Translate

30 Kasım 2015 Pazartesi

KÖY ENSTİTÜLERİ, EĞİTİM, MEDENİYET ve EMPERYALİZM











Köy Enstitüleri,köy okullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla, 1940 yılında Anadolu'nun 21 ayrı bölgesinde açılmıştır.

Cumhuriyetin bu ulvi projesinin amacı; köyden gelen yetenekli çocukların tam donanımlı olarak yetiştikten sonra, tekrar köylerine dönerek geride kalan ve okuma fırsatı veya olanağı bulmamışları eğiterek ülkenin okuryazar düzeyini yukarı taşımasıydı. Köy Enstitüleri’nin o günkü eğitim yöntemi gününün en ileri eğitim yönteminden daha donanımlıydı

Köy Enstitüleri, Başbakan İsmet İnönü döneminde, Bakan Hasan Ali Yücel ve eğitimci İsmail Hakkı Tonguç'un büyük gayretleriyle kurulabilmişti. Toplam 17 bin mezun veren bu okullar, ne yazık ki "Gerici Güçler" ve "ABD'nin" baskısıyla 1954 yılında resmen kapatıldılar...






Köy Enstitüleri neden kapatıldı?


Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, 1926 yılında “ Toplam 4 Köy Muallim Okulunu” açtıktan sonra, Saffet Arıkan’ın 1936 da önce, Eğitmen kursu, sonra Köy Muallim Mekteplerinin ihyası, bunlardan alınan iyi sonuçlar sonrasında, 3 yıllık deneme sonunda 17 Nisan 1940 MEB Hasan Ali Yücel döneminde 3803 sayılı kanunla . “Köy Enstitüsü” açılmıştır. 1941 de, 4274 sayılı yasa ile de, köylerde çalışacak sağlık memuru ve ebelerin bu okullarda yetiştirilmelerine karar verildi.


Köy Enstitüsünün açılmasını mecbur kılan, zamanın Türkiye’sinin sosyal yapısına göz atmak gerek. 1935 verilerine göre 16 milyon nüfusumuzun 12 milyonu köylerde yaşıyor. Bu kütle, ilkel bir şekilde tarımla uğraşıyor. Köy ve toprak ağaların emrinde, onlara bağımlı şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar. 40 bin köyün 35 000 inde okul ve öğretmen yok. 1 700 000 çocuktan sadece 300 000 i okula gidebiliyordu. Bunlardan sadece binde biri bir üst kademedeki okullara devam edebiliyordu. Geri kalan çocuklar ise ailelerine yardımcı oluyor, zamanla da okuduklarını unutuyorlardı. 


Yüzdeye vurduğumuzda, erkeklerin % 76.7 si, kadınların % 91.8 zi okur yazar değildi. Mevcut öğretmenlerin %78 zi kentlerde çalışıyor. % 22 si de okulu olan 4-5 bin köyde çalışmaktadır. Şehirlere alışkın olan öğretmenler, uyum sağlayamama nedeniyle köylere gitmeyi düşünmezlerdi. Tıpki bugünkü gibi, doğuya gitmeyi arzulamayanlar gibi.. İlkel de olsa, üretim araçları ağaların elindeydi.. Köye, çiftliğe, mezraya herhangi bir doktor , hemşire, ebe gitmezdi. Hastalar, üfürükçülerin, nuskacıların, ermişler gözü ile bakılan kişilerin eline bırakılırlardı.


Ülkenin bu durumu, Atatürk ilke ve inkilaplarına, Cumhuriyete ve halk felsefesine uymuyordu. Çare arayan zamanın MEB Saffet Arıkan ve İsmail Tonguç’un uğraş ve 3 yıllık denemeleri sonunda Köy Enstitüleri kuruldu..



PEKİ NEDEN KAPATILDI


Köy Enstitüsü yasasının kabülü sırasında, bunun uzun ömürlu olmayacağı belliydi. TBMM nde 426 kayıtlı Milletvekili vardı. Oylama gününde, başta Celal Bayar, Adnan Menderes olmak üzere, sonradan Demokrat Partiyi kurup katılacak olan 148 Milletvekili meclise gelmediler. Yasa, gelenlerin oybirliği ile, 278 oyla kabul edildi.. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de, yasayı destekliyor ve “Kitap mermi gibidir” veciz ifadesiyle taraf olduğunu belirtiyordu.


Bazı güçler yasanın çıkmasını istemiyordu. Çıktıktan sonra da aleyhine propoganda yapmaya devam ettiler. Daha çocuk yaştaki Köy Enstitüleri boy hedefi olmaya başlanmıştı. Büyük toprak ağası, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu, bir konuşmasında , henüz mezun dahi vermeyen Köy Enstitüler için 1943 de, “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” söylemiştir. Yetiştiler ama kafa da kesmediler.


CHP “Çiftçiyi Topraklandırma” adlı yasa taslağını TBMM ne getirdiğinde, birçok Milletvekili istifa etti. Bunlar Demokrat Partiyi kurdular. Bilindiği gibi bunların çoğu, toprak ağası, köy ağası, şeyhler, dedeler olup söz sahibiydiler. 


Tabiatıyla Köy Enstitüsüne karşı olacaklardı. Yetişen gençler, babalarına benzemiyor. Ağalık ve aşiret düzenine karşı baş kaldırıyorlar. Şeyh ve şıhların eteklerini öpmüyorlar. Ağaların önünde baş eğmiyorlar. Bilime önem veriyorlar. Ağalık sistemini ve köylünün fakirliğini sorguluyorlar. Hak hukuk aramaya başlıyorlar. Atatürk İlke ve İnkilaplarını, düşüncelerini en üst seviyede tutmaya başıyorlar. Bu gençlerin çoğalması, Birçok insanın menfaatlarına dokunacağı kaçınılmaz. Hatta CHP sinde kalanlar içinde de, Köy Enstitüsüne karşı homurdananlar gün geçtikçe çoğalmaya başladı. . Güçlerinin çok azalmasını, istifaların durdurulması lazımdı. . Bir gün, Kepirtepe Köy Enstitüsüne ziyarete giden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bir kız öğrenciye, çantasında neyin olduğunu sorar. Kız çantayı açar, göstererek, “ Bir parça ekmek, bir parça köfte ve birde Dünya Klasiklerinden bir kitap “der. İnönü mutlu olur. 


Etrafındakilere dönerek, “ Ne zaman Türkiye’de, erinden generaline, sade vatandaşından Cumhurbaşkanına kadar, herkes, ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, gerçek kalkınma başlamıştır demektir “ diyen İnönü, yandaşlarının baskılarına dayanamayarak, Hasan Ali Yücel ve İsmail Tonguc’u görevden alarak, MEB na Reşat Şemsettin Sirer’i getirdi. Tonguç, önce Talim Terbiye kuruluna, sonra da bir okula öğretmen olarak atanır. Sirer, 1947 de, “tüm Köy Enstitülerinin kuruluş özelliklerinin ortadan kaldırıldığını, bu okulların sıradan bir köy okulu olduğunu “ söyleyerek, müfredat programını değiştirdiler. Böylece, erimekten korkan İnönü’nün sırtından da yük kalkmış oldu. İşte bu dönem, sağcılara yaranmak, CHP yi toparlamak için okullarda din dersleri ve İmam Hatip Okullarının açılması dönemidir.


1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Ocak 1954 de 6234 nolu yasa , ile uygulamaya tamamen son verdi.


Köy Enstitülerinde toplam olarak 17342 öğretmen yetişmiştir. Bunların 1398 i bayan 15943 ü erkektir. Yine bu okullarda 7300 sağlık memuru, 8756 eğitmen yetişmiştir.


FACEBOOK HESABI:





"Eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, cehaletin bedelini hesaplayın."
Howard Gardner
(çoklu zeka kuramı)










Türkiye'de 1947-1950 yılları arasında öğretmenlik de yapmış olan Kirby, 1951-1954 arasında Türkiye'de Köy Enstitüleri'ni incelemiş, 1954-60 yıllarında da toplamış olduğu bilgiler, belgeler üzerinde çalışarak tezini tamamlamıştır. Bu arada, kendisinin Hakkı Tonguç ile de birkaç kez görüştüğü, mektuplaştığı kalan belgelerden anlaşılmaktadır. O günlerin ortamının etkisiyle olsa gerek, Tonguç başlangıçta ona pek güven duymamıştır. Bunu Sabahattin eyüboğlu'na yazdığı 25.4.1954 günkü mektubundan anlıyoruz: "... Amerikan Yardım Heyeti'ne rapor hazırlamaya memur...gibi geldi bana..."


Kirby 1962 yılında sonra Türkiye'ye yerleşmiş, İzmir dolaylarında bir tarım işletmesi kurmuş ve burayı çalıştırmış, daha sonra da Ankara'ya yerleşmiştir. Bundan sonra yaşamını İngilizce dersleri vererek sürdüren Kirby, 1950 yılında Ankara'da yaşamını yetirmiştir.


