Translate

26 Temmuz 2016 Salı

Laiklik ve Jandarma Türk'tür...



Laiklik Fransız değil Türk icadı!
Yazar Cengiz Özakıncı, “Laikliği Fransızların icat ettiği bir uydurmadır.



Vahye dayalı dinsel toplumlarda laiklik devrimi dünyada ilk kez 1050-1060 yıllarında Türkler tarafından, Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Yani Fransız Devrimi’nde Türk etkisi, Tuğrul Bey’in damgası var.”dedi.

Başkent Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Batı’dan Alındığı Savlanan Atatürk Devrimlerinin Türk Tarihi’ne Dayanan Kökenleri” konulu konferansta konuşan Yazar Cengiz Özakıncı, “Atatürk’ün Devrimleri’ni anlayabilmemiz için, o devrimlerin toplumda hangi dönüşümlere yol açtığını bilmemiz gerektiği gibi, kökenlerini de bilmemiz gerekiyor.Bu nedenle, Atatürk Devrimleri’nin Batı’da zannedilen kökenlerinin aslında pek çoğunun Türk Tarihi’nde kökleri olduğunu anlatmak istedim. Atatürk’ün, devrimlerinin kökenlerini neden Türk Tarihi’ne dayandırdığını anlayabilmek için de, O’ndaki Türk tutkusunu bilmemiz gerekir.”dedi.1854’te Kırım Savaşı yıllarında, o güne dek Batı tarafından ‘barbar’ olarak adlandırılan Türklerin, faizle borç alarak Batı sistemine entegre olmasıyla bir anda ‘uygar’ olarak nitelendirildiğini anlatan Özakıncı, “Uygar görülen Türkler, bundan kısa süre sonra 1868’lerde, İngiltere Başbakanı William Ewart Gladstone isimli bağnaz bir isim tarafından ‘barbarlık’ statüsüne evrilmeye başladı.Padişah Abdülaziz döneminde, alınan dış borçlar ödenemeyince Türkler yeniden ‘barbar’ oldu.”görüşlerine yer verdi.1914’te ise yine İngiltere Başbakanı Lloyd George’un, Türklerin insanlığa hiçbir katkıda bulunmadığı iddia ettiğini dile getiren Özakıncı, George’un, ‘Türkler insanlığın kanseridir’ biçimindeki sözlerini anımsattı.

DEVRİMLER TÜRK KÖKENLİ...

Osmanlı adına Paris Konferansı’na katılan Damat Ferit’in galip devletlerin taleplerine karşılık, Onlar Konseyi’nin bu taleplere yanıtını tüm gazetelerde yayımlattığını dile getiren Özakıncı, şöyle dedi: “Lloyd George’un 1914’teki Türklere hakaretlerinin bir benzerini, altına on devlet imza atmış olarak bildiri biçiminde yayımlarlar.Damat Ferit bu bildiriyle Paris’ten kovuluyor. Atatürk’ten bu bildiriye bir yanıt vermesi isteniyor. Atatürk de bu bildiriye bir yanıt veriyor. Atatürk’ün bu olayın yaşandığı 1919’dan sonraki etkinliklerinde, ileri atılımlarında, devrimlerinde; her birini Türk kökenine bağladığını görüyoruz.Yaptıklarının her bir açıklamasında, ‘Bizim tarihimizde şurada şu olmuştur, biz bunu tekrar dirilttik’ diyor. Asla Batı’ya bağlamıyor. İşte Atatürk’te yaptığı devrimleri tamamen Türk kökenlere bağlama tutkusu, o galip devletlerin bildirisinin Atatürk’ün içine işlediğini ve ona yanıt vermeyi yaşamı boyunca yaptığı devrimleri ‘Bunlar da Doğu kökenli’ diye kafalarına vurarak kanıtladığını gösteriyor.”

LAİKLİK SELÇUKLU'DA BAŞLADI!

Atatürk’ün en önemli kabul edilen devriminin laiklik olduğunu vurgulayan Yazar Özakıncı, Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey’in, halifenin yetki ve görev alanını sınırlandırdığı, halifenin devlet işleriyle bağını tamamen kopardığını anlatırken, şu görüşlere yer verdi: “O andan itibaren İslam’da dünya-devlet işleri ile din işleri tak diye ayrılmıştır. Bugün ders kitaplarında laikliğin öncüsü diye belletilen, ‘laikliği biz icat ettik’ diye böbürlenen Fransızlar, o tarihte yazı bile yazmıyorlardı. Türkiye’de Fransız Büyükelçiliği’nin internet sitesinde ‘Dünya ölçüsünde laikliğin bir Fransız icadı olduğunu yazabiliriz’ deniliyor. Laikliği Fransızların icat ettiği bir uydurmadır. Semavi dinlerde laiklik tamamen Türk icadıdır. Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır. Tuğrul hem din işleriyle, devlet işlerini ayırmış; hem de halifenin muhatabı olarak vezirini göstermiştir.Atatürk 1922’de saltanatla hilafeti ayırırken, Tuğrul’un 1050’li yıllardaki bu yaptığını Nutuk’ta belirtmiş, ‘İşte biz aynen böyle yapıyoruz’ diyerek, bu yaptığında Selçuklu Sultanı Tuğrul’u izlediği örneğini tüm dünyaya ilan etmiştir.

Bir yandan da, ‘Siz yapmayı değil, yıkmayı bilirsiniz’ diyen o bildiriye yanıt vermiş oldu. Fransız Devrimi’nin ünlü kuramcılarından Voltaire de, Tuğrul Bey’in yaptığı devrimi çok iyi kavramış ve Fransız Devrimi’nin öncesindeki eserlerinde yer vermiştir.Vahye dayalı dinsel toplumlarda laiklik devrimi dünyada ilk kez 1050-1060 yıllarında Türkler tarafından, Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir.Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Fransız Devrimi’nin düşünsel temellerini kuran isimlerden Fransız doğubilimci Joseph de Guignes’in de eserlerinde övgüyle Tuğrul Bey’in yaptıklarından söz ettiğini görüyoruz. Yani Fransız Devrimi’nde Türk etkisi, Tuğrul Bey’in damgası var.”

