıklarına dayanan bir "olay". Ayrıca Petro Petrotas’ın ‘Küçük Asya Macerası’  kitabını da hiç bir yerde bulamadım. Buna tarihi deforme etmek denir. Yanıltmak, İşgalci Yunan askerlerine acımak, empati kurmak denir. Bu mümkün değildir. Hem Mora'da hem Anadolu'da Türkler-Müslümanlar çok büyük acılar yaşamıştır. Hiçbir şekilde nefret duymuyorum ama ben den hümanizm beklemeyin. Çünkü emelleri hala sıcaktır! Ne Adalar'dan, ne Anadolu'dan, ne de Kıbrıs'tan vazgeçmiş değiller. Bu olayın gerçeği aşağıdaki gibidir.
SB


*


Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Uyar, Anadolu'ya sürülen 300 demiryolu işçisinin tarihi gerçeklikten kopartılarak nasıl 200 Yunanlı komüniste dönüştürüldüğünü yazdı...


4 Ocak 2015 tarihinde bir anma yapıldı. İki yıldır yapılmakta bu anma ve muhtemelen önümüzdeki 4 Ocak’ta da yapılacak. Rivayete göre 4 Ocak 1921 tarihinde Yunan ordusunun İzmir’i işgaline karşı çıkan ve direnen 200 Yunanlı komünist idam edildi. Bu konudaki iddiayı destekleyecek ne bir akademik çalışma ne de bir akademik araştırma söz konusu. Üstelik Yunan kaynakları da bunu reddediyor. Konuştuğumuz Yunanlı tarihçiler, bu konuda herhangi bir kaydın olmadığını belirtiyorlar. Başvurulabilecek Yunan askeri arşivleri kapalı… Yunan Komünist Partisi (KKE), arşivi ise İkinci Dünya Savaşı yıllarında yok olmuş. Bununla birlikte bazı KKE belgeleri yayınlanmış durumda. Söz konusu belgeler arasında da böyle bir kayda rastlanmıyor. Milli Mücadele’ye ait Türk kayıtlarında da bu konuda herhangi bir bilgi bulunmuyor. Dolayısıyla iddialar ispatlanmaya muhtaçtır. 

200 Yunanlı komünistin idamı iddiasını bir kenara koyarak, Yunanlı komünistlerin İzmir’in işgaline karşı çıkıp çıkmadıklarına da bakalım… Ancak bunun için biraz tarihsel arka plana da bakmak gerekecektir:

1821 yılındaki Mora isyanı ile kurulan ve büyük devletlerin desteğini alarak bağımsızlığını kazanan Yunanistan, izleyen yüz yıl içerisinde sürekli olarak Osmanlı Devleti aleyhine topraklarını genişletti. Bunda belirleyici olan büyük güçlerdi. Bu bağlamda 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı hatırlanmalıdır. Balkan Savaşları sırasında da topraklarını genişleten Yunanistan’ın iç siyasetinde 1910 yıllarda siyasal bir çatışma gündeme geldi. Bu, Kral Konstantin ile Başbakan Venizelos arasında idi. Çatışmada büyük devletlerin etkisi de vardı. Konstantin Almanya, Venizelos İngiltere yanlısıydı. Bu taraftarlık, Birinci Dünya Savaşı’na girişte de etkili oldu. 

Venizelos, İngiltere ve Fransa’nın da desteği ile Konstantin’i tasfiye etti. Kaderini İngiltere’ye bağlayan Liberal Venizelos ve taraftarları, Anadolu’nun işgaliyle Büyük Yunanistan Projesi’ni gerçekleştirmeye yöneldiler. İngiltere, bu konuda Yunanistan’ın en büyük destekçisiydi. Güçlü ve  büyük Yunanistan, İngiltere açısından Akdeniz’de İtalya’yı da dengeleyecekti. 

Anadolu’nun işgaline Yunanistan’da Kralcılar karşı çıktılar. Bunda aralarındaki siyasal rekabetin etkisi büyüktü. Bu rekabet Türkiye’de aynı dönemde yaşanan İttihatçı-İtilafçı çatışmasını da andırmaktadır.  

Yunanistan’ın Anadolu Macerası’na karşı çıkanlardan biri de General Metaksas’tı. O, bu işgalin başarısız olacağı ve felaketle sonuçlanacağı fikrindeydi. Bu nedenle de bir asker olarak işgale karşı çıkmaktaydı. İşgale karşı çıkan bir başka önemli kesim ise komünistlerdi, Yunanistan Komünist Partisi’ydi. Bunun birkaç nedeni vardı. Birincisi ülke yönetiminin emperyalizme hizmet ediyor olmasıydı. İkincisi ise, 7-8 yıldır ülke aralıksız savaş ve iç çatışmalarla karşı karşıya idi ve halk savaş yorgunuydu. Komünistlerin işgale karşı çıkmalarının bir nedeni de buydu. Savaşın uzaması ve bunun yarattığı sosyal-ekonomik sorunlar, halkı bezdirmişti. 