"Tezde varılmış sonuçlardan anlaşılacağı gibi bir eğitim hareketi olarak Köy Enstitüleri'nin toplumsal gelişim ve değişim sürecini hızlandırmaktaki etkinliğinin evrensel boyutlarını kavrayan, kendi deyimi ile "dünya ölçüsündeki değerini anlayan", bunu bilimsel yöntemlerle irdeleyip değerlendiren, bu alanda bugün bile aşılamamış en kapsamlı ve özgün araştırmayı yapan ilk eğitbilimsel sayın Fay Kirby'dir. Bu nedenle Köy Enstitüler kendisine teşekkür borçludur." Engin Tonguç


Türkiye'de Köy Enstitüleri - Fay Kirby
çev: Prof.Dr.Niyazi Berkes











BANU AVAR’I ŞAŞIRTAN GERÇEK

Sevgili arkadaşım, değerli dostum gazeteci-yazar Banu Avar, bilindiği gibi sadece Türkiye’nin en önemli aydınlarından biri değil, aynı zamanda dünyayı da en iyi tanıyan gazetecilerden biridir. Kendisi, Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya dünyanın birçok ülkesini gezen çağdaş bir gezgindir… Banu Avar’ın gittiği ülkelerden biri de Venezuella’dır. Avar’ın Venezuella’da gördüğü bir tablo ise, “sahte solcularımızı” çok kızdıracak, hatta günlerce kara kara düşündürecek  türdendir… Çünkü Banu Avar’ın gördükleri, Venezuella’nın antiemperyalist lideri H. Chavez’in de Atatürk’ten, Atatürk devrimlerinden etkilendiğini kanıtlamaktadır.

Şimdi Banu Avar’a kulak verelim: "Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla ‘şu fabrikayı görüyor musun? yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul onun arkasındaki de bizim ev.’ ‘Eeee ,dememe kalmadı’ Rehber ‘Biz buna ATATÜRK modeli’ diyoruz’ diye  yapıştırdı.” Venezuella’da bu gördükleri ve duydukları üzerine duygulanan Banu Avar:  "Venezuella tepesinde tüylerim diken diken, gururum tavan yapmıştı..." diyerek anlatmıştır heyecanını…


Sinan Meydan / link










Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyordu. Senatör Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İç Yüzü” ve “Amerikan Emperyalizmi ve CIA” adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1947'de imzalanan Eğitim Komisyonu’yla ilgili anlaşmanın 5. maddesi şöyleydi:


"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır.Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi Amerikan büyük elçisi verecektir.” Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacak ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır. Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.


O günden 2007' ye 58 yıldır, “Milli Eğitim”imizi ve daha pek çok bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyor. Bu durun, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?) İsmet İnönü, Amerikan Yarı-Sömürgesi Olduğunu Açıklıyor. Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların 1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk ulusunun anlına bu lekeyi süren İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra,1963'de şöyle itiraf etmişti.


“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.

Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla red ettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”


Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında: “Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” .. demek gerekiyor.


İsmet İnönü’nün bu sözleri, kendisinin Türkiye’yi içine düşürdüğü durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği gibi, onun bir Türkiye Cumhuriyeti kahramanı, Cumhurbaşkanı, Başbakanı olarak ne denli çaresiz olduğunu da ortaya koymaktaydı.


Cengiz ÖZAKINCI’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından alıntıdır 









Güne Başlarken - 2 Mart 2012 / Mahiye MORGÜL
DERSANELER EĞİTİM ŞİRKETİ OLURSA  :  

Dersaneler yerine paralı sertifikalı kurs veren “okullar pazarı” kuruluyor. En ucuza çalışacak öğretmeni nerden bulacakları bile hazırdır; tayin edilmeyen binlerce genç öğretmen… Köle öğretmenlik sistemine geçiyoruz! Eğitim şirketleri piyasasına destek için şöyle düzenlemeler yapılıyor: Kurumlar vergisinden muafiyet. Bankalardan öğrenci başına eğitim kredisi (ABD modeli). En az masrafla en büyük kâr getiren iş olacak eğitim. Tam bir sömürü piyasası geliyor. Eğitim piyasası daha kurulmadan pastadan pay kavgası başladı bile. Tarikat-Cemaat çatışması diye bize gösterilenler, kamucu eğitimin bitirildiğini ustaca gözden uzak tutmak içindir. Biz de, “dersanelerden bıkmıştık” diye sevindiriliyoruz. Bu arada Liseler sinsice kapanıyor, üzerinde konuşan yok.  "....Cemaat dershaneler yoluyla budanıyor.." söylemine dikkat!


Aklınızda olsun; dersanelerin EĞİTİM ŞİRKETLERİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ eşzamanlı getirilen Parçalı Piyasacı Eğitim Yasasının gereğidir.  Piyasada Sertifikalı Kurslar olacak, kursları veren eğitim şirketleri sistemi geliyor. “Paran kadar eğitim” budur! YÖK de kapanıyor ki, artık merkezi sistem sınavlar ve doğal olarak sınava hazırlayan dersanelerin kaldırılması, Sınav Şirketleri Piyasasının kurulması var önlerinde. Hele bir kere Parçalı Eğitim Yasasını geçirsinler, daha neler geliyor arkasından!..


Dersanelerin kapanmasında bizi yanıltan söylemle geliyorlar, bu yolla Mesleki Yeterlilik Kurumu kendini gizleme fırsatı buluyor... MEB yerine ikame edilmiş olan piyasa üst kuruludur, internetten kuruluş yasasını okuyunuz lütfen. Küreselci sisteme göre “okullar pazarı” açılıyor; pazar paylaşım savaşıdır gördüğümüz. Küresel sermayenin alanı ele geçirmesi için önce yerli piyasanın iştahını kabartarak desteği sağlanıyor.  Değişimin arkasındaki gücün Dünya Bankası ve Mesleki Yeterlik Kurumu olduğunu söylemek gazeteciliğin en zor yanıdır. Yasaya direnen kalemler var. Okullar pazarının kuruluşuna bu kadar yaklaşmışken gerçeği söyleyen kalemleri susturmak da işlerinin arasında olmalıdır. 


Anımsatıyorum: Eski Talim Terbiyenin başı Ziya Selçuk ile Eser Karakaş 2007 de TV'de şunu demişlerdi: "Müfredat reformu eş zamanlı değişimleri gerektiriyor. Sistemi bloke eden sınav sistemi ve dersanecilik var." (bkz. "Eğitim Neden ve Nasıl Sektörleştiriliyor" Eğitim Küresel Piyasaya Teslim, sh.234, M.M.) O gün Ziya Selçuk, 4 yılda Anaokulunda nasıl İngilizce öğreteceklerini, İngilizce öğretmeni olmadan da İngilizce öğretebileceklerini söylüyordu. Bunu size, yasa geçtikten sonra karşılaşacağınız gündemden bir örnek diye verdim. Dışarıdan İngilizce konuşan dadılar getirilecek! 


1200 tane DİB memurunun MEB Din Öğretimi Dairesine geçirilmesi de bu kapsamdadır. Çünkü, Ankara’da MEB çalışanları tarafından Meslek Dersleri verilen sertifikalı dersaneler açılmaya başladı bile. Sadece Din Öğretimi yapan eğitim şirketi kurabilmek için, "öğretmen statüsü almış olmak" gerekiyor olmalı...  Hatırlatayım, dersanelerin yerini alacak 2 yıllık piyasa liselerinde sadece grup derslerinden sertifika verilecek, kültür dersleri olmayacak. Bildiğimiz liseler kapanıyor. Örneğin, Din Öğretimi sertifikası verilen okulda, Edebiyat, Coğrafya, Matematik, Fizik gibi bilim ve kültür dersleri olmayacak. O nedenle yeni sistem okullar BİLİM DIŞI okullar olacaktır. 


Zaten 2005’den beri ders kitaplarında bilgi kalmamıştı, artık tümüyle bilimsiz çağa geçiyoruz. Bakanlıktan ders kitaplarının yeniden yazılacağı açıklandı, artık iyice boş sayfalara baktırılacak çocuklar. Herkes elindeki eski kendi okuduğu yılların ders kitaplarını sıkı sıkı korumaya alsın, lütfen torunlarımız için bunu yapalım.  Kamucu eğitimimiz küresel piyasaya devredilirken, küresel çetenin önünde dinamitleyecekleri Türk Sınav Sistemi ve Dersanecilik var, çok gürültü çıkartacaklarını tahmin etmek zor değil.  Öte yandan, her cemaatin kendi müridini yetiştirmek için iştahını kabartan yeni düzenleme, Parçalı Eğitim Yasası, yani Din Öğretiminin de parçalanarak piyasaya atılması BOP planının içindedir. 


ABD Başkanı Bush’un 2001’de ilan ettiği “3.bin yılın Haçlı Seferi”nin Arap ülkelerinde adı Arap Baharı olan parçalama programının bizdeki şekli, eğitimde birliğin parçalanmasıdır. O nedenle Din Derslerinin kaldırılmasını, hatta kültür derslerini de beraber öğreten bugünkü İmam Hatip Liselerinin kapatılmasını istemek, ABD’nin haçlı projesine yarar, birliğimize zarar getirir. (Açıklama gereği duyuyorum; “haçlı” ifademiz tamamen onların dilidir, Türk Ortodoks-Hıristiyan kardeşlerimize asla sözümüz yoktur.) 


Aydın olmak, din öğretiminde de birliği savunmayı gerektirir. CHP sözcülerinin buna özen göstermesi kendi tabanlarının ve yazar olarak benim de talebimdir.