Atatürk’ün akılcı ve bilimci eğitim devriminde Kutadgu Bilig’i kaynak aldığını ifade eden Özakıncı, Cumhuriyet devrimi konusunda da Atatürk’ün, Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra kurulan beyliklerden birisi olan Ankara Cumhuriyeti isimli bir bölgeyi tarih okumaları sırasında görmesiyle, bunu kaynak gösterdiğini açıkladı.Atatürk’ün Cumhuriyet’in kaynağını, Batı’ya ya da Fransa’ya değil; 1343-1354 arasında Anadolu’da kurulduğunu okuduğu bir Cumhuriyet’e dayandırdığını dile getiren Özakıncı, giyim ve şapka devrimi konusunda da kaynağın, ‘Batı tarzı giyim’ denilen ceket ve pantolon konusunda içinde Türklerin de bulunduğu İskitler, şapka konusunda ise Orta Asya olduğunu sunumundaki fotoğraf ve belgelerle anlattı.

Yurttaşlık devriminin kaynağının da, İskitlerdeki ‘varsayımsal kandaşlık’ olduğunun altını çizen Özakıncı, harf devriminin de Türk kökenine dayanan bir tarihi olduğunu ifade ederken, Latin Alfabesinin Sümer ve Göktürk Abecesi’nden türediğini söyledi.Özakıncı, Atatürk’ü her yıl artan bir ilgi ve önemle anmak ve anlamak durumunda olduğumuzu belirtirken, “Atatürk yaptığı tüm devrimlerin kökenlerini özellikle Türk Tarihi’ne bağlayarak vurgulamıştır. ‘Batı’dan aldık, Batı’dan edindik’ yok.

İşte bunun nedeni, Türklerin Batı tarafından ‘uygarlık yıkıcılığı’yla damgalanmış olmasına da verdiği yanıttır.”dedi.


Sabriye AŞIR
13 Kasım 2014 Odatv







TIPKI "JANDARMA" KELİMESİNİ FRANSIZLARDAN ALMAYIP VERDİĞİMİZ GİBİ!
"Orta Çağda kurulmuş Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Karahanlılar, Gazneliler, Harizmşahlar, Eyyubiler ve Memluk devletleri gibi Türk-İslam devletlerinde “candar” tabir olunan kuvvetler vardı....  Fransa’da ilk “Maraşose” (Yol Güvenlik) bölükleri, Osmanlılardaki “Derbent” ve “Belderen” teşkilatlarına benzer bir şekilde 1501 yılında kurulmuştur. 
Fransızca “mare’chausse’e”, jandarma anlamına gelmektedir."








"SECULARiSM" AND "GENDARME" İS NOT FRENCH OF ORİGİN!




Türk Milleti İkinci Yolu Seçip Başaracaktır...




ME-LE Türk Halkını BELE (uyut)


1-Fethullah Gülen’in Onursal Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen 28. Abant Platformu’nun sonuç bildirgesinde, “Devlet, tüm din ve mezheplere eşit mesafede olmalı. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı veya statüsü tarafsızlık ilkesi ışığında yeniden tanımlanmalı” denildi. (YeniÇağ)


2-Öcalan görüşmelerinden sızan tutanakta gözden kaçan önemli bir bilgi var.
“-Öcalan: Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var.
– Altan: Tarikatlar da örgütlendi.
– Öcalan: Geliştirin benden daha iyi biliyorsun.”


3-“Erdoğan Güneydoğu’da meleler ile görüşecek” diye bir haber geçti. 2012 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı, Doğu ve Güneydoğu’da imam ve Kur’an öğreticisi olarak çalışacak bin kişiyi mele olarak atamıştı. Mele Kürtçe bir kelime, Türkçeye ‘imam’ olarak çevriliyor. Aynı zamanda ‘molla’ kelimesinin de eşanlamlısı olarak kabul ediliyor. Doğu ve Güneydoğu’da varlığını koruyan medreselerde yetişiyorlar.


4-“Organ bağışına Diyanet darbesi” başlıklı haberde, “Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada, organ naklinin caiz olmadığı belirtilirken, sadece zaruret durumunda böylesi bir adım atılabileceği belirtildi.”


Bilimle kavgalı Eş’ari İslam’a hoş geldiniz. Emevi dini… Gene dini kullanarak bir devleti daha yıkmaya niyetlendiler öyle mi?İspanya’da Beni Ahmer Devleti(1232-1492) cemaatler-tarikatler nedeniyle yıkılmıştır. Yıkıldığında devlet içinde 1400 adet cemaat ve tarikat vardı. İngilizler yetiştirdikleri ajanlarına Osmanlı Devleti içinde tekkeler kurdurmuştu.

Dr. Ramazan Kurdoğlu “Evanjelizm- Dünya İmparatorluğu ve Türkiye” adlı kitabında, “Osmanlıların Avrupa masonluğunda kendi tarikatlarını bulduklarını ve bu aşinalığın masonluğun Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşmesini kolaylaştırdığını biliyoruz” diyor.

Ve Kurdoğlu devam ediyor, “İslamiyet ile masonluk bağdaşır mı? Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi: ‘Ülkeyi perde gerisinden masonlar, perde önünden İslamcılar yönetiyorsa, bu durumda perde gerisindeki masonların ülkeyi perde önündeki İslamcılar aracılığıyla yönettikleri düşünülebilirdi.’


Masonluk milli değerlere karşıdır. Evrensel değerleri savunduğunu iddia eder. Bazı siyasi ümmetçiler-İslamcılar da milli değerlere karşı aykırı görüşleri her fırsatta dile getirmiyorlar mı?


Şimdi sözümüzü bir soru ile bitirelim. Günümüzde, İstanbul’daki camilerimizden birinde, Cuma günü Müslümanlara, Cumartesi günü Sabataylara vaizlik yapan hem tarikat mensubu, hem de mason locası üyesi bir hoca efendi var mıdır? Cevabı evet..” diye yazıyor.


Yavuz Sultan Selim’im Mısır’ı alması ile birlikte oradan Eş’ari din alimlerini İstanbul’a getirmesiyle Türklerin bilimle barışık aydınlık yüzü olan Maturidi İslam Eş’ari alimlerinin baskısıyla karşılaştı. Öyle ki; Yunus’un dizelerini okuyanların kelleleri vuruldu.


