Translate

30 Mart 2015 Pazartesi

BİR MEDENİYETİN İLK ÇÜRÜMEYE BAŞLADIĞI YER KAFASI DEĞİL KALBİDİR.








AİME CESAİRE
BARBAR BATI - Sömürgecilik Üzerine Söylev





...Biz toplumlarımızın daha yüksek bir gelişme seviyesine yükselmesini istiyoruz, ancak kendi istemiyle; dahili bir gelişme, dahili ihtiyaçlar, organik bir ilerleme aracılığıyla ve bu gelişmenin biçimini değiştiren, onu engelleyen, onun şerefine gölge düşüren hiçbir dışsal müdahale olmaksızın.

Bu koşullar altında, kimseyi bizim yerimize düşünmeye, bizim yerimize araştırma ve keşif yapmaya yetkili kılamayacağımız; ve isterse bizim en iyi dostumuz olsun, kimsenin bizim yerimize cevaplar bulmasını kabul edemeyeceğimiz gerçeği artık anlaşılmalıdır. 

Bütün ilerici siyasetlerin amacı günün birinde sömürge halklarına özgürlüklerini iade etmek ise; o halde bu ilerici partilerin günlük faaliyeti en azından bu sözde hedefle çelişmemeli ve gelecekteki özgürlüğün gerçek temellerini, psikolojik olduğu kadar örgütsel temellerini de her geçen gün yok etmemelidir.

Ve bu temeller aslında tek bir anlama gelir; inisiyatifi ele alma hakkı...

...Bizim tarafımızdan yeniden düşünülmedikçe, bizim için yeniden yorumlanmadıkça, bize yönelmedikçe ve bizim ihtiyaçlarımızı karşılamadıkça bütün doktrinler değersiz ve hükümsüzdür.

Bunların hepsi gayet açık görünüyor. Pekala, ama işlerin şu an nasıl işlediğine bakıldığında hiç de açık değil. Yapılacakları bizim yerimize yapma, kararlarımızı bizim yerimize alma, bizim adımıza düşünme, sonuçta biraz önce bahsettiğim temel bir kişilik hakkı olan inisiyatif hakkımızı reddetme alışkanlığı Avrupa'da muhafazakar sağdan kızıl sola kadar her bir partinin, her bir çevrenin içine öylesine yerleşmiş ki aklıma bir Kopernik devrimi yapmaktan başka bir şey gelmiyor.

İşte muhtemelen meselenin esası da bu...

Bu nedenle şu an bütün dünya bir çıkmazın içinde.

"Bir medeniyetin ilk çürümeye başladığı yer kafası değil kalbi"yse eğer, bu kalpsiz medeniyete karşı kendi medeniyetimizi yükseltmek için tek ihtiyacımız olan, sağlam bir yürek, sağlam bir vicdan !






BATI EMPERYALİZMİ VE VAHŞİLİĞİ ÜZERİNE...









BİR MEDENİYETİN İLK ÇÜRÜMEYE BAŞLADIĞI YER 
KAFASI DEĞİL KALBİDİR.









____________________________________________________

"...Oysa güç ve kuvvet, Türkiye'de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri 
Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. 

Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? 
Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. 

Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür." 

Mustafa Kemal Atatürk


____________________________________________________
















İşte Amerikan Rüyası...





"Eğer elinizde tarih yoksa şu anın esiri olursunuz"







“Amerika’nın Kurucu Ataları ve Devlet Başkanlarını merkez alarak yazılan bu ülkenin bütün tarih kitapları ... kriz zamanlarında bize bir kurtarıcı aramamız fikrini aşılarlar: 



Devrim krizi zamanında Kurucu Atalar; 
kölelik krizi zamanında Lincoln; 
Büyük Darboğaz’da Roosevelt; 
Vietnam-Watergate krizi sırasında ise Carter bulunmuştur. 


Arada bir gelen krizler arasında ise her şey yolundadır; normal yaşama dönmek bizim için yeterlidir. Bize en önemli yurttaşlık görevimizin, her dört yılda bir seçim sandığına giderek, kurtarıcılar arasında mali durumu iyi, beyaz, Anglosakson, zararsız kişiliği ve Ortodoks fikirleri olan iki erkekten birini seçmek olduğu öğretilir.” 

“Fakat zaman zaman Amerikalılar bu durumu reddeder ve ayaklanırlar. Bu ayaklanmalar şimdiye dek hep denetim altında olmuştur. Amerikan sistemi dünya tarihinin denetim konusunda en yaratıcı sistemlerinden biridir. 

Doğal kaynaklar, yetenek ve işgücü konusunda bu kadar zengin olan bir ülkede sistem, yeterince refahı yeterince kişiye dağıtıp hoşnutsuzluğu sürekli sorun çıkaran bir azınlıkla sınırlandırabilir. Bu ülke o denli güçlü, o denli büyük ve bir çok vatandaşı için o denli rahatlatıcıdır ki aykırı olma özgürlüğünü hoşnutsuz küçük bir gruba bağışlayabilir”. 

“Denetimlerini seçim sistemi, iş durumu, kilise, aile, okul, kitle iletişim araçları aracılığıyla daha karmaşık bir biçimde yayan bir başka ülke yoktur. Hiçbir ülke, muhalefeti reformlarla, insanları birbirinden ayırarak ve vatansever bir bağlılık yaratarak yatıştırmada Amerika kadar başarılı olamaz. 

(Oysa)...Nüfusun yüzde biri ulusal refahın üçte birine sahiptir. Refahın geri kalanı, nüfusun geri kalan %99’unu birbirine düşürecek bir biçimde dağıtılmıştır; küçük mülkiyet sahipleri hiçbir mülkü olmayanlara; siyahlar beyazlara; Amerika’da doğanlar, yabancı ülkelerde doğup Amerikan vatandaşı olanlara; entelektüeller ve profesyoneller, eğitilmemiş ve vasıfsızlara karşıdırlar bu ülkede. Bu gruplar birbirlerine karşı kin beslerler ve kendi aralarında öylesine bir öfke ve şiddetle savaşırlar ki, çok zengin bir ülkede artıkları paylaşan kişiler olarak ortak bir kaderi paylaştıklarını unuturlar.”

Arka Kapaktan : 



Bu kitapta Howard Zinn, işte bu "öteki" Amerika'yı anlatıyor. Kolomb'un bu koca kıtayı "keşfetmesinin" ardından bakir topraklara akın eden halkların , katledilen ve sürülen Kızılderililerin, görülmemiş bir hızla gelişen kapitalizmin ezip sömürdüğü işçilerin, toprakların ellerinden alınan çiftçilerin , ırk ayrımcılığının acısını çeken siyahların, protest müziğin ve edebiyatın, savaşlara karşı mücadele eden kitlelerin, liberterlerin, sosyalistlerin ve feministlerin verdiği mücadeleler "öteki" Amerika'nın tarihini "Amerikan Halklarının Tarihi"ni oluşturuyor.

Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi 1492'den Günümüze -
A Poeple's History Of The United States - Howard Zinn. / Prof. Sevinç Sayan Özer’'in çevirisi ile





* * * 




2005 yılında kaybettiğimiz Attila İlhan 
 " DİP DALGA" PROGRAMLARI    GÜNCEL MEYDAN SAYFASINDA


Attila İLHAN - Ceviz Kabuğu - Bölüm 1
Attila İLHAN - Ceviz Kabuğu - Bölüm 2
Attila İLHAN - Ceviz Kabuğu - Bölüm 3



Atilla İlhan aktarıyor:

"Amerika Birleşik Devletleri bugün  ikinci sınıf bir ülke olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Yaşam standardı sürekli düşmektedir. Toplumsal karışıklık ve başka uluslara sermaye ve teknoloji bağımlılığı artmaktadır. 