MAHİYE MORGÜL - 26 MART 2012/kendi sitesi ve eski okul kitaplarımız
KİTAPLARI : 
* Milli Eğitimde Emperyalist Kuşatma (2004-2010) /pdf
* Eğitim Küresel Piyasaya Teslim ; Eğitime 2005 SPAN Darbesi ; Bilim Dışı Ders Kitapları; Çocuklarda Algıda Azlık ; Sınavsız ve Diplomasız Fakülte ; Kamucu Eğitimden Bireyci Eğitime ; Bilimsel Eğitimden Parasal Eğitime ; Tarih Kitaplarına Yazılmayanlar

"Mahiye Morgül, Cumhuriyet'in en önemli adımlarından biri olan, Milli Eğitim ve Eğitim Birliğinin artık MİLLİ olmadığını ve küresel efendilerin emirleriyle şekkilllendiğini belgeleriyle okura sunuyor. Tüm öğrenci, öğretmen ve velilerin incelemesi farz olan bir kitaptır bu." Banu Avar






Kaan Turhan'ı da okuyun
AB"nin programlarının Türkiye tarafından üye olmadan benimsenmesi ve hızlı bir biçimde "AB"ye uyum süreci" doğrultulu bir düzenleme olarak kendini göstermesi düşündürücüdür. Düşündürücüdür, çünkü AB"ye üye olmadan Gümrük Birliği"ni kabul eden Türkiye"nin gümrüklerdeki çelişkisi iç ve dış pazarda Türkiye zararına işlediği gerçeği gözetildiğinde; eğitim gibi gençlik gibi birinci derecede yaşamsal öneme sahip konularda gümrüklerdeki çelişkiyi yaşamak, zararın ülke insanı üzerine yansımasını doğurur ki bu da Cumhuriyet"i omuzlarında taşıyacak ve onu yüceltecek Türk gençliğinin uzun dönemde yitirilmesi demektir." 









"Evet, artık köy enstitüleri yok… Ancak, Büyük Yolgösterici’nin Halkçılık İlkesi kafamızda ve yüreğimizde sapsağlam duruyor. Onun gereğini bugün de yerine getirmek zorundayız; yani Atatürk’ün şu direktifini:
"Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir. Gençlerimiz ve aydınlarımız hangi hedeflere, ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi zihinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmelidir. Aydınlarımız, özellikle de öğretmenlerimiz her vesileden yararlanarak halka koşmalı, halk ile bir arada olmalıdır."

Köy Enstitüleri Kapatıldı Ama Halkçılık İlkemiz Sapasağlam Ayakta / Prof. Dr. Cihan DURA / link










BİR YENİ KUŞAK KÖY ENSTİTÜLÜ, ORKESTRA ŞEFİ, GÜRER AYKAL
İLK MÜZİK DERSLERİNİ ÇİFTELER KÖY ENSTİTÜSÜ MÜZİK ÖĞRETMENİ OLAN BABASINDAN ALMIŞTIR.
GÜRER AYKAL, ESKİŞEHİR,ÇİFTELER 1942 DOĞUMLUDUR.


Eskişehir Mahmudiye’de doğdu. Müziğe babasının verdiği derslerle başlayan sanatçı, 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’na girmiş, Necdet Remzi Atak’ın öğrencisi olarak keman bölümünü bitirdikten sonra kompozisyon bölümüne geçerek Adnan Saygun’un sınıfından mezun olmuştur. Şeflik öğrenimini yurtdışında yapan Aykal, 1969’da kompozisyon bölümünü bitirip orkestra yönetim uzmanlığı için devlet bursu ile İngiltere'ye gönderildi. Londra'da Gluldhall Müzik Okulu yüksek yöneticilik sınıfında ve Royal Academy’de; İtalya’da Academia Chiciana ve Roma’daki Santa Cecilia’da çalışmalarını tamamladı. Orkestra şefliği alanında tecrübelerinden yararlandığı isimler arasında George Hurst, Andre Prévin ve Franco Ferrara gibi ünlü şefler vardır. İngiltere’de Royal Academy’yi bitirdiğinde, bu diplomayı 21 yıl içinde almayı başaran ilk kişiydi[kaynak belirtilmeli]. Türkiye’de yasal olarak atanan ilk orkestra şefi oldu ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şef yardımcılığına atandı. Canta Cecilia Konservatuarı’ndan onur derecesiyle mezun olmuştur.


Sanatçı, 1973 yılında yurda dönmüş, kazandığı başarılarla “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırılmıştır (1981). 1999’da kendi isteğiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan ayrıldı, bu dönem Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nı kurdu. 2000–2004 yılları arasında Antalya Orkestrası’nı kurup geliştirdi. ABD’de toplam 16 yıl şeflik ve genel müzik direktörlüğü yapan Aykal, 1991–2003 yılları arasında El Paso Teksas Senfoni Orkestrası Daimi Şefliği’ni ve Genel Müzik Direktörlüğü’nü yürüttü ve ayrıca “Profesör Emeritus” unvanı aldı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın daimi şefi Gürer Aykal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne (MSGSÜ) kadrolu profesör olarak atandı (2006). Aynı zamanda konservatuvarın 'Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Anasanat Dalı Başkanlığı' görevini de üstlenen Gürer Aykal, Borusan İstanbul Filarmoni'nin Daimi Şefliği görevini ve Genel Müzik Direktörlüğünü de yürütüyor. Aykal’ın eğitimci yönü, yurtiçi ve yurtdışında diğer üniversitelerdeki orkestra şefliği profesörlüğünü de kapsamaktadır. ABD’de Indiana (Bloomington) Üniversitesi, Teksas Tech ve UTEP Üniversiteleri’nde ileri orkestra şefliği dersleri veren Aykal halen Bilkent Üniversitesi’nde bu görevi sürdürmektedir.











KÖY ENSTİTÜLERI: Belgesel / tek part
ya da 



Film














BENİM MANEVİ MİRASIM BİLİM VE AKILDIR

"Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. 
Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.... 
Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada , asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur... 
Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar." 

Mustafa Kemal ATATÜRK 

















TÜRK VATANDAŞLARINA ZORUNLU VİZENİN KISA TARİHİ






Vizesiz Avrupa'da seyahat; 
1963’te imzalanan Ankara (Ortaklık) Anlaşması'nın gereği olarak Türk vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı da söz konusuydu. Bu yasal hakka rağmen, bugüne kadar çeşitli sebeplerle Türkiye ile AB arasında serbest dolaşım engellenmiştir... 
Rüya tabirleri kitabım nerede?








TÜRK VATANDAŞLARINA ZORUNLU VİZENİN KISA TARİHİ


Aslında Türk vatandaşları için AB üye ülkelerine girişte zorunlu olan vizenin tarihi yeni değil: Türk vatandaşları bugünün AB üyesi ülkelerine girişlerinde 1980’li yıllardan bu yana vizeye tabiler.


Avrupa'da vizesiz seyahat kavramı İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa Konseyi tarafından uygulamaya konuldu. Türkiye’nin de 1949 yılında üye olduğu Avrupa Konseyi, vizesiz seyahat kavramı ile üye ülke vatandaşlarının birbirlerini daha iyi tanıyıp anlamalarını ve böylelikle 20’nci yüzyılın ilk yarısında iki korkunç savaş yaşamış kıtanın barışa kavuşmasını hedeflemişti. Bu amaçla 1950’li yılların ilk günlerinde başlayan “Almanya, Türk vatandaşlarına ilk vize uygulamaya başlayan ülke oldu. Almanya’yı sırasıyla Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg takip etti”. görüşmeler, 1957 yılında Avrupa Konseyi Üyesi Ülkeler Arasında Şahısların Serbest Dolaşımı Anlaşması’nın imzalanmasıyla sonuçlandı. 1 Ocak 1958 yılında yürürlüğe giren anlaşmayı takiben 1960’lı yıllara gelindiğinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Avrupa Konseyi ülkelerinin büyük çoğunluğu, karşılıklı olarak vize uygulamasına son vermişti.


Ancak 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye içinde patlak veren siyasi istikrarsızlık, 1980’li yıllarda Türkiye’nin “Vizesiz Avrupa” rüyasından çıkartılmasına kadar ilerledi. Federal Almanya 1957 anlaşmasını Türk vatandaşları için askıya aldığını Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine 9 Temmuz 1980 tarihinde bildirdi. Bildiride vize kararı, “(…) bu tedbir, asayiş nedeniyle gerekli görülmüştür. İltica hakkını kötüye kullanıp, ikamet ve yerleşme hakkıyla ilgili düzenlemelerin biçimini bozmak niyetiyle Almanya Federal Cumhuriyeti’nin sınırlarından giriş yapan Türk uyrukluların sayısı 1980’in ilk aylarında olağanüstü artış göstermiştir. Bu nedenle Almanya Federal Cumhuriyeti topraklarına girişin daha sıkı kontrol edilmesi kaçınılmazdır. Almanya Federal Cumhuriyeti üç yıllık bir sürenin ardından Türklere vize konusunu yeniden gözden geçirecektir” ifadeleriyle gerekçelendiriliyordu. Bildirimin ardından Federal Almanya Cumhuriyeti, Türk vatandaşlarına yönelik ilk vize uygulamasını 5 Eylül 1980 tarihinde “geçici bir tedbir” olarak, üç yıl sonra yeniden değerlendirilmek üzere başlattı.