Günümüzde Ömer Dinçer’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Yunus’un; “Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni” Dizelerinin sansürlendiği gibi… Molla Kasım’ın varisleri…



Gelelim 4 haberin yorumuna:


Atatürk Cemaat ve tarikatlerin Beni Ahmer Devleti’nin yıkılışındaki rolünü incelemişti. Osmanlı’nın yıkılışı sürecindeki rollünü de iyi biliyordu. Kurtuluş savaşı sürecinde birçok tarikat şeyhi İngiliz, Amerika ve Yunanistan gibi işgalcilerin safında yer almış, iç isyanlar başlatmışlardı.


Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Böylece İslam Kur’an dini haline getirilerek, her biri ayrı bir din haline gelen tarikatlerin-cemaatlerin saltanatına son verildi.


Fettullah’ın Onursal Başkanı olduğu Abant Platformu’nun sonuç bildirgesinde, “Devlet, tüm din ve mezheplere eşit mesafede olmalı. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı veya statüsü tarafsızlık ilkesi ışığında yeniden tanımlanmalı” denilmesinin arkasında amaç, süreci 1920 öncesine döndürerek, İslam’ı Evanjelizmin hizmetine verecek biçimde dönüştürmektir. Papa ile “hiçbir resmi sıfatı olmamasına rağmen” boşuna dinler arası diyalog başlatmadı. Kelime-i Şahadet’ten Peygamberimizin adını çıkararak Evanjelist Müslümanlığa adım attılar.


Altan’ın Öcalan’a; “Tarikatlar da örgütlendi” demesi, Tarikatların yabancı istihbaratların kontrolünde, Türkiye Cumhuriyeti Devletine savaş başlatarak, 100 yıl önce başaramadıkları Sevr projesini hayata geçirebilmek için çalıştıklarının itirafıdır aslında.


“Molla” kelimesinin de eşanlamlısı olarak kabul edilen meleler, Doğu ve Güneydoğu’da varlığını koruyan resmi olmayan medreselerde yetişiyor. İkbalini bebek katilinin ipine sarılmakta gören Erdoğan, meleler ile neyi görüşmüş olabilir? Bu adamların zihniyeti nedir? Konuşulmayan, yazılmayan üstü örtülü karanlık konular.


Organ bağışı “caiz değil” diyen diyanet, Eş’ari İslam anlayışı ile bana 433 yıl önce rasathanenin yıkılma fetvası veren şeyhülislamı hatırlattı: 3.Murad’ın emriyle şeyhülislam ; “Gözlem yapmak uğursuzluk getirir. Meleklerin sırlarını küstahça anlamaya çalışmanın vahim sonuçları çok açıktır. Gözlem yapılan hiçbir memlekette işler yolunda gitmemiş ve devlet yapısı mutlaka zelzeleye uğramıştır” diye fetva verdi. Bu fetvayla Tophane’deki rasathane yerle bir edildi.


Tophane’de rasathane yıkılırken, Avrupa’da Galilei, Kepler, Pascal, Leibniz, Newton gibi bilim adamları Uluğ Bey’in açtığı yoldan yürüdüler.


Mavi kitabın yazarı Arnold Toynbee 1960’lı yıllarda şöyle bir uyarıda bulunuyor: “Batı için Güney Müslümanlığı (Suudi Arabistan – Kahire ekseni) tehlike olmaktan çıkmıştır. (Bir şeyhi satın alıp diğerlerini yönetebilirsiniz.) Ancak Kuzey Müslümanlığı (Semerkant – Buhara İstanbul ekseni veya Türk Müslümanlığı) mutlaka kontrol altına alınmalıdır. Batı için her daim tehlike oluşturabilir. (Daima Atatürk gibi bir asi çıkarma potansiyelleri vardır.) Dr. Ramazan Kurtoğlu”


Merve Kavakçı Erdoğan’ı eleştirirken, “Rejimin hedefinde Kürtler ve muhafazakarlar vardı. Bugün İmralı ile görüşme aşamasına gelindi fakat 28 Şubat’la yüzleşme bir türlü tam anlamıyla olamıyor” dedi.


1919 ve sonrası yıllarda yabancı istihbaratların kontrolündeki tarikat ve cemaatlerin Kürtçülerle yaptığı ittifak günümüzde yeniden ortaya çıktı.


Ülkemizde sadece Türklüğe operasyon yapılmıyor. Türk Müslümanlığı olan bilimle barışık Maturidi(Kur’an İslamı) Müslümanlığına da operasyon yapılıyor. Müslüman Türkler uyanmasın diye “Müslüman maskeli bir parti” kullanılarak operasyonu gerçekleştiriyorlar.


“Koalisyondan Kan Damlıyor” başlıklı yazımda; 10 Kasım 1938’den sonra T.C. Devleti’ni dönüştüren emperyalist devletler, kullandıkları yerli siyasetçileri bir sevgili itinası ile kullanıp deşifre etmezken, bu yeni işbirlikçileri “tepe tepe bir metres gibi” neden kullanıyor acaba? Diye sormuştum. Sorunun cevabını bu yazımda vereyim:


Kuzey Müslümanlığı (Semerkant – Buhara İstanbul ekseni veya Türk Müslümanlığı) operasyona uğruyor. Eş’ari Müslümanlığa evrilerek emperyalizmle uyumlu hale getiriliyor. Müslüman maskeli siyasetçilerin ülkeyi parçalanma noktasına getirmesi ve emperyalizmin elinde oyuncak olması, sadece siyasi iktidarı değil, destekçilerinden de nefret edilmesine neden oldu. Milli, vatanın birlik ve bütünlüğünden yana olan kesim, bu mandacı zihniyetten her gün daha fazla nefret ederken, temsil ettikleri bütün simgelere de soğuk bakmaya başladı.