Nufüsün % 10'nu açlık sınırındadır. Her üç çocuktan birinin 17 yaşından önce bir kamu yardımına gereksinimi vardır. 35 milyon Amerikalı sağlık sigortasından yoksundur. Her 25 dakikada bir cinayet işlenmektedir. Federal bütçe açıkları hızla artmaktadır. Eğitim düzeyi düşmüştür. Toplumun fiziksel altyapısı çökmekte ve teknoloji temellerimiz hızla aşınmaktadır. Bankalarımız karışıklık içindedir, siyasal kutuplaşma ve diğer ölçüyle değer ölçülerin dağılması ulusal milletimizi zayıflatmaktadır. 

Ulusumuz 1941 den bu yana görülen en şiddetli meydan okumayla yüzyüzedir. Ve o döneme kıyasla bugün böyle bir meydan okumaya tepki göstermek için daha az hazırlıklı durumdayız. Gelecekteki dünya düzeninde büyük önem kazanacak alanlarda, şimdiki trendler temelindeki 2.sınıf bir ülke olma tehlikesiyle karşı karşıyayız, sermaye ve teknoloji açısından giderek artan biçimde başka uluslara bağımlı hale geliyoruz."


Küreselleşme yandaşı Porf.Jeffery Garter,1993









İŞTE AMERİKAN RÜYASI....


















28 Mart 2015 Cumartesi

Şimdiki Tehlike – Likya Demokrasisi






Solarz’ların demokrasi birikimlerinin yanı sıra halkla ilişkiler ve yönlendirme deneyimleri de güçlüydü. Stephen Joshua Solarz Amerikan Kongre üyeliğinden sonra “Consultant Solarz Associates” şirketiyle “lobicilik” yapıyordu. Ayrıca “Livingstone” aracılık şirketinin de ortağıydı. T.C. hükümeti bu şirkete ciddi tanıtım sözleşmeleri imzalamış ve 1.8 milyon dolar ödemşti. Solarz “Yahudi Soykırımı” konusunu canlı tutmak için etkili çalışmalar sürdüren “Wyman Institute”ün danışmanıdır.

Nina Solarz ise Ford Vakfı’nın Ulusal Güvenlik Arşivi merkezinin yöneticisitdi. 1985’te Scott Armstrong tarafından kurulan merkez, Ford Vakfı’ndan 1.5 milyon dolar alıyordu. Nina Solarz türlü baskılarla Armstrong’un uzaklaştırılmasını sağladı.

Nina Solarz başarılı bir girişimciydi ve Türkleri de seviyordu. Ne ki bu sevgi ona zarar verdi. 1992’de AFOT (Türk Kadınların Amerikalı Dostları Derneği) Başkanı oldu. Eşinin hesabından yazdığı bir çek karşılıksız çıkmıştı. Bu çekin bedelini ödeyebilmek için AFOT’un kasasından 7.500 dolar aldığı için ve ayrıca karşılıksız çek yazdığı için mahkemeye verildi. Çeklerin yanlışlıkla yazıldığını ileri sürdüyse de çok sayıda karşılıksız çek yazdığı saptandı. Sonunda hapse mahkum oldu. Cezası paraya çevrildi ve bir yıl denetim altında tutulmasına kara verildi.

ABD’de İsrail yanlısı olarak da tanına ve birçok Yahudi örgütünün yöneticisi olan Stephen Joshua Solarz, siyaset-ticaret-savaş üçgeninde önemli yeri vardı. Birçok siyasi kuruluşun yönetiminde ya da danışma kurullarında bulunuyordu. Bir dönem Sivil Örümcek Ağı merkez örgütü NED’in de yöneticisiydi. Solarz ayrıca ABD politikalarını en çok etkileyen CPD (Şimdiki Tehlike Komitesi)’nin yöneticilerindendir.

CPD: Şimdiki Tehlike Komitesi

Türkiye’de sistemli ayrıştırma ve federasyonlaştırmanın arkasında devlet politikalarının bulunduğunu görmezden gelmek eski bir alışkanlıktır. Bu alışkanlığı körükleyenlerin birçoğu, bir zamanlar yabancı devletlerle işbirliği ederek kendi yurttaşlarına karşı düşmanca davranmış, hatta cinayetlere şöyle ya da böyle ortak olmuşlardı. Bu nedenle her ciddi komployu kişilere ya da belirli gruplara bağlıyorlar ve komplonun asıl patronu olan devleti unutturuyorlar.

Bu kişi ya da çevreler, içerde dernekler- vakıflar ve devlet yönetimine egemen olan siyasal güçler eliyle düzenlenen ve gerekirse asker-işadamı-sendikacı önderliğinde kan dökülerek gerçekleştirilen “demokrasi darbeleri”ni nasıl yalnızca George Soros’un hesabına yazıyorlarsa, “İslamo-Facist” terimini de George W.Bush’a bağladılar.

Oysa bu terimin asıl sahipleri Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde yeşerebilecek direnişleri baştan karalamak ve Amerikan devletini savaşa kışkırtmak amacıyla kapsamlı gerekçeler ileri sürüyorlar. ABD Başkan adaylarından Joseph Liebermann’ın konuyla ilgili açıklaması bu politikayı kesinleştiriyor:

“Terörizme karşı savaşım yalnızca silahlı bir savaş değil, aynı zamanda bir değerler savaşıdır. İslamist terrorism tehdidi bizim kuşağın düşmanıdır. Tıpkı faşizmin ve komünizmin önceki kuşakların düşmanı olduğu gibi. 21.Yüzyılın uzun savaşını yürütmekteyiz.”

JINSA (Ulusal Güvenlik İçin Yahudi Enstitüsü) yöneticisi Morris J.Amitay aynı yaklaşımı “İslamı-faşist teröristlere ve onları destekleyenlere karşı savaşım ulusumuzun bir numaralı önceliğidir” diyerek daha da sertleştirdi. (324)

İletişim ve kamu sorgulama,danışma şirketi APCO’nun başkanlarından Mark Benson ise “Her düzeyde ve her ulusun içinde İslamo-Faşizme karşı koyarken milyonlarca insanı daha iyi bir yaşam öneriyor ve böylece uygar insanların güvenliğini sağlıyoruz” diyerek saldırgan politikayı çok daha ayrımcı bir amaca kilitledi.

Bu saldırgan tasarıma göre dünyada uygarlar ve uygar olmayanlar var; uygarların keyfi için uygar olmayanlar yok edilmeli ya da iyice etkisizleştirilmelidir. Saldırgan açıklamaları yapanların tümü aynı güçlü öörgütün, CPD’nin üst düzey yöneticisidirler. Stephen Joshua Solarz da bu yöneticiler arasındadır.