Aynı yıl 24 Eylül 1980 tarihinde Fransa da, Federal Almanya’yı izleyerek Avrupa Konseyi bünyesindeki anlaşmayı Türkiye için askıya alacağını Konsey’e bildirdi. Gerekçe yine aynıydı: güvenlik endişesi. Türkiye’de iş bulamayan kaçak işçilerin Fransa’ya gelerek yasadışı yollardan çalışmalarını engellemek amacıyla Fransa, Türkiye’nin “Vizesiz Avrupa” rüyasından çıkartılmasına karar verdi ve Türk vatandaşlarına vize uygulamaya başladı. Takip eden yıllarda sırasıyla Belçika, Hollanda ve Lüksemburg (1982 yılında) ardından da tüm üye ülkeler Türk vatandaşları için vizeyi zorunlu bir uygulama haline dönüştürdü. 


Halkaya son eklenen ülke, 1 Temmuz 2013’de AB üyesi olan Hırvatistan’dı. Hırvatistan, AB üyeliğine 4 ay kala, 1 Nisan 2013 tarihi itibariyle Türk vatandaşlarına vize uygulamaya başlayacağını duyurdu. Bu sefer gerekçe güvenlik endişesi değildi. Hırvatistan Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan resmi açıklamada, Hırvatistan’ın AB müktesebatına uygun olarak 3 Temmuz 1967 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Vizelerin Kaldırılması Hakkında Anlaşma'yı feshettiği açıklandı. 



Hukuki Boyut: 

Hukuki alanda 1980 yılından bu yana AB ülkeleri tarafından Türk vatandaşlarına uygulanmakta olan vize konusu, yaşanan güncel gelişmeler nedeniyle gündemin üst sıralarına taşınmıştır. Son on yılda Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) nezdinde Türk vatandaşları lehine karara bağlanan davalar sonucunda Ortaklık Anlaşması’ndan (Ankara-1963) kaynaklanan Türk vatandaşlarının hakları hukuken tescil edilmiş ve Şubat 2009 tarihinde vizenin kalkacağı umudunu yaratan Soysal Davası kazanılmıştır. Söz konusu karar ile Katma Protokol’ün 41 (1) Maddesine dayanarak, hizmet edimi amacıyla seyahat eden Türk vatandaşlarına, Almanya tarafından vize uygulanmasının AB hukukuna aykırı olduğu ortaya koyulmuştur. 


Ancak, Üye Devletler bu kararları hayata geçirmekte isteksiz davranmıştır. Mahkeme salonlarında elde edilen kazanımlar gerçek hayata çok kısıtlı olarak yansıyabilmiştir. Bazı üye ülkelerin ve AB kurumlarının “Demirkan Kararı ile ABAD, Soysal Kararı ve 1987 yılındaki Demirel kararı sonrası geliştirdiği içtihatları göz ardı ederek, geri adım atmıştır”.bu kararlara verdiği tepkiler kimi zaman cesaretlendirici olmakla birlikte bugüne kadar Türkiye’yi tatmin edecek yani “vizesiz dolaşımı sağlayacak” noktaya ulaşılamamıştır. 





İKV DEĞERLENDİRME NOTU TÜRK VATANDAŞLARININ VİZESİZ AVRUPA YOLCULUĞU: 
VİZE SORUNU, GERİ KABUL VE SONRASI
İKV Genel Sekreter Yardımcısı ve Araştırma Müdürü
Melih Özsöz / ayrıntılı olarak pdf





__________________________
















İkiyüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?







"Batı tarihçiliği iki tür benciliğin hala etkisi altındadır : 
Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism) , 
diğeri ırk bencilliği ( Ethocentrism). 
Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi "Türk"tür. Tüm nesnellik ölçüleri, 
konu "Türk"e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. 
"Türk"ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. 
Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı bir şey görmez. 
Onlar için bunlar, evrensel gerçeklerdir. "Türk", Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. 
Batılı tarihçi bu konuda istediği gibi konuşabilir."
 Prof.Niyazi Berkes 
(Vural Savaş'ın "Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla" kitabından)




____________




Onyedinci yüzyılda Osmanlı toprak rejimi tamamıyla çökmüş, tarımsal üretim düşmüş, dış ticaret tamamıyla Batılı deniz ticaret şirketlerinin tekeli altına girmiş, ticaret muvazenesinin aleyhe dönüşü yüzünden memleket artık kesin olarak hammadde memleketi haline gelmiş, bu yüzden zaten on altıncı yüzyıl sonu dünya fiyat devriminden ve yarattığı mali buhrandan sonra sarsılmış olan Türk maliyesi altın ve gümüş varlığını oluk gibi dışarıya akıtmaya başlamış, bütün bunların tesiri ile devlet, esnaf ve köylü ekonomik anlamda büyük darbeler yemiş bir haldedir. Böyle olduğu halde, topluma yeni bir şekil vermek için, Batı'da yeni ekonomik görüşlerin ve siyasetlerin doğduğu bu devirde Türkiye'de bu konuda şümullü hiçbir fikir doğmamıştır. Tarih kaynaklarında sadece akla gelen bazı tedbirlerden başka bir şeye rastlanmaz.


Mustafa III zamanında olduğu gibi, bazı sıkı tedbirlerle maliyenin düzeltildiği oluyordu. Ama ekonomik olmayan usullerle başarılan bu Hazine ahvalini düzeltme başarıları, sık sık girişilen Rusya savaşları uğruna yok edilir, memleket ve Hazine eskisinden harap hale gelirdi. (1)


Selim III zamanında ilk defa olarak güdülen "şahsi teşebbüs yolu ile ekonomik kalkınma" tedbirleri de başka sebeplerle iflas etti. Mahmut II zamanında yapılan reformlardan sonra ancak 1840 yıllarında devlet eli ile bir ekonomik kalkınma siyaseti düşünüldü. Gerek tarım, gerek endüstri alanında devlet eli ile teşebbüslere geçildi. Fakat, ileride dokunacağımız nedenler yüzünden, her iki alandaki teşebbüsler de Türk toplumunda ve ekonomisinde temelli bir değişim yapamadan iflas etti. Bu iflas Türk ekonomisine çok pahalıya mal oldu. Özel ve kamu teşebbüsleri ile modern ekonomiye katılma çabalarının birinci "raund"u o zaman kaybedildi.


Demek ki eski müesseseleri ıslah etme, Batı'da başlayan yeni ve ekonomik ve teknolojik devrimi benimseme ve taklit etme hareketi şimdi sözü getireceğimiz birtakım köstekleyici etkenlerin tesirinden kurtulamıyordu. Bu köstekleyici engeller olmasaydı daha başlangıçtan birçok Batı dışı uluslardan önce bu hareketi başlatmış olan Türkiye'de başarılı doğru adımlar atılabilirdi. Yani başarısızlıklar, bunları gören o zamanki Batılıların sandığı gibi Türk'ün doğasal ekonomik kabiliyetsizliğinden değildi. Türkiye'den çok sonra aynı yola düşen mesela Japonya gibi Asyalı bir ulus, modern ekonomiyi benimseyip uygulamanın mümkün olduğunu göstermiştir.


Türkiye'de güdülmek istenen gelişmeyi çelmeleyen başlıca üç olay boyuna işin içine karıştı ve yukarıda söylediğimiz başarısızlıkları sonuçlandırdı. Bu üç olay bugüne kadar peşimizi bırakmamıştır; zamanımızda da gene onlarla karşılaşıyoruz; ve bizi asıl ilgilendiren de budur. 


YENİLEŞMEYE ENGEL OLAN KUVVETLER


Bunların birincisi, memleket içinde değişmeye karşı daima direnen ve savaşan gerici kuvvetlerdir. Bu gerici kuvvetler çok kere ilerici kuvvetlerden üstün  gelmiştir. İlerde tartışacağımız nedenlerle, ilerici kuvvetler köksüz, gerici kuvvetler ise toplumun dibine kadar kök salmış durumdadır. Bu kökler, ileride göreceğimiz gibi, hâlâ tamamıyla sökülmemiştir; bazıları hâlâ yerinde duruyor.


İkincisi, Batı'dan alınan fikirlerle kendini ıslah etme işine giriştiği zamanlar Türkiye'nin kendini daima Batı dünyasında olup giden çekişmelerin içinde bulması, bunlardan kaçınacağına onlara bulaştığı için Batı devletlerinin politik ve ekonomik peyki haline gelmesi, hiçbir programı sürekli olarak uygulayamamasıdır.


Üçüncüsü, reform teşebbüslerine hep bu çekişmelerin Türkiye'ye yönelmiş olduğu zamanlarda hazırlıksız olarak kalkışılması, bu yüzden, dış baskıların karışması ile yapılan işlerin halk kütlelerinin durumunu iyileştireceğine kötüleştirmesidir. Bu yüzden halk kütleleri arasında devrim veya reform teşebbüslerine karşı daima güvensizlik, hatta nefret yaratılmıştır. Bu durum birçok hallerde irtica hareketlerine, hatta geri tepici ayaklanmalara yol açmış; bu da gericilerin köklerini biraz daha derinlere salmalarına yaramıştır. Yani Türk evrimi kuşaktan kuşağa kangallaşan bir "fasit daire" (kısır döngü) içine girmiştir.