Bir değeri dönüştürmek, yok etmek isterseniz, o değeri en itibarsız kişi ve kurumların kullanımına verirsiniz. Bu yeni işbirlikçileri “tepe tepe bir metres gibi” kullanmalarının nedeni, muhalif olan kesimin işbirlikçilere olan nefretini artırmaktır. Çünkü o kişi ve kurumlara olan nefretiniz, “fark etmeden” savundukları bütün kavramlara karşı da yönelecektir.


Bir lise müdürü öğrencilerin arasında ateistliğin arttığını söyleyerek bir gözlemini aktardı. Mevcut siyasi uygulamalara, yolsuzluklara, talana kızan öğrenciler aralarında şöyle konuşuyormuş: “Allah varsa, bunların yaptığını görmüyor mu? Olsaydı bunlara izin vermezdi.”


AKP siyaseti sadece ülkeyi bölünmeye götürmüyor, bütün değerleri parçalıyor. Yıldırımlara gebe gerilimler yaratıyor. Egemen Bağış Amerika’da; “Biz Osmanlı’nın 1860 misyonunu temsil ediyoruz” demişti.


1860 ile başlayan süreç Duyun-i Umumiye’yi getirdi. Devlet en verimli topraklarını kaybetti. Atatürk’ün adını kazımak isteyen mandacı siyasiler, son Halife Abdülmecit’e “dedemiz” demişti. Biz de; “PKK’nın kirli parası 50-60 milyar doları pazarlık konusu yapan” AKP’ye yakışır diyoruz. Tarihçi Sinan Meydan’ın verdiği bilgiye göre; dedeleri Abdülmecit Efendi halifeliğini satışa çıkartıp Mısır ile pazarlığa oturmuş(!).. Herkes kimi seveceğini iyi biliyor(!)..


Bize gelince, önümüzde iki yol var:

Ya olanlara teslim olup yok olacağız, ya da “bütün hainlerin işaret fişeği çakılmış gibi” ortaya çıkmasını fırsata dönüştürüp bir “ARINMA” sürecine girip, 1938 tarihinde yarım kalan T.C. Devletinin oluşumunu tamamlayacağız. Bir defa daha emperyalist canavarlar arkasına bakmadan kaçacak.


Türk Milleti ikinci yolu seçip başaracaktır.



Zahide Uçar
İLK KURŞUN 12 Mart 2013










24 Temmuz 2016 Pazar

TÜRKLERİN ZAFERİ: LOZAN






Lozan, 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık aralıksız savaşa son veren barış antlaşmasıdır. Bu 10 yıl içinde Osmanlı Devleti bütün Rumeli'yi ve Arap illerini kaybetmiştir. Osmanlı sadece Rumeli'de 170 bin kilometrekare toprak kaybetmiştir. Adriyatik'ten Edirne'ye kadar Osmanlı Rumelisi'ndeki Müslüman-Türk nüfus techir ve katliamla, yokluk ve yoksullukla Anadolu'ya göç etmek zorunda kalmıştır. 

Bu 10 yıllık savaş sırasında yaklaşık 5 milyon Müslüman cephedeki veya cephe gerisindeki çarpışmalarda ve göç yollarında açlıktan, salgın hastalıklardan hayatını kaybetmiştir. Bu 10 yıllık savaşın sonunda Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki 15 milyon nüfusun 1 milyonu topal, çolak, kör ve sakat kalmıştır. Bu 10 yıllık savaşın sonunda Anadolu insanının yiyecek ekmeği, çayına koyacak şekeri, giyecek elbisesi yoktur. Kısacası bu 10 yıllık savaşın ardından barışa susamış bir ülke vardır.









İsmet Paşa, 1923'te Lozan'a giderken aklı başında herkes; analar, babalar, çocuklar, kadınlar, askerler, komutanlar, aydınlar, milletvekilleri, herkes açıkça söylemese bile "ne pahasına olursa olsun barış", hatta mümkünse "sürekli bir barış" için gizli açık dua etmiştir.


Osmanlı Devleti'nin 1699 Karlofça Antlaşması'yla başlayan büyük toprak kayıpları tam 224 yıl sonra 1923 Lozan Antlaşması'yla son bulmuştur.


10 yıllık savaş döneminin ardından bugün itibariyle (2015) 92 yıllık [2016-93 yıllık-SB] kesintisiz barış sağlayan dünyadaki tek anlaşma Lozan'dır.


"Tarihimizde, hatta dünya tarihinde doksan yıl devam etmiş bir barış dönemi yoktur. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan antlaşmalardan hiçbiri geçerliliğini koruyamadı ve İkinci Dünya Savaşı ile hepsi tarihe karıştı. Sadece Lozan Antlaşması hala yürürlüktedir." (789)


ATATÜRK, Lozan'da sadece 1.Dünya Savaşı'nın veya Kurtuluş Savaşı'nın değil, 300-400 senelik birikmiş hesapların görüldüğünü düşünmektedir. 19 Ocak 1923'te İzmit'te halka şöyle seslenmiştir:


"Lozan Konferansı, düne ve bugüne ait, üç seneye, dört seneye ait hesapların halli ve neticeye bağlanmasıyla meşgul olmakta değildir. Belki üç yüz, dört yüz senelik birçok birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Dolayısıyla bu kadar derin ve bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak o kadar kolay değildir."


Sevr'in üç mimarından biri İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'dur. Türklerin İstanbul'dan atılması fikri de ona aittir. 7 Ocak 1920 tarihli İngiliz kabine toplantısında Türklerin İstanbul2dan çıakrılıp Konya merkezli küçük bir Asya devleti haline getirilmesi projesi görüşülmüştür. İşte Lozan'da İsmet Paşa'nın karşısına çıkıp Kurtuluş Savaşı'nı görmezden gelerek sürekli Sevr hayali gören Lord Curzon budur.


Lozan Konferansı, Müttefiklerin özellikle kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmemeleri üzerine 3 ay kadar sonra, 4 Şubat'ta kesilmiş, İngiliz delgasyonu 5 Şubat'ta Lozan'dan ayrılmıştır. Bunun üzerine Ankara'da Atatürk harekete geçmiştir. Müttefiklere, Türkiye'nin TAM BAĞIMSIZLIĞA ne kadar büyük önem verdiğini göstermek için üç önemli hamle yapmıştır.