Emperyalizme hizmet eden ve ülkeyi maceraya sürükleyen, ne zaman biteceği ve nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir işgale komünistlerin destek vermemesi şaşırtıcı değildi. Ayrıca komünistlerin doğal olarak sempati duyduğu Sovyetler Birliği de İngiltere’yle gerilim yaşamaktaydı. 

Yukarıda sözü edilen nedenlerin ışığında KKE, 1921 Mayıs ayında 3 kişilik bir komite oluşturdu:  Cephedeki Komünist Askerler Merkez Komitesi. Amaç, Anadolu işgalinde görev alan savaş yorgunu ve bıkkını askerler arasında sivil itaatsizlik örgütlemekti. Bundan iki ay kadar önce (Mart 1921) demiryolu işçilerinin sosyal ve ekonomik hakları için örgütledikleri grev, hükümetin genel politikalarına ve Anadolu’daki işgale karşı çıkmaya yönelik bir muhalefet hareketine dönüştü. Hükümet askeri durumu gerekçe göstererek grevi yasakladı. 

Ardından suçlu gördüğü 300 demiryolu işçisini Anadolu’ya cepheye gönderdi. Bunların önemli bir KKE üyesiydi ve savaş aleyhtarı idi. Söz konusu işçiler, demiryollarında görevlendirildiği için, savaş karşıtı asker kaçaklarının Yunanistan’a dönmesine katkı da sağladılar. Yunan Hükümeti, 1922 yaz aylarında KKE Merkez Komitesi üyeleriyle Anadolu’da aktif olarak görev yapan 22 komünisti tutuklayarak yargıladı. Aynı dönemde Yunan ordusu içerisinde Kralcı-Venizelosçu rekabeti devam etmekteydi (Bu rekabet ve çatışma Balkan Savaşları sırasında Osmanlı ordusunda İttihatçı-Halaskaran subayların çatışmasına benzemektedir). 

Sonuç olarak, Yunan Komünist Partisi ülke yönetiminin emperyalizme (özellikle de İngiltere’ye) hizmet etmesinden rahatsızdı. Sovyetler Birliği’ne duyulan sempati, İngiltere’yle yapılan işbirliğine tepkiyi de arttırıyordu. Üstelik halk savaştan yorgun ve bıkkındı. Tüm bu iç dinamikler, Yunan Komünist Partisi’nin Anadolu’nun işgaline karşı çıkmasının nedenlerini oluşturdu. Bunu salt Anadolu/Türk sempatisine ya da hümanizme bağlamak romantik ve duygusal bir yorum olacaktır. Yaşanan daha çok Yunanistan’daki iktidar mücadelesidir. İşgale karşı çıkanlar arasında komünistlerin yanı sıra Kralcılar ve General Metaksas da vardır. Bu bağlamda onlar için de bir anıt dikmek gerekmez mi? 

Eğer bir “barış anıtı” dikilecekse, öncelikle bu, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yunanistan’a yaptığı insani yardımlar için, Yunanistan’da dikilmelidir. 

Son söz olarak Anadolu’ya sürülen 300 demiryolu işçisine ilişkin bilginin değişerek ve dönüşerek, gerçeklikten koparılarak idam edilen 200 askere dönüşmesi de hayret uyandırıcı niteliktedir. 

Egemeclisi - 31 Ekim 2016
Kaynaklar
Richard Clogg, Yunanistan’ın Kısa Tarihi, Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2015.
Konstantin Çukalas, Yunanistan Dosyası, Ant Yay., İstanbul, 1970.
Bülent Gökay, “Kurtuluş Savaşı Tarihinden: Yunan Komünistleri Anadolu’daki Yunan İşgaline Karşı”, Tarih ve Toplum, sayı 103, Temmuz 1992.  



*


Hakkı Uyar hocanın da dediği gibi: "Eğer bir “barış anıtı” dikilecekse, öncelikle bu, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yunanistan’a yaptığı insani yardımlar için, Yunanistan’da dikilmelidir. "

Tıpkı, "İzmir'i Türkler Yaktı" Yalanını anlattıkları gibi...
Ya da, "19 Mayıs Pontus Soykırımı" Yalanlarını anlattıkları gibi...
Tıpkı, Büyük Bir Yalan Olan, "Ermeni Soykırımı Vardır" diyenlerle beraber yürüyenler gibi...



Anlaşılmayan konu var mı?
Sizin "Hümanizm" yaklaşımlarınızı yesinler!
SB





ilgili:








"Düşmanım düşmanlığından vazgeçinceye kadar bende onun amansız düşmanıyım" 
M.Kemal Atatürk