Daha başka bir deyimle, (a) Osmanlı İmparatorluğu'nun iç yapısından, (b) modernleşme hareketine girişildiği zamanların dünya politikasındaki şartlarından, (c) ıslahat veya reform işini yürüteceklerin yetersizliklerinden ileri gelen üç olay (yani gericilik, emperyalizm ve ekonomik yoksullaşma) Türk toplumsal değişimini ve evrimini daima baltalamış, onun ileriye doğru gelişme olmak yerine bir çökme ve devamlı gerileme olmasına sebep olmuştur. İleriye doğru değişmeyi engelleyen, bu yolda yapılmış çabaları faydalı olmak yerine tesirsiz, hatta bazan zararlı şekle sokan bu etkenleri, bugünün reform meselelerini daha iyi kavramak için, tarih açısından biraz daha yakından tanımağa çalışacağız. Çünkü bu engellerin üçü de hâlâ ortadan kalkmamıştır.


* * * 


Türkiye için "gelişmemiş toplum", "geri kalmış toplum" deyip geçerken üzerinde durmadığımız, fakat şimdi tartışılmasına sıra gelen bir noktaya dokunmak isterim. Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulan Türkiye bugün anlaşılan ve son yıllar içinde hep bir ağızdan benimsediğimiz anlamda gelişmemiş bir toplum mudur? Onun, değişme ve gelişme halinde bir toplum olma imkânları kendi içinde, yapısında ve temelinde yok mudur?


İki yüz yıllık bocalamadan sonra, Kemalizmin açtığı yolda Türk ulusunun kısa zaman içinde ileri bir toplum haline gelme şansları, bugün kalkınma çabası içinde bulunan birçok uluslara nazaran fevkalade denecek derecede yüksektir. Burada vereceğimiz hükümler, başka ulusları aşağı ve kabileyetsiz görmek gibi bir düşünceden ileri gelmiyor. Her insan toplumunun kalkınmaya hem hakkı, hem kabiliyeti vardır. Bu, hiçbir üstün ulusun veya ırkın tekeli altında değildir. Söylemek istediğimiz şey, Türk ulusunun bazı elverişli tarihi şartlara malik olmakta talihli bir durumda olduğudur.


Türkiye 1924'ten itibaren, toplumsal kalkınma savaşına girdiği zaman (daha o zamandan arkasında uzun bir tecrübe devresi vardı), bugün geri kalmış birçok ulusların gıpta edeceği önemli avantajlara malikti. Bu avantajların ne olduğunu görmezsek, bazı Amerikalı kalkınma iktisatçılarının yaptığı gibi, Türkiye'yi Nijerya veya Tanganyika gibi toplumlar kategorisine sokmuş ve kalkınma ile ilgili önemli noktaları onlar gibi yanlış anlamış oluruz. Türkiye'nin bu saydığım memleketleri bırakın, Hindistan ve Pakistan gibi, talihsiz analizleri yüzünden halklarının yüksek kabiliyetleri ile mütenasip avantajları olmayan memleketlere nazaran bile talihli bir durumu vardı.


Her şeyden önce Türkiye'nin adeta mucize denecek şekilde, modern bir ulusal bütün olmak için gerekli asgari unsurları hazırdan elinde bulunuyordu. Bunların çoğu, bugün gelişmemiş memleket denen yerlerde yoktur. Türk toplumu korkunç dil, din, ırk, kast ayrılıklarına; prensler, racalar, nuvaplar, vs gibi imtiyazlı zümrelere; kabile, aşiret gibi bölünmelere uğramış bir yapı değildi. Bu açılardan Türk toplumu demokratik, laik ve modern bir ulus olmaya hazır bir halde idi. Daha önce anlattığımız ortaçağ nizamından kalma sakatlıklar toplumsal reformlarla düzeltilebilecek şeylerdir. Halbuki, geri kalmış toplumların çoğundaki parçalıklar insanın başını döndürecek, ümitlerini kıracak kadar büyük dertlerdir. (Mesela, Hindistan'ın sadece dil durumunun meselelerini düşünmeniz yeter).


Türkiye, birçok geri kalmış ulusların aksine sömürgelikten çıkmış, hata sömürgelilik halinin yarattığı bir toplum da değildi. Sömürge ulusları, özellikle Müslüman olanları, tabi oldukları sömürge idarelerinin tesiri altında birçok kötü geleneklere varis olmuşlardır. Bu kötü gelenekler yüzünden laik ve ulusal eğitim sistemleri bile yoktur. Daha garibini söyleyelim: Generalleri, hâkimleri, avukatları kendilerine yabancı ve hatta kendilerine düşman saydıkları memleketlerde tahsil görürler. Donanmaları veya orduları yabancı komutanlar elinde olanlar bile var. Türk halkı siyasi varlığını ve efendiliğini muhafaza etmiş bir ulustur. Daha dün diyeceğimiz zamanlara kadar birçok ulusları, hem de ulusluklarına dokunmadan, idare etmek sanatında pişmiş bir ulustur. Bunu, övünmek ve şovenizm için değil, sırf bir gerçek ve bir olay olarak bilmek ve hatırlamak gerektir.


Türk toplumun aydınları daha imparatorluk dağılmadan önce hem ulusal şuur, hem çağdaş uygarlık şuurunu kazanmış kimselerdi. Halkının bütünü, siyasi devlet birimini ulusal ve çağdaş anlamda olmasa da tabii bir olay olarak benimsemişlerdir. Mesela Hindistan ikiye bölünüp bundan Müslüman bir devlet çıkınca bu memleketin halkını bırakın, aydınları bile ulusal ve laik devlet kavramını kabullenememişlerdir. Bu devletin genel ve ulusal bir dili olmadığından resmi dil olarak kimsenin bilmediği Arapçayı almak isteyenler olmuş; buna bile karar veremediklerinden İngilizcesiz bu devlet işlemez, çeşitli bölgeleri arasındaki halk birbirini anlamaz olmuştur. İdeal hâlâ Hazret-i Ömer devletidir. Şu bizim politikacılarımızın bir türlü anlayamadığı Atatürk devrimleri Asya ve Afrika'nın geri kalmış uluslarının bugün bile varamadığı merhaleye Türkiye'nin şöyle böyle yarım yüzyıl önce varmış olduğunun bir ifadesidir. Bu devrimler sayesinde, modern Türkiye'nin politik bağımsızlığı gerçekleştiği zaman, Türkiye'nin bugünkü geri kalmış birçok ulusun karşılaştığı çok ciddi meselelerle uğraşmak derdine düşmemek gibi tarihi bir talihliliği vardı.


Türkiye'nin hatırı sayılır bir devrim ve kalkınma geleneği de vardı. Ve bu Batı uygarlığına yegâne kavuşmuş Batı dışı bir toplum olan Japon toplumunun değişim tarihinden öncesine kadar gider. Türkiye üstün bir uygarlıkla karşılaşmış olmanın verdiği dersler altında yoğrula yoğrula, modern uygarlığın fırını içinde pişe pişe çağdaş uygarlığın gerçekliklerini ve zorunluluklarını tanımıştır. Atatürk devrimleri, bütün bu deneylerin mahsulüdür. O, Atatürk'ün sulh siyaseti ile bütün imparatorluk iddialarını bırakmış, emperyalist iddialı devletlerin kavgalarının dışına çekilmiş; Birinci Cihan Savaşı'ndan sonraki sulh devresinden faydalanma ve kendi ekonomik kalkınmasını başlatma uyanıklığını da göstermişti. Bu sulh devresinde uygarlık ve teknik devriminin bazı önemli metotlarını da bulmuş, uygulamaya başlamıştı. Gerek ekonomi, gerek eğitim alanlarında Kemalist Türkiye'nin kendi deneyleri ile bulduğu şeyleri hâlâ bugün bile bulamamış uluslar çoğunluktadır. Türkiye'nin bu deneyleri hakkında Batı'da, özellikle iktisatçılar arasında, esaslı bilgiler olmadığı halde son zamanlarda bazı Amerikalı iktisatçılar bile kalkınma meseleleri bakımından bunun belli belirsiz farkına varmağa başlamışlardır.  Mesela, evvelce sözünü ettiğimiz Uluslararası Kalkınma Bankası'nın uzman heyetinin Türkiye ekonomisi hakkında hazırladığı ve kitap halinde yayınlanan raporunu tenkit eden iki önemli Amerikalı iktisatçı (Kindleberger ve Spengler) bu raporu tenkit ederken birbirinden habersiz olarak ikisi de şöyle bir hükme vardılar:


"Türkiye eğer 1950-52 sıralarında bu uzmanlara hak verdirir gibi gözüken kalkınma alâmetleri göstermişse bunu, dış yardım veya özel teşebbüs ve yabancı sermaye yatırımından ziyade Atatürk devrimlerinin ve devletçilik siyasetinin hazırladığı temelde aramak lazımdır. Bütün bu elverişli şartlar üstünde, nihayet, Türkiye'nin Atatürk gibi büyük bir öndere, Batı devlet adamlarından kuşak kuşak ilerilerde bir büyük adama malik olmak gibi eşsiz bir talihliliği vardı. Bağımsız Türk ulusu ve devleti Sir Ebubekir veya imam bilmem ne gibi garip unvanlı zatlarla değil, böyle bir adamla kurulmuştur. Geri kalmış toplumların hiçbiri, henüz daha bu çapta bir kurucuya kavuşmamıştır."