1- Türk ordusuna "hazır ol" emri vermiştir.
2- İzmir Limanı'nda demirli Fransız savaş gemilerini kovmuş ve İzmir Limanı'nı 1000 tondan büyük yabancı savaş gemilerine kapatmıştır.
3- Ekonomik bağımsızlığa verdiği önemin altını çizmek için İzmir İktisat Kongresi'ni düzenlemiştir.


Türkiye'nin "Barış istiyoruz, ama gerekirse savaşmaya da hazırız" şeklinde özetlenebilecek kararlı tavrından sonra, Müttefikler Lozan Konferansı'nın devam etmesine karar vermiştir. 23 Nisan 1923'te başlayan ikinci dönem görüşmeleri 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması'nın imzalanmasıyla son bulmuştur.


- "Lozan'da onursu bir barış imzaladık. Bu İngiltere'nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür." İngiliz Sir Andrew Ryan


- "Hilal'in Haç'a büyük bir darbesi" Fransız Eclair Gazetesi, 1924


- "Türkiye'nin ilk kez Batılı bir devlet olarak kabul gördüğü..." Fransız Ecole de National


- "Lozan'da Hıristiyan medeniyeti çarmıha gerilmiştir." ABD, James Gerard


- "Lozan Antlaşması, yüzyıldan fazla süredir, İngiliz diplomasisinin ilk göze çarpan başarısılığıdır. Neticede Lozan Antlaşması, Türkiye'yi yaka paça Avrupa'dan atmak yerine, Avrupa'yı Türkiye'den atmıştır." Time dergisi, 14 Nisan 1924


- "Lozan'ın manzarasının Avrupa diplomasisinde eşi yoktur. Türkiye, Müttefikleri yenilgiye uğratarak onları moral açısından aşağılamıştır. Lozan barışı, Avrupa'nın moral çöküntüsünün yazılı bir belgesi olacaktır. Antlaşma, Helen ulusunun yüce düşüşünün mersiyesidir." Yunan Patris Gazetesi


- "Lozan bir Türk Zaferi'dir." Hollanda basını


- "Türkiye, başlıca amacı olan egemenliğe sahip yönetim sistemini elde etmeyi başarmıştır" İtalyan Corriera Della Sera


- "Lozan'da Müttefikler Türk ulusçularının yaklaşık olarak tüm taleplerine boyun eğdiler. Dünya şaşılacak bir manzarayla karşılaşmıştır. Yenilgiye uğratılmış ve görünürde yıkılmış olan bir ulus, yıkıntıların üzerinden yükselerek kesinlikle eşit koşullar içerisinde dünyanın en yüce uluslarının önüne çıakrak 1.Dünya Savaşı'nın aşağılamış olan mızafferlerinden hemen hemen her ulusal dileğini kazanmıştır..." İngiliz tarihçi Arnold J.Toynbee


"Lozan Antlaşması'ndaki hükümleri, öbür barış önerisiyle daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Önsözünde "Kurtuluş Savaşı", girişinde "Mudanya Mütarekesi" yazan, sonsözü "Bağımsız Türkiye" olan dünyanın en uzun süreli kalıcı barışının adıdır LOZAN... Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler... Ruhları şad olsun...



Sinan Meydan
Yalanlara, Çarpıtmalara, İftiralara PANZEHİR
Gerçeğe Çağrı, 2015, kitabından
(789) Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan,2014








"Gentlemen, 
I don't think it is necessary any further to compare the principles underlying the Lausanne Peace Treaty with other proposals for peace. This treaty, is a document declaring that all efforts, prepared over centuries, and thought to have been accomplished through the Sevres Treaty to crush the Turkish nation have been in vain.  
It is a diplomatic victory unheard of in the Ottoman history!"

Mustafa Kemal Atatürk
The Great Speech, 1927







VE DAHA NİCE YILLARA
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI





23 Temmuz 2016 Cumartesi

İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi








AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.




MERHABA. 
Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı. 

Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. 

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.


ÜZERİNDE DURMADIK

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. 

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı. 

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı! 

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. 


GEÇİŞ SANCILARI SANDIK

Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. 

Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. 

Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. 


REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. 

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler. 

Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.


HALKI ANLAYAMADIK

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. 

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. 

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır. 

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.)



*



Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı

ÖNCE bir tespit yapalım: Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!" Yanılıyorlar. Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:


- 19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı. 

- İki ülke de tarım ülkesiydi.

- 20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. 

- Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:

- İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.

- Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.

- Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. 

- Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar. 

- Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

- İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

- İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

- İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

- CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

- Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

- 1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu. 

- Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.

- Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

- Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.



YEŞİL KUŞAK PROJESİ

Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

- Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti.

- ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.

Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

- İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

- Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

- ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

- Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

- ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.


Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.

Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.

Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu.

Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.

Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.


Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.

Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!


DESTEK ESNAFTAN

İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.

Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...

Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı. 

Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.



Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?



Soner Yalçın
22 Eylül 2007, Hürriyet









"Hakikatleri başka kalıplara sokarak tanınmaz hale getirenlerin amacı tarih yazmak değildir."










Mustafa Yıldırım'dan Zifiri Karanlık!





"Verdiğimiz rahatsızlık için özür" dilemiyorum! Özür dilemiyorum; çünkü rahatlık düşkünlüğü bitsin diye uğraşıyoruz! Özür dilemiyorum, çünkü "Gerçeklerden kaçarak karanlıktan kurtulamazsınız!"

Zifiri karanlıkta boğulmanın suçlusu kim?

Yazarlar, gazeteciler, her meslekten yüksek-orta öğrenimliler... Maskeli iblislere kul-köle olanlar! Türk egemenliğine düşman olsunlar diye devlet parasıyla okul açanlar! Kürt-Arap şeyhlerini "Türkçü" diye yutturanlar! Yabancı devletleri kendilerine önder ilan edenler! Daha nicemiz!


En hafif suçumuz: Görevi savsaklama!"

En bağışlanmaz suçumuz: Kişisel rahatlığımız için aymazlık, vurdum duymazlık!

En ağır suç: Türkleri "din" maskeli Ortadoğu tiranlarına, ağa-şeyhlerine bağlayarak onların erdemlerini, törelerini çürütmek!