Örgütün yönetim kurullarında, danışma komisyonlarında eski CIA deriktörleri, şirket temsilcileri, bakanlar, akademisyenler yer alıyor. CPD, 1952’de Amerikan halkını Sovyetlerin en büyük tehlike olduğuna inandırırak, silah sanayisini desteklemek amacıyla kuruldu. Paul Nitze tarafından hazırlanan ve Başkan Harry S.Truman’ın onayıyla yürürlüğe giren NSC-10/2 ve NSC-10/5 “Psikolojik-İdeolojik Savaş” yönergeleri CIA’ya yurtdışında yasadışı gizli eylem yetkisi tanıyordu. CPD de yönergelere uymakta gecikmedi ve öncelikle NBC yayın şebekesi aracılığıyla “Korku Kampanyası” başlattı. Kampanyanın sonunda Amerikan silah sanayisini sevindiren karar çıktı ; ABD’nin askeri bütçesi üçe katlandı.

CPD, Soğuk Savaşı bitirmek ya da en azından gerilimi azaltmak amacıyla sürdürülen SALT (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması) çalışmalarını da baltalamak için uğraştı. 1976’da “B-Timi” adını verdiklerini bir ekip oluşturdular. B-Timi, Başkan Gerald Ford’dan aldığı yetkiyle Sovyet askeri gücünü değerlendirecekti. Ekipte daha sonra Reagan Demokratlarının başını çeken Jeane J.Kirkpatrick, Max Kampelman, Richard Shifter ve çok sayıda sendikacı, liberal Yahudi, tutucu-entelektüel yer aldı. “B-Timi” Amerika’nın nükleer üstünlüğü ele geçrimesi gerektiği tezini geliştirdi ve Ronald Reagan’la birlikte iktidara geldi. 1980 başlarında uygulanmaya başlanılan Sivil Örümcek Ağı tasarımı da onların eseri oldu.

Soğuk Savaş döneminin sonunda CPD, birçok operasyon örgütü gibi daha ılımlı bir görüntüye bürünerek açık hedeflerini değiştirmekte gecikmedi. Milyonlarca insanın canına kıyılan, petrol ve silah kartellerinin emelleri için dünyanın kaynaklarının çarçur edilmesine yol açan Soğuk Savaş dönemi, CPD’ciler için tek bir anlam taşıyordu; Doğu karşısında ABD’nin üstünlüğünü sağlamak. 1990 sonrasındaysa ABD’nin kazandığı zaferi pekiştirme devri başladı. Artık dünya yeniden kolonileştirilecekti.

CPD Başkanı, “Soğuk savaşı kazandık! Şimdi dünyayı değiştirme zamanı” diyerek temel amacı açıkladı.

Soğuk Savaşın sona ermesi, pek çok demokrasi-insan hakları havarisi için “yumuşama” ve barışın sağlanması anlamına gelirken asıl patronlar için ulusal devletleri parçalayarak dünyayı kendi çıkarları uğruna kargaşaya sürüklemek ve sonunda tam egemenliği sağlamak anlamını taşıyordu.

Şahinlikten demokrasi savaşçılığına soyunan CPD örgüt yapısını değiştirdi. CPD’de Cumhuriyetçiler, Demokratlar ve bağımsızlar birlikte yer almaya başladılar. Üst Yönetim Kurulunda “İslamo-Faşizm” tanımını yapan Morris Amitay, Jo Liebermann ve Mark Benson gibilerin yanı sıra, CIA eski Başkanı James Woolsey, “think-thank” mucidi RAND Corporation’dan Laurent Murwiec, MEF (Ortadoğu Forumu) Başkanı Daniel Pipes bulunuyor. Onlara daha sonra Jose Maria Aznar, Vaclay Havel, İran öğrenci örgütü Tahkim Vahdat’ın MK üyesi Akbar Atri de katıldı.

CPD’ye bağlantılı FMC (Hür Müslümanlar Koalisyonu) SRP (Suriye Reform Partisi) gibi yeni örgütler geliştirildi. Bu örgütler Ortadoğu devlet yönetimlerine karşı “Müslüman” muhalefeti yaratmak için çalıştılar; çevre ülkelerdeki Sivil Örümcek Ağı örgütleriyle ilişkileri geliştirdiler. Örneğin SRP (Suriye Reform Partisi) Başkanı Farid Kadri, 2005 sonbaharında RIIA yöneticisi, eski CIA görevlisi DeAnne Julius ve Suudi Arabistan muhalifleriyle birlikte ARI Derneği’nin düzenlediği İstanbul konferansına katıldı.

CPD ile bağlantılı örgütlerden IAGS (Global Güvenlik Analiz Enstitüsü) “Amerika’yı özgürleştirmenin zamanıdır” sloganıyla çalışmaya başladı. Ali Köknar ile Azerbaycan’dan Fariz İsmailzade de bu çalışmada yer aldılar. İsmailzade, Bakü’de IRI gençlik sorumlusu, CIA aygıtı Freedom House ve Doğu-Batı Enstitüsü profesyonel görevlisidir.

Balkanlar, İsrail ve Ortadoğu ile ilgili hemen her örgütte yer alan CIA eski Başkanı James Woolsey de IAGS’nin danışmanıdır. CPD bağlantılı en önemli kuruluş olan “Intelligence Summit” , İstihbarat Zirvesi’nin önderleri arasında Yossef Bodansky, Tuğ.Gordon Cucullu, Rachel Ehrenfeld, CIA operatörü Wayne Simmons, MOSSAD elemanı Yoram Hessel, FBI eski Başkanı Steve Pomeranz bulunuyor.

Danışma kurulundaysa birçok generalin yanı sıra, İtalyan-Müslüman Birliği Sekreteri Şeyh Abdulhadi Palazzi, “Pakistan Today” editörü Tashbih Sayyed, İngiltere Birleşik İstihbarat Komitesi eski Başkanı Dame Pauline Neville-Janes yer alıyor.

CPD’nin, Sivil Örümcek Ağı’nın hemen her kuruluşuyla, Amerika’daki Yahudi örgütleriyle ve Türkiye’den gençlerin yerinde siyasal deneyim kazansınlar denilerek götürüldüğü tüm örgütlerle ciddi bağları bulunuyor.

CPD’nin YK üyesi Solarz aynı zamanda APCO danışmanı ve Global Santa Fe petrol arama gereçleri şirketinin yöneticisi (1998) olarak çalışmıştı. Stephen Joshua Solarz’ın siyasal çalışmayı ticaretle harmanlama becerisi Ege-Akdeniz kıyılarında yeni ufuklar açtı ve ticaret uluslararası siyasetle ve örtülü işlerle iç içe geçti.



ANTALYA İLİNDE LİKYA FEDERAL DEMOKRASİSİ


Türkiye’de başta NED ve ABD partililerini örgütleri NDI, IRI, Amerikan Ticaret Odası’nın “sivil” ilişki örgütü CIPE, Amerika’nın yayılma örgütlenmesini sendikalara bağlayan ACILS’in demokrasiye katkısı ölçüsüzdür. 

Alman partilerinin örgütleri de özellikle gazeteciler, çevre ve kadın gruplarıyla özgürlük ve çevreyi korumak için çalışıyor. Örgütlerin tümü gençlerle bağlantılarını sağlamlaştırıyor. 
TÜRKİYE ANAYASASI’NIN FEDERATİF BİR YAPIYA UYGUN OLARAK DEĞİŞTİRİLEREK DİKTATÖRLÜĞE GEÇİLMESİ İÇİN UĞRAŞIYOR.

Tüm açılım örgütleriyle bağları güçlü olan TDV (Türk Demokrasi Vakfı)’nın kurucu başkanlarından Bülent Akarcalı, Patara’daki arkeolojik çalışmalara yardımcı olmaya karar verdi.