Türkiye'nin tarihsel şartlarının sağladığı, onu sonradan çıkma, yeniden yapılma bir toplum değil, kökleri geçmişte bulunan bir ulusal varlık yapan olumlu avantajlar bunlar. Geçmişe ve temele ait bu yanlardan başka, bugünkü durumda Türkiye'nin gelişme halinde çağdaş bir toplum olmasına elverişli şartlar var mıdır? Türkiye'ye özellikle dışarıdan bakıldığı zaman, dünya ulusları arasında onun kendini özgü bir durumu göze çarpar. Bugün toplumlar, gittikçe ulus birimleri haline gelmekle beraber, çeşitli açılardan gruplaşmalar gösterirler. Bir kısmı belirli uygarlıklara mensuptur. (Batı uygarlığı ulusları gibi); bir kısmı ideolojik kümelenmelere mensupturlar (kapitalist veya sosyalist gruplar gibi); bir kısmı ekonomik kümeler teşkil ederler (Ortak Pazar veya İngiliz uluslar kümesi gibi); kültür, din veya dil kümeleri teşkil edenler var (Müslüman toplumlar veya Arap kavimleri gibi). 


Türkiye bu çeşit kümelenmelerin yalnız başına hiçbirine mensup olmayan tek başına, adeta yalnız bir toplumdur. Her biriyle az buçuk yaklaştığı bir şeyler varsa da hiçbir açıdan tüm şuna veya buna mensup değildir. Bugünkü Türkiye ne bir Müslüman devleti, ne bir Batı ulusudur; ne Hıristiyanlık camiasına, ne sosyalist veya kapitalist Batı ulusları camiasına mensuptur. Ne Asyalıdır, ne Avrupalı. Gerçi Türkiye'nin bütün tarihi boyunca ekonomik ve siyasi münasebetleri Doğu ile olmaktan ziyade. Batı ile olmuştur. Osmanlı tarihinin üstün eğilimi Doğu'ya doğru olmaktan çok Batı'ya doğrudur. Fakat kültürce Doğulu kalış, Türkiye'yi Batı dünyasının bir parçası olmaktan alıkoymuştur. Son yarım yüzyılda kuvvetlenen Batılılaşma hareketi yüzünden Batı Avrupa ile olan münasebetlerin ekonomik ve politik unsurları artmışsa da bu hep tek yanlı ve daima aleyhe işler şekilde olmuş; geleneği olmayan, Türk halkına çok pahalıya mal olan ıstıraplı ve şüpheli bir münasebet şeklinde kalmıştır. 


Avrupa Türkiye'yi hiçbir zaman kendinden bir parça saymamıştır. Bizim aramızda bunun aksine bir sanı varsa da buna bizden başka kimse inanmamaktadır. Askeri ve siyasi düşüncelerle Batı, Türkiye'yi Avrupalı sayar gibi gözüktüğü hallerde bile bu, büyük karşılıklar ödemek şartıyla mümkün olmuştur. Bazı Avrupalı memleketler Türkiye'nin NATO'ya kabulüne başlangıçta açıkça itiraz etmişlerdir. Türkiye'nin coğrafyadaki gerçek yeri Yakın ve Ortadoğu denen yerdir; fakat oradaki kendine benzer komşularının hiçbiri ile tam anlamı ile ekonomik, politik ve kültürel birliği yoktur. Bir kısmı ile ciddi ihtilaf halindedir.


Demek ki Türkiye bugün iç dokusu ile kuvvetli bir ulus olmanın bütün unsurlarına malik olduğu halde, yakın ve uzak çevresi ile olan ekonomik, politik ve kültürel münasebetleri bakımından tam bir yalnızlık içindedir. Türk aydını, bugünkü Türkiye'nin bu bakımlardan olan durumunu ve yönünü anlamak, aydınlamak, belirlemek zorundadır. İç yönlerdeki karışıklığın yaratılmasında bu dış yönsüzlük halinin büyük tesiri vardır. Türkiye, bugün bütün dünyada serbestçe düşünülen, tartışılan ekonomik ve politik ideoloji ve doktrinlerle meselelerinin çözümünü aramak sorusu ile karşılaştığı halde, hâlâ Batıcılık, İslamcılık, Turancılık, Osmanlıcılık gibi yönsüzlük yani tarihsel şaşkınlık ifadesi olan manasızlıkların baskısı altındadır. Bunların politik alanda bocalamalar yaratmasına fırsat verilmesi, karşılaşılan tehlikelerin en büyüklerinden biridir.


Fakat bu içinden çıkılamayacak bir iş değildir. Bunun çözümü yani bu kadar yıllık bocalamalara bir son verilmesi, kısaca iç ve dış yönün bulunması imkânsız değildir. Türk ulusunun yönünü bulması ne hayali ve soyut fikirlerle, ne emperyalist ihtiraslarla, ne kişi çıkarları ile, ne de diplomat pazarlıkları ile değil, Türk toplumunun ulusal iyiliğinin gerekleri ölçü olarak alınmakla mümkündür. Asyalı veya Müslüman olarak fakir ve geri olmaktansa; Avrupa'nın borçlusu veya Amerika'nın fahri vilayeti olmaktansa, kendi kendimizin efendisi olmak yeğdir, ama bunun gerektirdiği bağımsızlık yolunda yılmadan yürümek şartıyla.


Çizdiğimiz bu özel durumun, aleyhte gözüken yanlarına rağmen, özlenen amaç halamından lehe olan yanları vardır. Bunların en önemlisi Türkiye'nin ekonomik ve siyasi emperyalist çıkar ve çalışmaların hedefi olmayacak bir memleket haline gelmiş olmasıdır. Bunu gerçekleştirmede olduğu kadar, bunun anlamlarını kavramada en başta gelen adam Atatürk olmuştur. Bu anlayıştan ötürü o, Türkiye'nin her anlamda en zayıf olduğu bir zamanda cesur ve korkusuz bir dış siyaset uygulamıştır. Öyle bir korkusuz dış siyaset ki cesur olduğu ölçüde dost ve emniyet kazanan bir siyaset olmuştur. Onun devrinde Türkiye hiçbir kudretli devlete dayanamadığı halde, hiçbir kudretli devletten de bir sataşma görmemiştir. Son on beş yıl içinde ise bunun ikisi de olmuştur. 


Bu, Türkiye'nin büyük devletler çatışmasında veya emperyalist çıkar yarışında hedef olmak gibi bir hali olmasından değil, Atatürk diplomasisinin eski Osmanlı devri "dragoman"larını andıran diplomatlar elinde tersine çevrilmesinden ileri gelmiştir. Kemalist Türkiye'nin en büyük başarısı kimseden ne alacağı, kimseye ne vereceği olmayan bir memleket haline gelmesi ve bunun böyle olduğunu tanıtması olmuştur. Halbuki bu dragoman tipli diplomatlar, Türkiye için eski Osmanlı devletinin "tamamiyeti mülkiyesi düvel-i muazzama tarafından garanti edilmedikçe devlet yaşayamaz" diplomasisini ihya etmişler; başlangıçta bu fikirde olmayan yabancı devletlere bunu adeta zorla kabul ettirmişler; Birleşmiş Milletler'de yıllarca "kahve döğücülere" " hık " demekten başka ses çıkarmamışlar; hiçbir önemli dünya meselesi hakkında Türkiye'nin sesini duyurmamışlar, hemen hemen bütün milletlerin güvensizliğini davet etmişlerdir.


EKONOMİK BAĞIMSIZLIĞIN VE KALKINMANIN TEMELLERİ


Bağımsız olmak zorunda olan bir toplum için yukarıda saydığımız bulunmaz bir mazhariyet olan yanlardan
başka, Türkiye'nin aynı derecede önemli bir avantajı daha vardır. Birçok memleketlerden farklı olarak Türkiye, kendine yeter bir ekonomik birim halini, kalkınmasını kendi tabiat ve insan kaynakları ile harekete getirmesini çok geniş ölçüde sağlayabilecek bir memlekettir. Bu kaynaklar muazzam ölçülerde olmamakla beraber, mutedil, çeşitli ve birbirini tutacak, destekleyecek şekildedir.


Bir defa Türkiye; İngiltere, Japonya, Yunanistan, Lübnan gibi tabii kaynaklarca mahdut olduğundan refahının ekonomik temelini kuvvetli bir dış ticaretten sağlama zorunda olan bir memleket değildir. İkincisi, Türkiye petrol, pamuk, kauçuk gibi dünya piyasalarına tabi ve daima kudretli sermayelerin tamah hedefi olan maddelerden birine ekonomisini dayandırma zorunda olan bir memleket değildir. Bu gibi ülkelerin zayıf ve geri olanları özellikle petrolü olanlar, bir bakıma büyük avantajlara malikseler de hem bağımsızlıklarını, hem kalkınmalarını güçleştiren durumlar yaratması yüzünden daha çeşitli ekonomilerle kendilerini emniyete almak zorundadırlar. Bu durum bizde kendiliğinden vardır. Son on beş yıldır yabancı sermaye çekmek için çok tavizler verildiği halde, bu sermayenin fazla itibar göstermemesi bundandır. Aksi halde, bu tavizlerle Türkiye tam bir sömürge haline gelebilirdi.