Daha ağır suç: Bin yıldır bağımsızlığı ve özgürlüğü için ölümü göze alanların çocuklarını elin devletlerinin kanatları altına sığınmaya alıştırmak.

Ne o azınlık ne de bu azınlık!

Asıl suç Türklerindir, çünkü siyasal örgütlerini, kurumlarını azınlık milliyetçilerine, "din" tüccarlarına teslim ettiler; kendilerine "aydın" diyen cahillere mürit oldular!

Elbette Türk gençlerini birbirlerine kırdırarak enerjilerini tüketen yabancılar da vardı; ancak vuruşan gençlerin hiç mi aklı yoktu?

Suçluyu öncelikle dışarıda arayanlar, kötülükleri belirli bir odağa, bir ırkın gücüne-şeytanlığına bağlayarak işin içinden sıyrılanlar en belirgin huyudur "gerçekten kaçmak!"

Ne var ki "gerçeklerden kaçanlar zifiri karanlıktan kurtulamazlar!

Hem kendilerini, hem de kendilerine yüzlerce yıldır yoldaş olan mert yurttaşlarını tarihten silecek tutsaklığa sürüklerler!

Başımızı ellerimizin arasına almak, tüm geçmişimizi, bireysel hatalarımızı kendimize itiraf etmekle işe başlamanın ve suçumuzu saptamamızın zamanıdır!

Zifiri Karanlıkta ölmeden önce!

Mustafa Yıldırım,
01 Temmuz 2016, Güncel Mersin







Aralık 1992 sonunda Humeynli Ruhullah'ın torunu Ferişte İstanbul'da konuşturulmuş; "Kahrolsun laik diktatörlük! Yaşasın Hizbullah!" sloganlarıyla selamlanmıştı!

30 gün sonra, 24 Ocak'ta Uğur Mumcu öldürülmüş; İran'da eğitilen Üsküdarlı grup da Jak Kamhi'yi öldürmeye çalışmıştı.

10 gün sonra Kağıthane'de, şimdilerde Halkalı'nın sözcüsü olan kişi "Aziz Nesin hakkında İslamın hükmünün yerine getirileceğini" açıklarken binlerce kişi, "Yaşasın Hizbullah" diye haykırmıştı.

Bu toplantıdan sonra birbiri ardına intikam gösterileri düzenlenmiş ve yolun sonunda "İslam inkılapçılarının yönlendirdiği" kitle Madımak'ta 33 kişiyi yakılarak öldürmüştü.

Aynı gün İran sınırından giren 300 PKK'li terör estirmiş, Başbağlar'da köylüleri kurşuna dizmişti.

 1993'ün sonunda birbiri ardına düzenlenen toplantılar, ilişkilerin Cezayir'den Keşmir'e genişlediğini de gösterdi. 28 Aralık 1993'te, "Dünya Müslümanlarıyla Dayanışma ve İntifada Gecesi"ne Hamas'tan Azam Tamimi, Keşmir'den Hizb-ul Mücahidin Genel Emiri Gulam Nebi Nuşehri, Abdurreşid Turabi, Cezayir FIS örgütünün kurucusu Şeyh Abdulbaki ve Bosna'dan Kazım Çetiç katıldı.

"Ellerinde kelime-i tevhid" bayrağıyla salona giren 13-15 yaşlarındaki çocuklar tur atarken coşku arttı. "25 kişilik marş ekibi" tef eşliğinde seslerini yükseltirken, Azam Tamimi onlara eşlik etti ve öfkeyle konuşmaya başladı; Yaser Arafat'ı "ihanet içinde" olmakla suçladı.

İkinci konuşmacı Gulam Nebi coşkuyu iyice artırdı; konuşması "Allahuekber" haykırışlarıyla her kesilişinde sağ yumruğunu havaya kaldırıyordu.

Kemal Şahin Hoca, "Te Ce'nin kuruluş yıllarından itibaren Müslümanlar üzerinde uygulanan baskıları" anlatırken sloganlar sürdü:

"Laik devlet yıkılacak elbet!
Yaşasın şeriat!
Müslüman zulme boyun eğmez!
Kahrolsun laik diktatörlük!"

Konuştukça coşan Kemal Şahin Hoca, "Ölmesini bilmeyenlerin yaşamaya hakları yoktur!" diyerek şehadete çağırdı ve  haykırdı:

"Erbilli Esad Efendi'lerin, Şeyh Said'lerin, İskilipli Atıf Hocaların kanlarının yerde kalacağını mı sandınız?"

Böylece Menemen'de baş kesenler, MTTB'yi yıllarca yöneten, "Osmanlıcılık" görüntüsü altında Arap milliyetçiliğini, Arabistan kralına bağlılığı savunan Türk karşıtlarının Şeyhi, Erbilli Kürt Esat'ın adı öteki Kürt Şeyhinin adıyla birlikte ilk kez anılıyordu.

Kemal Şahin Hoca'nın öç almaya çağıran sözleri, dinleyenleri bir kez daha coşturdu ve salon haykırışlarla inledi:

Muhammed'in ordusu laiklerin korkusu!
Kemalist devlet yıkılacak elbet!

"İslami devlet duasıyla" sona eren bu toplantıda Türklerin Cumhuriyeti'ne meydan okumuşlardı.

*

1909'da başlayan "Çürüme", Kürt-Arap Şeyhlerinin isyanlarıyla gelişen Türk karşıtlığı Zifiri Karanlıkta serpildi. Gizliden değil, göstere göstere, bağıra çağıra yürüdüler! 1982'de İran'da eğitilenlerin örgütüyle başlayan suikastlar 1988'de "Cellad'ın Günü" ile sürdü...

AKP önderinin buyurduğu gibi "İnkılap" başarıldı...

Bakalım gününü idare eden Türkler, "Zifiri Karanlıkta Savaşmadan..." diyerek akıllarını başlarına toplayabilecekler mi?

Ağızlarından "Ulus" sözü eksilenlerin maskeli balosu sürerken zor!