Stephen Joshua Solarz’ı Özal hükümetlerinde bakanken tanımıştı. Onu arkeolojik çalışmaları sürdüren Akdeniz Üniversitesi profesörleriyle tanıştırdı. Solarzlar Kalkan yöresini sevdiler. Patara yakınlarındaki yamaçta Akdenizin maviliklerine egemen bir villa yaptırdılar. 

Eski çağların kıyı site devleti Likya’nın demokrasisini Akdeniz kıyısından Washington demokrasisine ve ABD Kongresine bağlamakta gecikmediler.

Amerikan Anayasası’nın Patara merkezli Likya devletinin demokratik ve federatif yapısından esinlediği propagandasını dillendirdiler.

Kalkan’da yabancılara mülk satışını destekleyenlerle, emlakçılarla ahbaplığı ilerleten Stephen Joshua Solarz, Likya-Patara tasarımını adım adım uyguladı. Kongre’nin Dış İlişkiler Komisyonu’nda federe demokrasinin en eski örneğidir denilerek Likya yasaları ile Amerikan Anayasası arasındaki köklü ilişkiler anlatıldı. AB çevreleri de bir kampanya ile bilgilendirildi. Viyana’da konferans düzenlendi ve Fazıl Say’a siparişle bir PATARA bestesi yaptırıldı.

TBMM’de hazır bir kuvvet olarak Demokrasi Komitesi vardı. Komite, yerli sivillerin aracılığıyla ve Sivil Örümcek Ağı çekirdek örgütlerinden NDI tarafından destekleniyordu. Komite üyeleri Washington’a dek giderek kendilerini tanıtmışlardı.

Komite, Likya Demokrasisi tasarımına dört elle sarıldı. Akdeniz Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr.Havva Işık’ın yıllar süren yoğun çalışmasıyla ayağa kaldırılan Patara anfi-tiyatrosundan ABD senatörlerinin ve TBMM üyelerinin katılacağı bir demokrasi meclisi toplanması kararlaştırıldı.

Olağanüstü bir tasarımdı Patara Oyunu. Sonunda bir türlü demokrasi yolunu bulamayan Türkiye, köklerine dönecek ve Likya demokrasisini, Likya federe özgürlüğünü öğrenecek; demokrasinin önderi Amerika ile Akdeniz kıyılarında bütünleşecekti. Türkiye medyası fırsatı kaçırmadı ; ABD ve AB’ye uygun Anayasa yapı değişikliğini sonuna dek savunan yazarlar, sanatçılar işe koyuldular.


LİKYA DİYEREK SATMAK

Bu arada Kalkan ve çevresinde arsa fiyatları yükseldi. Zaten Ege kıylarında yabancı uyrukluların sitelerine İngiliz bayrakları çekenler oluyordu. 

Başbakan R.T.Erdoğan yabancıya arazi satışının bırakılmasını sağlayan yasaya karşı çıkanları “Toprağı kamyona doldurup gidecekler (gidecek) değil ya!” diyerek azarladıktan sonra Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, kendisinin de Likyalı olduğunu söyleyerek Likya’da demokrasi girişimlerini yerinden destekledi.

Kalkan, Kaş ve Patara hareketlendi. Solarz bir villa daha yaptırdı ve uluslararası pazara sundu. Her yıl birçok Amerikalı Solarzlara konuk oluyor.

Bu arada yörenin tüm taşınmazlarının alım-satım işleri internette Likya adı altında pazarlanıyordu. Patara tasarımıyla İstanbul’daki holdingler ve kiliseler de uyanmaya başladı. Koç Holding tasarımı destekledi. Ermeni Kilisesi Patriği de İstanbul’dan topladığı gençleri Kalkan’a getirdi ve dinsel kaynaklarını Likya topraklarında araştırmaya başladı. Patara projesi yöneticisi Prof.Fahri Işık da! “Stephen Solarz’ın Türk sevgisinden kuşku duyulamaz” dedi.

Türkiye sevgisinden kuşku duyulmayan ve siyaset-ticaret-din-ulusal güvenlik ve etnik sorunlar işlerini başarıyla sürdüren Stephen Joshua Solarz, Likya’yı Washington ve Tel Aviv’e bağlamaya çalışırken bir yandan da ABD’nin ustalarıyla dünyada çatışmaları önlemek için uğraşıyordu.

Solarz, George Soros’un da önemli katkısıyla Morton Abramowitz ve Fred Cuny ile birlikte ICG (Uluslararası Bunalım Grubu)’yi kurdu. ICG, ABD-İsrail ve Ermenistan’ın stratejik çıkarlarını yönlendirmek üzere sürdürülen resmi “istikrar” çalışmalarının arkasındaki “sivil” gruplarından biridir.

Fred Cuny ise uzun yıllar CIA ve AID hesabına çalışmış; dünyanın neresinde çatışma varsa orada devreye girmişti. Bosna, Türkiye – Kuzey Irak operasyonlarında önemli görevler üstlenen Cuny, sonunda Çeçenistan’a giderek Dudayev ile çalışmaya başlamıştı; ancak kendisinden bir daha haber alınmadı.

Likya-Türkiye-ABD demokrasinin başarılı aktörü Stephen Joshua Solarz, 20 Mart 2007’de düzenlenen “ICG Günüénde “Fred Cuny” adına verilen ödülle onurlandırıldı. Abdullah C.Gül de ICG Günü’ne bir iletiyle katıldı.

Solarz’ın girişimleri ve çevresinde gelişen siyaset-ticaret ilişkileri sayısız örnekten biridir. Türkiye’yi yönetenleri Batı ile Doğu arasında köprü olmaya meraklı birçok entelektüel bu girişmleri bilerek destekliyorlar.

Bu işleri anlamak için çabalayan ortalama yurttaşlar “Türkiye’yi satıyorlar” diyerek Ege-Akdeniz kıyılarından binlerce dönümlük satış istatistikleri hazırlayanları anlamakta güçlük çekiyorlar; çünkü Türkiye toprakları, Antalya, Muğla, Fethiye, Marmaris, Bodrum, Çukurova arazileri değil Likya, Kapadokya, Karia, Nikea, Kaledonya toprakları olarak satılıyor. Yabancıların konut siteleri geniş bölgelere yayılıyor.

Ayrıca yöre esnafı, köylüler ve kıyı kasabalarında yaşayanlar, yazlıkçılar gelişmelerden mutluluk duyuyorlar. Amerikan başkanın Patara açılışına geleceğine ve gökten dolarlar yağacağına inandırılanlar, zenginlik düşlerine kapılıyorlar ve uluslararası kirli oyunları görmekten kaçınıyorlar.

Türkiye’nin özellikle Ege Bölgesi’nde toprakların Likyalıları, İyonyalılara ait olduğu düşüncesi giderek yerleşiyor. Özellikle Alman vakıflarının avukatlığına soyunanlar, Alman vakıflarıyla içli dışlı çalışan kadın dernekleri yöneticileri, çevreciler, uluslararası doğa kıyımına, kıyılardaki yıkıma karşı seslerini çıkarmıyorlar.

Onlar da değişimi kabullendiler. Antalya ilinin adı anılmaz dolu, onun yerini “Likya” aldı ; Denizli ili yerine “Karia”, Muğla ili yerine Lidya” , Adana ili yerine “Klikya”nın geçtiği gibi.