Üçüncüsü, kendi tabiat ve insan kaynaklan ile Türkiye, dengeli bir iç ekonomi düzeni kurabilecek durumdadır. Bunu da ilk ve en iyi kavrayan Atatürk olmuştur ve devletçilik siyasetini başlatabilmek bundan ötürü mümkün olmuştur. Bu, Türkiye'nin Amerika ve Rusya gibi kendi kendine yeter olabileceği demek değildir; fakat, İsviçre gibi ufacık bir memleketin, Japonya gibi dar ve tabii kaynaklarca adeta fakir bir memleketin üstün seviyede bir refah sağlayabilmesi sağlam bir ekonomik temel kurmada önemli amilin büyüklük değil, idare, bilgi ve emek olduğunu gösterir.


Dördüncüsü, Türkiye tabiat kaynaklarını nüfus ve insan gücünü planlı kullanma yolu ile kalkınmasının tabii ve içten takılmış motoru haline koyabilecek bir memlekettir. Dışarıdan motor aramaya ihtiyacı yoktur Devletçiliğin, evvelce gördüğümüz gibi, dar şekilde uygulanışı bile bunun mümkün olduğunu göstermiştir. Bir felaket haline gelebilecek nüfus artışını, tersine, bir saadet haline getirecek şekilde kullanılması bu şekilde mümkündür.


Bu şartlar altında Türkiye'nin tek zayıf tarafı, kalkınması için gerekli teçhizat ve bilgi sermayesini dışardan sağlamaya hâlâ muhtaç durumda bulunmasıdır. Bu, ithalat-ihracat dengesizliğini tehlikesiz durumda tutmayı gerektiren ve bunun için gerek sanayi, gerek tarım ekonomisini planlamayı daha da zaruri yapan bir durumdur. Japonya, Rusya, Amerika, Almanya gibi sanayi uygarlığına sonradan girmiş memleketlerde bile başlangıçta böyle olmuştur. Bunun, bugün bizim için daha da zaruri bir hale gelmesinin diğer bir sebebi ekonomice bağlı olduğumuz Batı Avrupa'nın bugün görülmedik bir yükselme safhasına girmiş olmasıdır. Daha şimdiden işçi gündelikleri Amerika'daki seviyeye gelmiş ve hatta geçmektedir. Çağdaş uygarlığı şimdiye kadar çok pahalıya satın almış olan Türkiye için, ekonomice ona bağlı kaldığı sürece, bu durum daha sıkı davranmayı gerektirecek bir tehlikedir. O uygarlığın eserlerinin gittikçe pahalılaşması bizim verebileceğimizin gittikçe ucuzlaması demektir. Ortak Pazar'a girmek heveslerini bu açıdan değerlendirmeliyiz.


Dış dünya ile münasebetlerin bu özellikleri iç ekonomik ve siyasi münasebetlerin özelliklerini belirleyecek noktalardır. Her iki anlamda bunun gerektirdiği şey, Atatürk'ün anladığı anlamdaki "milli siyaset"tir. Cart curtçuluk milliyetçiliği olmayan bu ulusal siyaseti Atatürk şu çok veciz sözlerle anlatır:

"Bizim aydın ve uygulanır gördüğümüz siyasi meslek ulusal siyasettir. Ulusal siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam şudur: (a) ulusal sınırlarımızın içinde, (b) her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak, (c) ulus ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, (d) gelişigüzel büyük emeller peşinde ulusa oyalamamak ve zararlandırmamak, (e) uygarlık dünyasından uygarlıklı ve insanca muamele, karşılıklı dostluk beklemek."






Son on yedi yıllık iç ve dış siyaset, Atatürk'ün anladığı anlamdaki bu ulusal siyaset değil, hemen her noktada ona zıt olan bir siyaset olmuştur. Yeni bir ulusal siyasete dönülebilmesi, ulusal ekonomik siyasetin yürümesini tıkayan, bu incelemede tartıştığımız engellerin ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır. Atatürk devrimleri ile doğru yoluna girmiş olan Türk evrimini baltalayan, ekonomik kalkınma tedbirlerinin toplum üzerine etkisiz kalmasına sebep olan, etkisi olduğu zaman da bu etkinin toplumu modernleştirme amacını gerçekleştirmeyen bir etkisi olmasına sebep olan kuvvetlerin neler olduğunu tarihsel incelememiz yeteri kadar göstermiştir. Bunların yarattığı tıkanıkların nerelerde olduğu, bunların nasıl giderileceği bu tarihsel tartışmada beliriyorsa da bunların derinliğine incelenişi böyle bir incelemenin değil, aktüel davaların tartışılması çevresine girer.


Bu tarihsel inceleme bize göstermiştir ki Türkiye'nin bugün gelişmemiş toplumların karşılaştığı problemlerin aynı olan problemlerle karşılaşması, onun tarihinin zorunladığı bir şey değildir. Bu durum onun, gelişen bir toplum olmadaki çok kuvvetli imkânları ile telif edilir bir şey değildir. Türkiye, iki yüz yıllık çabalardan sonra yolunu bulmuş, gelişme haline gelmiş, çağdaş bir toplum olma yoluna çoktan girmiştir. Onun bu durumdan gelişmemiş toplumların durumuna düşürülmesi, bu incelemenin ikinci kesiminde anlattığımız geriletici kuvvetlerin eseridir.


Bu kadar elverişli şartlar içinde Türkiye'nin, ekonomik kalkınma, toplumsal değişme, çağdaş uygarlığa uyma işlerini başaramamış olmasını izah için, bu kuvvetlerin ötesinde sebep aramamıza lüzum yoktur. İlk yüz yıllık bocalama hikâyesindeki gözlemlerimiz; yersiz bir bedbinliğin değil, Türk toplumunun taşıdığı büyük imkânların dar kafalı çıkarcıların elinde öldürülmüş olması karşısında Türk aydınının aciz kalışının verdiği acının eseridir.




200 Yıldır Neden Bocalıyoruz II
Prof.Dr.Niyazi Berkes (1908-1988)
ilk baskı 1997

Niyazi Berkes, 1940’lı yıllarda Türkiye’de kaynatılan “cadı kazanı” sırasında ırkçı turancı saldırılara hedef olmuş, Behice Boran (1910-1987) ve Pertev Naili Boratav (1907-1998) ile birlikte Ankara Üniversitesi’nde yürütülen tasfiye sonucunda kürsüsü elinden alınmış bilim adamlarımızdan (sosyolog) biridir. ("Unutulan Yıllar" arka kapak)
Ayrıca Emre Kongar 'dan "Niyazi Berkes'ten Çağdaşlaşma Kavramı" makale için





(1) Batılı devletler, özellikle Fransa bu savaşları tahrik ederler, fakat ittifaka yanaşmazlardı. Rusya 'ya karşı bize Batı 'dan teknik yardım ve uzman gelmesi on sekizinci yüzyılda başlar. Batı devletleri teknik subay, harita ve istihkâm uzmanları gönderirler; fakat bunlar Türkiye 'nin müdafaası işlerinden ziyade kendi devletlerinin çıkarlarına yarayacak işlerle uğraşırlardı. Mesela, Boğazlar ve Süveyş gibi önemli yerlerin mesahalarını, haritalarını, resimlerini yaparlar, kendi hükümetlerine sunarlardı. Bunu mazur göstermek için, Türklerin cahil ve bunlardan anlamaz olduğu fikrini yayarlardı. Bu uzmanların o zaman en meşhuru olan Baron de Tott, Türkler hakkında mübalağalı uydurmalarla dolu bir kitap yazmış; bu kitap birçok Avrupa dillerine çevrilmişti. Avrupa, yarım yüzyıl Türkleri bu kitapta edindiği fikirlerle tanımıştır. Vaktinin birçoğunu çapkınlık peşinde geçiren bu zat, sözde teknik yardım uzmanı, aslında bir Fransız askeri müfettişi idi; asıl ödevi Fransa 'nın Yakın Şark 'a ve Mısır 'a hâkim olması şartlarını hazırlamaktı. Mısır beyleri ile yaptığı gizli müzakereleri hükümet haber almış, Cezayirli Gazi Hasan Paşa 'nın pençesinden yakasını zor kurtarmıştı.








__________________________
__________________________



































25 Kasım 2015 Çarşamba

Tehlikeli Sular....









Kanser bir anda vücudu sarmaz. Yavaş yavaş ve sinsi sinsi ilerler. Pek çok insan iş işten geçtikten sonra anlar kanseri. Hatta bazı türler son aşamaya kadar kendini hissettirmez. Hayat bir anda elden kayıverir, gider…


Kanserli boğuşan vücut bir de şeker ve tansiyon hastasıysa ne doğru dürüst bir tedavi olur, ne de kurtuluş.


PKK doğudaki pek çok ilçenin kan damarlarında dolaşıyor, 7 Hazirandan bu yana hala o ilçelerde huzur ve sükûn yok. Aylardır sokak çarpışmaları devam ediyor. Ama batıda herkes bunu adeta macera filmi gibi seyreder halde. Olay tepelere bayrak dikip, indirme seviyesinde cereyan etmeye başladı. Adeta Kurtuluş Savaşı sırasındaki Mangal dağı muharebelerine benziyor. Tepeyi bir Yunanlılar alıyor, bir Türkler… 


PKK kanseri yavaş yavaş yayılırken, bir bakıyorsun mülteci kriziyle Türkiye’nin neredeyse etnik ve demografik yapısı değişiyor… Mülteci krizini de “şeker hastalığı” olarak sayalım.