Oğuz Boylarının kanadını iyice kıran Madame,  Te Ve balosunda Ayetullahların karanlık eğitimini överek yaşlanıp, pörsüyen ününü canlandırmaya çalışıyor!

Gösteri dünyasıdır bu! Büyük, gösterişli salonlardan, adındaki "Cumhuriyet" ile idare eden gazetelerden düşe düşe...

Gündemde kalabilmek için gerçekleri saptıranların, eksik bildirerek ortamı bulandıranların yayınlarına dikkat! 



Mustafa Yıldırım
Zifiri Karanlıkta Çürüme,  Cellad'ın Günü ve Savaşmadan....









Konularında Türkiye'de ve Dünyada birer ilk olan "Ortağın Çocukları" ve "Sivil Örümceğin Ağında" kitaplarından sonra, 100 yıllık "din" maskeli saldırının belgesi "Zifiri Karanlıkta" kitabı da konusunda bir ilktir! 

Gerçeklerden kaçarak karanlıktan kurtulamazsınız!

Mustafa Yıldırım, on binlerce sayfalık dava dosyalarını, yine on binlerce sayfalık yayınları, raporları Türkiye ve İran'ın karşılıklı tarihini ele alarak yenileşmeye, kadın haklarına, halk egemenliğine düzenlenen güdümlü isyanları, "din" maskeli diktatörlüğün kuruluşunu Humeyni'nin Kum'dan-Necef'ten Türkiye'ye gönderilen imamların, suikast komutanlarının, yerli ameliyatçılarının izlerini sürdü. 

1908 yılından günümüze "Din kurtarıcısı" maskesiyle siyasal-ticari egemenliklerini sürdürmek için, devletlerin her ileri adımına karşı ayaklanan Kürt-Arap şeyhleri, Suudi kralları bağlıları, Necef'teki Humeyni'nin 1976'da başlayan Türkiye örgütlenmesi... 

Ordunun darbe gerekçeleriyle tasfiye edilişi... Terör eğitiminden geçirilen, silah-istihbarat desteği verilen, doğrudan yönetilen ekiplerin İmam'ın fetvalarına uygun suikastları, saldırıları, casusluk etkinlikleri... 

"Demokrasi" ve "din özgürlüğü" maskesiyle devletlerin ele geçirilişi; liberallerin,  solcuların Humeynicilerle toplantıları; Kum'da, Tahran'da temsilci bulunduran Kürt Hizbullahilerin cinayetleri, gerilla savaşı hazırlığı...  

Türkiye'de ve dünyada eşzamanlı terör eylemleri, cinayetler... "İslamcı" maskeli darbenin önünü açan aydınların bazıları, yine o darbecilerin ameliyatçılarınca öldürüldüler. 

Onların ölümü, aydınların,  yazarların, hükümet edenlerin, gazetecilerin, akademisyenlerin ve halkın duyarsızlığının bedeliydi. 

Batıdan-Doğudan beslenen Hizbullahilerin, etnik milliyetçilerin saldırılarıyla yurdu kaplayan zifiri karanlıkta Türk egemenliğinin bitirilişinin dönemsel bir bunalım olmadığını, 100 yıllık siyasi ikiyüzlülüğün ve halkın vurdum duymazlığının eseri olduğunu ve sonrasını..



Mustafa Yıldırım
Zifiri Karanlıkta - Cilt 1
İçten Çürüme - Cellad'ın Gecesi


Zifiri Karanlıkta - Cilt 2
Demokrasi Tuzağı - Cellad'ın Zaferi
UDY - Ulus Dağı yayınları
Kitaptaki yerli-yabancı 2500 adı içeren "Dizin" bu cildin sonuna eklenmiştir.











GERÇEKLERİ Mİ ÖĞRENMEK İSTİYORSUNUZ?
BUYRUN O ZAMAN...
SB.





17 Temmuz 2016 Pazar

Mehmetçik














Mehmetçiği itibarsızlaştırmak kimsenin haddi değildir.
Çünkü Mehmetçik Biziz. 
Diğerlerinin ne olduğunu Tanrı bile bilmiyor!..












"Satır satır oku ve o sela neden okunuyor anla."
Levent Üzümcü.

Alman faşizminin başlaması için Alman Parlamentosu’nun yakılması gerekiyordu!
Reichstag yangını bugünlerde ne anlatır?  
Selami İnce'nin makalesi 28.02.2016 Birgün






Vatana, millete, devlete bu ihaneti kim tezgahladıysa... Kimlerin veya hangi yapılanmaların bu alçaklıkta en küçük bir payı varsa Rabbim onları kahretsin.

30 yılı aşkın meslek hayatımda çok kriz günleri, çok can sıkıcı gündemler yaşadım. Fakat hiçbiri önceki gece yaşadıklarımızın kenarından bile geçemez. O, Irak'ı, Libya'yı, Suriye'yi andıran dehşet gecesinin Ankara versiyonunu andıran görüntülerini tekrarlamayacağım. Olup bitenlerin bir bölümüne, televizyon ekranlarından gazete sayfalarından şahit oldunuz. Şimdilik, gördüklerinizin ve bildiklerinizin, göremedik ve bilmediklerinizin çok azı olduğuna inanın yeter!..

Biliyorum; sabırlı olmalıyım.Biliyorum; 3-5 gün daha dişlerimi sıkıp olayların sıcaklığının geçmesini beklemeliyim. O yüzden genel bir değerlendirme ile kendimi tutmaya çalışıyorum.

15 Temmuz Cuma gecesi olup bitenin adı; yine senaryosu ABD'de yazılmış, buralarda birilerinin, piyonların eline tutuşturulmuş çakma darbedir. Bu sözlerimden darbe yanlısı falan olduğumu çıkarmayın!.. Rahmetli Alparslan Türkeş'in de dediği gibi; en kötü demokrasi en iyi ihtilalden daha iyidir. Onun için çok uyanık kalmalıyız.