Ege Denizi elbette bir barış gölü, kıyılar da özgürlük ve demokrasi yurdu olmalıdır; ama barış tek yanlı olmuyor. Tek yanlı barışı ve kardeşliği geliştirme çabalarında Likya demokrasisinin yanı sıra hayırsever Yunanlıların ve Onassis Vakfı’nın payını da unutmamak gerekiyor.



Ortağın Çocukları – Mustafa Yıldırım


Dipnot:
324-Morris J.Amitay ve oğlu Mike Amitay Kürdistan devleti kurma girşiminin bir numaralı aktörleridir. Mike Amitay aynı zamanda Quantum bankerlerinin danışmanı George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün yöneticisidir. Amitayların Kürt milliyetçi hareketi ilişkileri için Yılmaz Polat’ın “Washington’da Akrobası” “CIA’nın Muteber Adamı” ve “CIA Pençesinde Açılım” kitaplarına ve Sivil Örümceğin Ağında kitabına başvurabilir.


………….



Washington’da Turkish Cultural Foundation (Türk Kültür Vakfı) niçin kurulmuş, finansmanı nereden sağlanmaktadır?
Türk Kültür Vakfı:
İşbirlikçileri:
AFS Gönülleri Derneği
AFS İntercultural Programs
Işık Okulları
Efil European Federation for İntercultural Learning
TC.İstanbul Kültür Üniversitesi
Özyeğin Üniversitesi
link
Facebook adresi:



.............



Yusuf Yavuz’un makalesi: PATARA DOSYASI


Bu arada Fahri Işık’a Patara’daki gelişmelerden söz ediyorum. New York Times’ta yer alan haberden, kutlamalardan ve yapılacak çalışmalardan ayrıntılar soruyorum. Önce heyecanla projeden söz eden ve bunun Patara ve Türkiye için ne denli önemli bir fırsat olduğundan söz eden Prof. Işık, kendisine ABD’li eski senatör Solarz’la görüştüğümü ve bununla ilgili bir haber hazırlığı içinde olduğumu söyleyince heyecanını yitiriyor. Kendisinden de konuyla ilgili bir görüş almak istediğimi belirtiyorum, “şimdi daha erken. Bu devletin projesi, meclisle birlikte yapılacak kutlama. Zamanı gelince konuşuruz” şeklinde bir yanıt veriyor. Bir kez daha yineliyorum görüş alma konusundaki düşüncemi. Ancak yine benzer bir yanıt veriyor Işık.

Türk devletinin Amerika’daki Ermeni lobisine karşı resmi lobiciliğini üslenen ve bu çalışması karşılığında kendisine Türk devleti tarafından her yıl 1. 800 milyon dolar ödenen Solarz, bununla da yetinmemiş, Kalkan sırtlarında, o günkü değeri 2.5 milyon YTL’yi bulan toplam 6600 metrekare arsayı da servetine eklemişti. Kaş Tapu Müdürlüğü kayıtlarına göre Stephan Joshua Solarz adına, Kalkan’da 91, 92 ve 93 Ada numarasıyla kayıtlı arsalar ve Kalkanlıların “Beyaz Saray” adını verdiği büyük bir villaya sahip olan Solarz’ın kayıtlarına o günlerde ulaşamadığımız daha büyük başka bir arazisi de Kalkan’ın 2009 yılında yağmalanan ve haberleştirerek kamuoyuna duyurduğumuz Kalamar Koyundan çıkacaktı.

Ancak Kalamar koyunda ortaya çıkan çarpıcı bir başka gerçek daha vardı ki, Patara’da sürdürülen çalışmaların amacı konusundaki tartışmaya son noktayı koyacak nitelikteydi. Haberlerimizin ardından meclise taşınan, valilik ve savcılık soruşturması başlatılan uluslararası imar vurgunu kısaca şöyleydi… Kalamar koyundaki imar alanı dışındaki zeytinlik 130 dönüm tarım arazisine, yasalar dolanarak 34 tane villa yapılmış, bununla da kalmayıp yasal düzenleme olmadan ilk yüz metreye çivi dahi çakmanın yasak olduğu kıyıya tecavüz edilmiş, villaların kıyıya doğru uzanan bölümlerine havuzlar ve iskeleler yapılarak kıyı yasası da delinmişti. Tarım arazisi niteliğinde olan imar dışı alanlarda, yalnızca ‘tarımsal amaçlı yapı’lara izin verilmesini hükme bağlayan yönetmelikler de hiçe sayılarak; kümes, mandıra, tarım ürünlerin işlenebileceği küçük üretim atölyeleri ve çiftlik evi gibi yapılar olması gerekirken Kalamar koyuna mesken ruhsatı verilerek 34 tane villa yapımına başlanmıştı.


10 BİN METREKARELİK ARAZİ ABD’Lİ ORTAKLARA

Buraya kadar bildik bir yağma görüntüsünü andırıyordu Kalamar skandalı. Ancak araştırmalarımız sırasında incelediğimiz tapu kayıtları arasında dikkatimizi çeken ‘Solarz’ ve ‘Bernstein’ soyadları olaya farklı bir boyut kazandırıyordu. Patara kutlamalarının merkezindki isim olan Solarz’ın, Kalamar Koyunda yağmalanan imar dışı alanda toplam 10 bin metrekarelik arazisi bulunuyor, üzerinde trilyonluk villa inşaatlarının yükseldiği arazinin hissedarları ise; Stephan J. Solarz: %34, Jehuda Reinharz: %11, Richard Paul Bernstein: %22 ve Margaret Marygriele: %33 olarak sıralanıyordu.


DÜNYA DERİN DEVLETİ KALKAN’DA

Solarz’ın parsel ortakları şaşırtıcıydı. ‘Dünyayı yöneten örgüt’ ya da dünyanın derin devleti olarak bilinen CFR’nin (Council on Foreign Reletions-Dış İlişkiler Konseyi) yöneticisi Jehuda Reinharz, uzun süre Amerikan Brandeis Üniversitesi rektörlüğünü yürütmesinin yanında, önemli Yahudi tarihçilerinden biri ve Siyonist hareketin en ateşli savunucularından kabul ediliyordu. Öyle ki, Reinharz’a bu çalarından dolayı İsrail Cumhurbaşkanlığı ve parlamentosu özel ödüllerine layık görülmüştü.

Tapu kayıtlarında adı “Margaret Mary Griele” olarak geçen Amerikalı kadının asıl adı
‘Margaret M Grieve’di ve uzun yıllar Bank of America’nın Genel Hukuk Danışmanlığı görevini yürütmüştü. Grieve’in Solarz’la olan bağlantısı, Solarz’ın bir dönem başkanlığını yürüttüğü Asya Fonu’na, ya da diğer bilinen adıyla Orta Asya-Amerikan Girişim Fonu’na (CAAEF) dayanıyordu. Grieve’in bir kartviziti de Asya Fonu’nun yönetim kurulunda görev almasıydı.

Kalamar Koyun’daki imar vurgununda adı öne çıkan en dikkat çekici isim ise, Solarz’ın davetiyle bölgeye gelen ve 19 Eylül 2005’te New York Times’da Patara’yla ilgili ünlü haberi yapan Richard Bernstein’dı. Bernstein, Solarz’ın önerisiyle yazdığı bol fotoğraflı Patara haberinde, “Amerikan demokrasisinin köklerinin Patara”da olduğunu öne sürmüş, haber, o günlerde Türk basınında sevinçle karşılanmıştı.