IŞID’la bir anda düşman oluverdik, adamlar Ankara’nın göbeğinde inisiyatif kullanıyor. Ama yandaş medya sanki Norveç’ten yayın yapıyor: “Suriye konusunda tüm dünya bizim istikametimize geldi” diyor. IŞID’ı da “Hiper tansiyon” olarak aldık mı, tamamdır.


Yıllardır farklı farklı kapmalar bölünmüş insanımızı da siz ister “gut” hastalığı, ister “troid” rahatsızlığı olarak görün.
Eğer işinin ehli bir hekim duruma müdahale etmiyorsa durum vahim demektir.


Hastaya ne yapmak lazımdır? Valla, onu bunu bilmem ama böyle bir durumdaki ülkeyi anında “yoğun bakıma” yatırırlar; hastane imamına da 3 metre Amerikan bezi ile 2 paket pamuk ayarla derler.


Bir de… Atamız demiş:”Muhtaç olduğun kudret…..”


Sedat Onar. 23 Kasım 2015






Araştırın, okuyun. Atatürk 1936’da Kuşadası’ndaki Kanapiçe Koyu olayında bir askerimiz için İngiltere ile savaşmayı göze almış, resti çekmişti.


Bayırbucak Türkmen kardeşlerimiz için de seyirci kalacak halimiz yok. Türk’ün arabasında geri vites yoktur. 


Ama… Daha yeni değil mi?


Irak’ta Kerkük veMusul gibi hem özde hem de Misak-ı Milli içinde yer alan Türk kentleri Barzani tarafından işgal edilirken, Türklere ait tüm tapu ve nüfus kayıtları dahi yakılarak imha edilirken, tüm Türk erkekleri toplanıp aç-susuz esir kamplarında perişan edilirken aklınız neredeydi? Bu millete bu zulmü seyrettirdiniz…


Daha bir ay önce Suriye’de Telbayat’ta yine Bayırbucak Türkmenleri PKK-PYD ortaklığıyla üç tarafı kuşatılmış, katledilirken, dozerlerle evleri yıkılırken, topluca ata topraklarından sürgün edilirken kırmızı çizginiz yok muydu?


Sizlerin derdi Bayırbucak Türkmenleri değil… ABD’nin dayatması ile Rusya’nın Suriye’deki varlığının Türkiye aracılığıyla sona erdirilmesi. Bakın bugün ABD Genelkurmay 2nci Başkanı Türkiye’ye geldi. Altından binbir musibet çıkacak.


Hala Bayırbucak Türkmenleri için Suriye’ye gireceğimizi sanan saksılara sözümü ne zaman söyleyeceğim? Barzani Petrolünün Akdeniz’e ulaştırılması için Türkiye vasıtasıyla güvenlikli koridor açıldığında söyleyeceğim…


Sedat Onar. - 23 Kasım 2015





Uzun lafın kısası... İstanbul'daki Boğaz Köprüsü'nün bombardıman sonucunda yıkıldığını veya bunu bırakın orta çaplı bir şehrimizdeki ana arterlerden birinin bombardıman sonucu trafiğe kapandığını farz ve kabul edin... Türkiye'nin gireceği herhangi bir büyük çaplı savaşta daha ilk hafta bunlar olacak. Sadece bunlardan dolayı hayatın nasıl felç olacağını, ekmek, elektrik gibi basit ihtiyaç maddelerini bir yana bırakın suyu bile nasıl bulacağınızın bir hayalini kurun bakalım. Hazır sudan bahsetmiyorum, kirli de olsa içilecek sudan bahsediyorum. Hayalini bile kuramazsınız. Kabustur. 


Nostradamus, Baba Vanga, İncil'in Revelations bölümlerindeki 2015 yılında Ortadoğu'da savaş çıkacağına dair kıyamet kehanetleri saçmalıklarını bir kenara bırakalım. 


Ben daha ziyade Ortadoğu denilen kainatın en geçimsiz, en bela insan kitlesinin yaşadığı; Allah'ın bile bütün dinlerini ve peygamberlerini gönderdiği ama bir türlü düzelmeyen coğrafyadan bahsediyorum.


Dün ilk ışığını Rus savaş uçağının sınırımızı ihlal ederek verdiğini düşünüyorum. Bakın... Terör belasında, mülteci felaketinde Türkiye'yi yalnız başına bırakan Batı bir anda nasıl işin içine atladı. Nato acil toplantı yaptı, Batı liderleri Türkiye'ye ara gazı vermeye başladı: "Hadi aslanım, hadi kaplanım, Rusya'ya posta koy, haddini bildir, arkandayız kabilinden açıklamaları arka arkaya sıraladı.Sırat köprüsündeyiz. Türk ve Rusları bir kanara koyalım, koskoca bir insanlık her biri gencecik biri Türk, diğeri Rus iki pilotun anlık kararları ile bir anda felakete gidebilir.


Anadolu coğrafyasının tarihini incelerseniz, ilk defa bu kadar uzun süreli savaşsız bir dönem yaşadı. Nihayetinde korkak olmayalım ama salak da olmayalım. Yoksa iktidarı elde tutma uğruna verilecek yanlış bir kararda bizi ne Esat'a Esed dememiz, ne de Rabia işareti bizi kurtarabilir. Allah sonumuzu hayr eylesin....


Sedat Onar.- 6 Ekim.2015




*




Zahide Uçar Yazdı:
Suriye Türkmenleri Meselesi: Sap-Saman Birbirine Karıştı
24 Kasım 2015


Ortalıkta kıyamet kopuyor. Bayır Bucak Türkmenleri katlediliyor diye ülkücüler yürüyüş yapıyor. Ülkücü kökenli yazarlar “Suriye Türkmenleri katlediliyor” diye yazıyor. Burada bir tuhaflık var. Şöyle ki;


Türkmen katliamı diye ayağa kalkanlar, Suriye’de savaş öncesi 3.500.000 Türkmen yaşadığını, Erdoğan’ın Türkmenleri hedef haline getirip Esad’a “bizim orada soydaşlarımız var” dedikten sonra Humus’ta 4-5 köyde katliam yapıldığını, Bephumur’da 50 bine yakın Türkmen öldürüldüğünü, narenciye alanlarının yakıldığını biliyorlar mı acaba? Bugün yürüyenler, yazanlar o gün neredeydi? Sınırımızdan Ermeniler, Kürtler, Araplar içeri alındı. Türkmenler alınmadı. Kış günü sınırda bekletilen ve içeri alınmayan 50 Türkmen çocuğu donarak öldü. Bu yürüyenler o gün neredeydi? Gözleri kör, kulakları sağır, vicdanları devre dışı mıydı?


Anlaşılan o ki AKP seçim başarısı(!)na yapılan katkılarının bedelini ABD’ye ödeme sözü verdi. Esad’ı düşürmek için Suriye ile savaşmaya ikna edilemeyen Türk Halkı, Türkmenler üzerinden Suriye’ye girmek için ikna edilmeye çalışılıyor olabilir mi?. OLABİLİR!!.


AKP 13 yıldır Ortadoğu’da İsrail ve ABD çıkarlarını korumak için politikalar geliştirmiştir. İzledikleri politikalar Türkiye ve Türk dünyasının aleyhine olmuştur.



Biz Irak’a olduğu gibi Suriye’ye de dış müdahalenin yapılmasına karşı çıktık. Bu karşı çıkışın anlamı Saddam çok iyi, Esad çok iyi demek değildir. Her ülke problemlerini kendisi çözmelidir. En kötü yönetim bile işgalden çok daha iyidir. Irak işgalinden sonra bu durum çok açık bir şekilde görüldü. Suriye parçalanırsa Suriye halkı da Esad’ı mumla arar. Çünkü Suriye Afganistanlaştırılırken Türkiye Pakistanlaştırılıyor. Biz tablonun bütünü üzerinden görüş belirttik. Esad’ın ülkesine karşı yapılan saldırıya karşı ülkesini savunma savaşına destek verdik. Haklı olan Esad idi. Haklının yanında yer aldık. Suriye Türkmenlerine gelince,....






*




ve Amerika artık savaşsız var olamaz....video Almanca


"Bindikleri dalı değil, Çınar'ı kökünden kestiklerinin farkındalar mı?..." 




*





Vatanımı bölme arzuları taşıyanları memnun etmek için, sahte savaş senaryolarıyla savaşa girmeyi intihar olarak görüyor ve İşgale uğramadıkça Savaşa HAYIR diyorum. - SB













“Bir gün, Cihan Harbi'nden sonra Ortadoğu’da kurulan suni devletlerin halkları ayaklanacaktır. O gün geldiğinde, yeni kurduğumuz cumhuriyetimizin yöneticileri, bu halkların değil emperyalist güçlerin yanında yer alırsa aynı akıbete kendileri uğrayacaktır ve Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele haddini bildiren Türk halkı onların da hakkından gelecektir…” 











Mustafa Yıldırım















"Ülkelerin dostu yoktur, çıkarları vardır"
Justin Mccarthy