Televizyonlardan seyrettiğim, o Mehmetçiklerimizin yere yatırılışları, eller yukarıda teslim alınışları, vatandaşlar ve polislerimiz tarafından yerlerde tekmelenişleri, çıplak halde polis otolarına kafalarına vurularak bindirilmeleri ciğerimi dağladı. Hele bugüne kadar, her ne şartta olursa olsun onu gözünden bile sakınan Türk insanının Mehmetçiği linç edercesine dövmesi yok mu... Sözün bittiği yere bir kez daha geldik. Bu millet ilk kez Mehmetçiğini dövdü... İlk kez ona tokat attı... Ne için?.. Ne acı, ne kadar büyük bir acı!.. Ne hale getirildiğimizin farkında mısınız?..

Bu alçak darbe girişimine kalkışan, şerefsiz, haysiyetsiz dangalaklar da acaba nasıl bir oyunun piyonu olduklarının farkında mıdırlar?.. Neye ve nereye hizmet ettiklerini, uşaklık ettiklerini hiç mi düşünmediler?..Şehit düşmesin diye tankın üzerinde yaralı polis arkadaşının üstüne yatıp kendini siper eden Mehmetçik'ten nerelere geldik...

O gün bu görüntü ile ne kadar da haklı olarak övünüp gurur duymuş, hainlere karşı daha da kenetlenmiştik. Kardeş kardeşi vurdu ve öldürdü. Bölücü hainlere karşı omuz omuza çarpışırken şehadet şerbeti içen kahraman polis ve askerlerimizin birbirine silah çektirilip, düşman edildiği ve çok tehlikeli bir kamplaşmanın tezgahına oturtulduk.

Hani, Türkiye'nin itibarıydı?..

Televizyonlardan ve gazetelerden bu sefer ambargolanmayan, mahkeme kararı ile yayın yasağı getirilmeyen görüntülerin kimleri sevindirdiğini düşünebiliyor musunuz? PKK/PYD'yi, IŞİD'i, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya'yı... Barzani'yi, Öcalan'ı, Cemil Bayık'ı, Karayılan'ı...Türk milleti 20 yaşındaki Mehmet'ini tokatlarken!..

Öncekilerinden farklı bu seferki çakma ABD darbesi başarısız değil başarılı oldu!.. Akıl ve zekamızla alay edercesine kurgulanan bir senaryo ile Türk milletine Muhammed'in askerini dövdürdüler. Ergenekon, Balyoz, Casusluk, kadın pazarlamacılığı gibi davalarla TSK'yı itibarsızlaştırmayı hedefleyenlerce Türk milletine bitirici darbe vuruldu. Türk milletinin bel kemiği olan ordu-millet anlayışına suikast yapıldı. Siyasetçilerin akıl almaz gazına kapılanlar ise önüne ardına bakmadan gitti Mehmetçiğini dövdü, hakaret etti. Suçlu ile suçsuzun ayıklanması beklenemedi.

Esasında olması gereken, bugünün darbecilerini o makamlara, rütbelere getirip terfi ettiren siyasi iradenin, o isimleri tutup kulaklarından yargının önüne getirmesinin beklenmesi değil miydi?.. Aynı zaman da siyasi iktidara, "darbecileri bu makamlara niye getirdiniz" sorusunun sorulması lazım değil miydi?.. Kumpas itiraflarının ardından onca zaman geçti, niye gereken tedbirler alınmamış ve gerekenler yapılmamıştı?..

Evet!.. Çakma darbe başarılı oldu…

Bu hain, piyon dangalaklar yüzünden yarım yamalak, kör topal giden demokrasimiz esas şimdi askıya alındı. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin rejiminin değiştirilmesi için çalışanlara ve bir türlü yeterli desteği bulamayanlara büyük bir mağduriyet alanı açıldı. Yeni kahramanlık (!) meydanlarına servis yapıldı. Ülkenin kötü gidişatının önüne geçmek için -az bir şey- demokrasi ile çıkış yolumuz vardı onu da kapattılar.

AKP saltanatının emellerinde başarılı olması için ellerine verilen yeni mağduriyet alanı ile eskisinden daha ceberut olacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek var mı?..

Olup bitenleri çok iyi okuyup ders almazsak, 27 Nisan e-muhtırası ile 15 Temmuz çakma ABD darbesinin benzerliklerinin sonuçlarını yine çok acı bedeller ödeyerek yaşarız.Baş rol oyuncularına, figüranlara ve yardımcılarına bakın. Onlar hep aynı…

Sadece senaryolar güncelleniyor!..

Ahmet Takan
17 Temmuz 2016 - Yeniçağ









Binlerce Mehmetçiğimizin duygularını dile getiren bir  Mehmetçiğimizden sitem: 

"İyi ki doğuya düşmüşüm. En azından düşmanın kim olduğunu, merminin nereden geleceğini biliyoruz." 
"Benim gibi vatani görevini yapan o askerleri linç edenlerin burada bize mermi sıkan pkk dan hiç bir farkı yok. 
Unutanın a... k..."
Batuhan Gutok



Üzülmeyin Mehmetçikler, biz o "ne idüğü belli olmayan halk"tan değiliz. 
İçimiz kan ağlıyor.....





NE DARBECİYİM NE F'Cİ NE DE PARTİCİ!

F'nin Askeri!
F'nin Polisi!
F'nin Hukukçusu!
F'nin Öğretmeni!
F'nin Gazetecisi!
Ama
F'nin Politikacısı! na gelince,
O yok işte!
Kiminle dalga geçiyorsunuz!..
Yemezler!

Herkes ağız birliği etmişcesine her şeyi de F ye bağlıyor. Ben buna inanmıyorum. 
Bu işten kim çıkar sağladıysa o yaptırdı, dolaylı dolaysız müdahaleleri var.






"Bu bir askeri darbe bile değil, "askerde darbe"! Daha ilk açıklamalarında Türkiye'ye "yeni bir anayasa" yapacaklarını söylüyorlar... Memleketin önündeki en büyük tehdit, "yeni bir anayasa"...  İyi bir yaşam için kolay yol yok. Çıkışımız bir grubun-darbesinin ucunda değil; bizim kendi ellerimizde.  Türkiye'ye dokundurtmayacağız." - Birgül Ayman Güler






ve
MEHMETÇİKLERİMİZE İŞKENCE EDENLER VE SEBEP OLANLAR YARGILANMALIDIR.









NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE




SB.