YÖNETİCİLER DEĞİŞİYOR, PROJE DEĞİŞMİYOR

Yusuf Yavuz Haberi için




Kalkan'lılar büyük bir dostlarını kaybetti'!!!!! 
Haberi: Solarz’ın vefatı
Dostu mu , sinsi Düşman mı? - SB

Likya Haber için



Fahri Işık Hoca belki de bu yüzden görevden alındı! Kitaplarına ulaşımda, net dahil, zorluk çekiyoruz, villalara tepki gösteriyordu, İyonların , Makedonlu B.İskender’in Grek olmadığını ve uygarlığın Anadolu’da doğdunu dile getiriyordu. "Yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular, Yunan medeniyetinin Anadolu medeniyetinden etkilendiğini gösteriyor. Sanıldığının aksine, batı uygarlığının temelinde Yunan medeniyeti değil, Anadolu medeniyeti vardır" diyordu.  Artık bilmiyorum...SB






"Esir bir şehirde Dost kim, Düşman kim bilinmez!"



OKUYALIM
SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA OLMAK BÖYLE BİR ŞEY İŞTE!













23 Mart 2015 Pazartesi

ÇANAKKALE - DİRİLİŞ







Bir gün bir arkadaşımız Mehmet Emin Bey'in bir şiirini okudu. Şiir şu dizeyle başlıyordu: 

"Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur."

Duyar duymaz içim titremişti. Şair bu şiiriyle 'Diril ey Türk!' diye bağırıyor ve bizi uyarmaya çağırıyordu. Bu bağırışı duyduk, bu çağrıya uyduk. Bir arayış, uyanış ve sonunda diriliş başladı. Bir kuru kalabalık değil bir millet olduğumuzu anlamaya başladık. İbrahim Binbaşı doğru söylemiş, yeniden doğuyoruz, canlanıyoruz, diriliyoruz. Türk geri geliyor! Tarih bir millete bir kez dirilme hakkı verir. Yeniden uyursak, oyuna gelirsek, bir daha dirilemeyiz. Biz olmaktan çıkar, kaybolur gideriz. Bu sözümü unutmayın!" 

23 NİSAN günü hava güzelleşti. Akdeniz'e özgü bir mavi gün başladı.

Amiral de Robeck ve General Hamilton düğmeye basıp yüzlerce parçadan oluşan dev planı çalıştırdılar. 

Askerlerle dolu gemiler demir aldı. Limandan çıkmak için savaş gemilerinin arasından geçerek ilerlediler. Güverteleri dolduran denizciler ve askerler birbirlerini selamlayıp alkışlıyorlardı. Zafere birlikte ulaşacaklardı. Coşanlar "İstanbul'a!" diye bağırıyorlardı. Bu coşkuya bazı savaş gemilerinin bandoları marşlar çalarak katıldılar. Heyecan büyüdükçe büyüyordu. Bir geminin bordasına büyük harflerle "Türk lokumu'", bir başkasının bordasına ise "İstanbul'a ve haremlere" diye yazılmıştı. Sanki savaşa değil, uysalca yağma edilmeyi bekleyen İstanbul'a inliyorlardı. 

İSTANBUL, benzer duyguları İngiltere'nin sevilen genç Ģairi Hubert Brooke'ta da uyandırmıştı. Şair, yedeksubay olarak 'İstanbul Seferine' katılmak için yola çıkarken şöyle yazmıştı: 

"İnanılmayacak kadar güzel bir şey bu. Kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim. Demek ki Galata Kulesi 15'lik toplarımızın altında paramparça olacak. Demek deniz top gümbürtüleriyle kana boyanıp leş gibi olacak. Demek Ayasofya'nın mozaiklerini, lokumları, halıları yağmalayacağım! Demek ki bizler tarihte bir çağın dönüm noktası olacağız. Oh Tanrım! Hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım. Birden anladım ki hayatımın tek arzusu İstanbul'a karşı bir askeri sefere katılmakmış." ***

*** (Rupert Brooke çıkarmadan bir gün önce 24 Nisan 1915'te ölür, Skyros adasına gömülür.)


24 NİSAN Cumartesi günü 300 gemi ve deniz aracı, Bozcaada ile Gökçeada arkasında toplanmıştı. Çıkarma için gerekli son düzeni alıyorlardı. Rus donanması da sabah bir dayanışma gösterisi olarak İstanbul Boğazı'nın iki yanındaki Karadeniz kıyılarını bombardıman etti. 150 büyük mermi attı. 

General Hamilton kara-deniz işbirliğini kolaylaştırmak için karargâhını Queen Elizabeth'e taşıdı. Amiral de Robeck tarafından törenle karşılandı. Ön direğe Hamilton'un forsu da çekildi. 

Türkler ve Almanlar Birleşik Ordu'nun ve Birleşik Donanma'nın ertesi sabah harekete geçeceğini öğrenememiş ve anlamamışlardı. Liman Paşa 11. Tümene tatbikat yaptırmak için Çanakkale'ye geçmişti. Tatbikatın konusu Beşige'ye yapılacak bir olası çıkarmaydı. Liman Paşanın Saros ve Beşiğe saplantısı artarak sürmekteydi. Çanakkale'deki Hava Bölüğü de uyumuştu. Uyumayan yalnız Seddülbahir'deki 3. Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Sabri Bey'di. 

Deniz ve hava hareketlerine bakarak hemen, büyük olasılıkla ertesi gün çıkarma olacağını kestirmişti. Önlemini aldı. Bölüklerine özetle şu emri verdi: 

"Yedek cephanelerinizi de yanınıza alın, matraları ve su tenekelerini doldurun. İki gün bunlarla idare etmek zorunda kalabiliriz."

DOĞU ve Güneydoğu Anadolu'daki Valiler ve Komutanlardan Ermenilerin silahlandıkları, devlet güçlerine karşı geldikleri, Rus birliklerine yardım ettikleri, çeteleştikleri ve isyana hazırlandıkları hakkında sürekli bilgiler geliyordu. 17 Nisan 1915 günü ilk olarak Van isyanı patladı.

Hükümet artık bir karar vermek gerektiğini anladı. Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) 'Ermeni komite merkezlerinin kapatılmasını, belgelerine el konulmasını ve komite elebaşlarının tutuklanmasını' bir genelge ile bütün illere bildirdi. Bu genelge üzerine İstanbul'da Emniyet Müdürlüğü de bugün (24 Nisan) bilip izlemekte olduğu tüm elebaşıları sessizce tutukladı. Akşam dışarda hiçbir elebaşı kalmamıştı. Bu, Ermeni isyancılar için büyük bir darbe oldu. Gafil avlanmışlardı. Bu günü unutmayacaklardı.***

*** (Ermenilerin her yıl kıyım tarihi diye gösteriler yaptıkları 24 Nisan elebaşların tutuklandığı bu gündür. Olaylar gelişecek ve hükümet, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Kuzey Suriye'ye göç ettirilmelerine karar verecektir.)

BİRLEŞİK ORDU ve Donanma harekete hazırdı. Akşam herkese sıcak yemek verildi. Dileyenler evlerine son mektuplarını yazdılar. Bir asker üzerinde 3 günlük yiyecek ve 200 fişek taşıyordu. Gece yarısı güvertelere çıkılacaktı. Herkesin yeri işaretlenmişti. Gemiler Türklerin görmemesi için ufuk çizgisinin gerisinde bekliyorlardı. Ay batınca harekete geçilecekti.

KIYILARI bekleyen küçük/büyük bütün birliklerde, gözlerini bir saniye bile ufuktan ayırmayan gözcüler ve nöbetçiler dışında, yatsı namazı açıkta ve topluca kılınmış, birlikte dua edilmiş, Allah'tan yardım ve zafer dilenmişti. Komutanlar ertesi günün zorlu bir gün olabileceği düşünceyle, kaç zamandır, erlerin erkenden uyumalarına dikkat ediyorlardı. Çoğu uyumuştu. 

Subaylar son denetimleri yapıyor, son bilgileri alıyorlardı. Hiçbir olağanüstülük görünmüyordu. Balıkçı Damları-Kabatepe kuzeyi arasından, kısacası Arıburnu kesiminden sorumlu bölüğün komutanı Yüzbaşı Faik de son bilgileri aldı, durumu Kabatepe'deki 2. Tabur Komutanı Binbaşı İsmet Beye telefonla bildirdi. Toprağa oturdu. Yorulmuştu. 

Sırtını bir kaya parçasına dayadı, kendini gecenin büyüsüne bıraktı. Çeyrek ay pırıl pırıldı. Deniz sessizce kumsalı okşuyordu. Hava bahar kokuyordu. "Ne güzel, ne mübarek bir yurdumuz var.." diye düşündü, "..Yerlisi, göçmeni, dağlısı, ovalısı, doğulusu, batılısı, hepimiz, bir aile, bir millet olsak, birbirimizi sevsek, çok çalışsak, yollar, fabrikalar, okullar, hastaneler yapsak, ilkellikten, bağnazlıktan kurtulsak, mutluluğu, refahı, uygarca ve özgürce yaşamayı biz de tanısak.." 

Özlemle içini çekti. Yüzbaşı Faik'i büyüleyen, hayallere salan bu güzellik gün ışırken kana bulanacaktı.


SEDDÜLBAHİR Gelibolu yarımadasının güneyiydi. Burun kesimi 5 km. enindeydi (Teke Burnu ile Eski Hisarlık arası). Donanma üç yandan birden sarıp ateş altına alabileceği için buradaki Türk savunması fazla önemsenmiyor, çıkarma ve ilerlemenin zor olmayacağı düşünülüyordu. 
Seddülbahir'de 5 yere birden çıkacaklardı: Soldan sağa doğru, Pınariçi Koyu, İkizkoy, Teke Koyu, Ertuğrul Koyu ve Eski Hisarlık.(Teke koyun asıl adı Tekke koyu)

Ama asıl çıkarma Ertuğrul Koyu ile Teke Koyu'na yapılacaktı. Saros, Beşiğe ve Kumkale'deki gösteriler, Türklerin buraya takviye yollamalarını engellemek için yapılacaktı. Pınariçi, Eski Hisar ve İkizkoy'a çıkarmaların amacı, bu büyük çıkarmayı kolaylaştırmak, güven altına almak ve hızlandırmaktı. Hepsi derinlikte birleşip Alçıtepe'ye akacaktı. 

Günün ilk hedefi 10 km. uzaktaki Alçıtepe'ydi. General Hamilton, Liman Paşa asıl çıkarmanın nereye yapılacağını anlayıp da, buraya kuvvet yollayana kadar Alçı Tepeye ulaşacaklarını hesaplıyordu. Binbaşı Mahmut Sabri Bey yatsı namazından sonra yakınlardaki subayları topladı. Takım komutanları oğlu yaşındaydı. Ertesi gün bu çocuklar belki de toprağa düşeceklerdi. Gözünün yaşarmasına engel olmayı başardı. Dedi ki:


"Yarın çıkarma başlarsa, geriden cephane gelmesi imkânsız. Düşman donanması göz açtırmıyor. Onun için her kurşun hesaplı atılacak. Keskin nişancılar önce subayları, komutanları temizleyecek. En zor durumda bile askerin yemeği ihmal edilmeyecek. Gözcüler dışındaki askerleri bu gece geriye, sığınaklara alın. Ateş bitince yerlerimizi döneriz. Haydi çocuklarım, gazamız mübarek olsun!" 

Mahmut Sabri Bey subaylarını kucakladı, subayları da onun elini öptüler, helalleşildi. Tümenden birkaç kara mayını gelmişti. İstihkâm Bölüğü gece kumsalı mayınlamaya girişti. Işıldaklarını sürekli gezdirerek kıyıları denetim altında tutan nöbetçi düşman gemileri çalışmayı fark edince ateşe başladılar. Çalışma durduruldu.

Hava ılık, deniz durgundu. Aydan dünyaya nur yağıyordu. Ay batınca ölüm filoları harekete geçeceklerdi. GENERAL HAMILTON DA, Liman Paşa da, Türk ordusu hakkında benzer biçimde düşünüyorlardı. 

Türk ordusunun çok uzun zamandan beri ciddi bir başarısı yoktu. Sicili iyi değildi. Daha kısa bir zaman önce Sarıkamış'ta ve Süveyş'te yenilmişti. Yeni bir haber daha vardı: Bir Türk birliği Irak'ta, Şuaybe'de, İngiliz birliğine taarruz etmişse de başarılı olamamış, 14 Nisan gecesi yarı yarıya dağılmış, kalanlar zorlukla geri çekilebilmişti. Bu yenilgiye katlanamayan birliğin komutanı Süleyman Askeri Bey intihar etmişti. ***

*** (A.İhsan Sabis, Birinci Dünya Harbi,c.2-s.398; bu olay başarısızlık üzerine ilk intihar olayıdır, ikincisi Büyük Taarruz'da 27 Ağustos 1922 günü, zamanında Çiğiltepe'yı geri alamayan 57.Tümen Komutanı Albay Reşit Çiğiltepe'nin intiharıdır.)



Üç buçuk ay içinde bu üçüncü yenilgiydi. Birleşik Ordu'nun komutanı ve kurmayları bu nedenlerle Türk ordusunun savaş yeteneğini ve yeterliliğini pek ciddiye almamışlar, planın birçok ayrıntısını bu önyargının etkisi altında hazırlamışlardı.***

*** (Bu ifade C.F.Aspinall-Oglander'ın yazdığı İngiliz resmi tarihindeki ifadedir. 1.cs.175; Aspinal-Oglander bu açıklamayı sonra şöyle tamamlıyor: "1915'te Türk cesur bir düşman olduğu kadar yeterli idi de." )


Liman Paşa da - İngilizler ve birçok Alman gibi - benzer nedenlerle ordunun savaş yeteneğinden ve yeterliliğinden kuşku duymaktaydı. O da bu kuşkusuna uygun bir savunma yöntemi seçmişti. Çok yanıldıklarını sabahleyin anlayacaklardı. Bu ordu, başka, bambaşka, yeni bir orduydu! ***

*** (Liman Paşa anılarının başında bu güvensizliği belli eder. Hemen her şeyi eleştirir, yapılan her şeyi küçümser. Subayların ve Mehmetlerin önemini ve değerini zamanla anlayacaktır. Ama çok kurban verdikten sonra.)

*** (Bir yanda dünya egemenlerinin hesapsız zengin ordusu ve donanması, öte yanda yoksul Türk ordusu. İkisinin arasındaki farkı anlatmak bile zor. Sonunda Türk ordusu galip gelecek. Başka mucize aramaya gerek var mı? Bu sonuç mucizenin ta kendisidir! Ne güçlü bir diriliş! Öyle güçlü ki bu mucizeyi Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi ile iki kez daha göreceğiz. Daha da kesin, etkili ve kalıcı olarak. Cumhuriyet ordusu ise, bütün Türk tarihinin en güçlü ordusudur.)


...


ARIBURNU'NDA Balıkçı Damları ile Kabatepe'nin kuzeyi arasındaki uzun kıyıya yayılmış olan Yüzbaşı Faik'in 250 adamı mıh gibi dikilmiş ve direnmişti. Biri bile 'düşman it sürüsü gibi kalabalık, çekilelim' dememiş, yılgınlık göstermemişti. Bir adım geri gitmeyi hepsi alçaklık saymıştı. Görevleri gerideki asıl kuvvetler yetişene kadar düşmanı durdurmak ve oyalamaktı.

Canlarını bunun için severek vermişlerdi. Takımlar erimiş, Bölük Komutanı Yüzbaşı Faik Bey ile 3. Takım Komutanı Astsubay Süleyman yaralanmıştı. Az sonra Haintepe'de savaşan 2. Takımın komutanı Asteğmen Muharrem de yaralandı. Beş-on asker kalmıştı takımdan geriye. Savaşmayı sürdürseler komutanları düşman eline düşebilirdi. Bu nedenle direnişi kesip çekilmeye karar verdiler. 

Emireri Mehmet Ali dağ gibi bir askerdi. Ona "Komutanı al git!" dediler. Kendileri ikisini korumak için geriden geleceklerdi. "Allaha emanet olun!" Mehmet Ali Asteğmen Muharrem'i derin bir şefkatle sırtına aldı, geri çekilip fundalığa daldı. Komutanı kendinden daha gençti. Sarsmamaya dikkat ederek hızlıca yürüyor, bir yandan da hıncından, hırsından çocuk gibi ağlıyordu. "Büyük Allahım ayağını öpeyim, bu günün öcünü almama izin ver." Ağlaya ağlaya dere tepe aşacak, Asteğmen Muharrem'i sahra hastanesine yetiştirecekti. 

Bu arada bir gün sonra Kanlısırt adını alacak olan tepenin üzerindeki bataryanın dört topundan üçü düşmana kaptırılmış, ancak biri ve mermiler kurtarılabilmişti. Topçular kan ağlıyorlardı.

Düşman da çok kayıp vermiş ama ilk bocalamayı atlattıktan sonra daha iyi savaşmaya başlamıştı. Bazıları vahşice dövüşüyor, hiç vakit harcamıyor, yaralı ve esir düşen Türkleri süngüleyip öldürüyorlardı. 

En uzakta, Balıkçı Damları'nda, Asteğmen İbrahim Hayrettin'in komutasındaki 1. Takım vardı. İlk çıkan Anzak bölüğünü mahvetmişti. Ama çıkanların sayısı artıyor, Takım eriyerek direniyordu. Asteğmen düşmanın Kocadağ'ın eteklerindeki tepeleri ele geçirdiğini gördükçe kahrolmaktaydı. 
Bir müfrezenin dağın yukarısına doğru ilerlediğini fark etti. Teğmen Tulloch'un girişken müfrezesiydi bu. Daha başka birlikler de dağa çıkmaya başlamışlardı. Sağ kalan askerlerini alarak, Kocadağ'ın doruğuna doğru çekilmeye karar verdi. Bu müfrezeyi doruğa varmadan önce engellemek gerektiğini düşünüyordu. "Haydi arkadaşlar!" 

Balıkçı Damları ile Kocadağ arası, en dik yokuşlar, en sarp yarlar, en gür ve sık fundalıklarla doluydu. Elleri, yüzleri kesilerek, dizleri yaralanıp parçalanarak tırmanmaya koyuldular. Düşman müfrezesini korkutmak, yavaşlatmak, geri çevirmek için de ara sıra durup ateş ediyorlardı. Zaman hışım gibi geçmekteydi. Anzaklar giderek çoğalıyor, Kocadağ'a yayılıyorlardı. Sağ kalabilen bir avuç Türk de topçular gibi kan ağlıyordu artık. Bitmek üzereydiler. Nerede kalmıştı gerideki kurtarıcı kuvvetler? Hani bir yere çıkarma olunca Alaman Paşa bütün birlikleri yardıma yollayacaktı? Oynak savunma sistemi böyle çalışmayacak mıydı? 

Ümitsizliğe düşmek üzereydiler. Bir haber mermi hızıyla askerden askere yayıldı. 27. Alay yetişmişti. Saat 07.40'tı.

Alay çapraşık, dar, zor yolları iki saatten önce almıştı. Uçaklardan sakınmak için ikide bir yolun iki yanına dağılıp yatmasalar daha önce gelebilirlerdi. Taşıdığı ağırlık 30 kiloyu geçen asker yorulmuştu. Şefik Bey kısa bir mola verdi. Tümene, Kabatepe'nin batısından düşmana taarruz edeceğini bildirdi. Kritik yer Kocadağ'dı. Düşman orayı ele geçirirse hem alayın arkasına dolanmış, hem gelecek için çok tehlikeli bir noktaya yerleşmiş olurdu. 

Ama elindeki asker sayısı, cephesini, orayı koruyacak kadar uzatmaya yetmiyordu. 19. Tümenin Kocadağ'ı tutmasını diledi. 

M. Kemal'in 57. Alayla tam da o saatte yola çıkmış olduğunu bilmiyordu. 

Çevreyi dikkatle inceledi. Taarruza başlamak için düşman elinde bulunan Kanlısırt'tan daha yüksek olan 165 yükseltili tepeyi seçti. 1. Tabur solda, 3. Tabur sağda taarruz edecekti. Dört Maksim ağır makineli tüfeği yakınında ve emrinde tuttu. Gelmesi gereken dağ bataryası, komutanının beceriksizliği yüzünden toparlanıp da daha gelememişti. Bu sırada Kanlısırt'ta üç topu düşmana kaptırılan bataryanın komutanı ile mürettebatı, kurtarıp sakladıkları dördüncü topla gelip alaya katıldılar. Şefik Bey sevindi. Öteki üç kardeşini kurtarmak için bu topa çok iş düşecekti.

Askerlerin sırt çantalarını geride bırakmaları önerisini, çeviklik sağlayacağı için yararlı görüp kabul etti. Askerler yanlarına yedek fişeklerini, matra ve ekmek torbalarını alacaklardı. Askerler sırt çantalarından temiz çamaşır alıp ekmek torbalarına koydular. Sırt çantaları geride bırakıldı. 

Bu arada sağ kalan direnişçiler taburlara katılıyor, büyük sevgiyle karşılanıyorlardı. İçleri yanıyordu ama ilk istedikleri su değil, dövüşe devam için cephaneydi. Taburlar taarruz düzenine girmek için yayılıp açılmaya başladılar. Fundalık arazi bu hareketleri düşman gözünden saklıyordu. Tabur Komutanlarına bir emir götüren Emir Subayı Asteğmen Cevdet, dönüşünde gözleri dolu dolu, "Komutanım.." dedi, "..bir şey görmenizi istiyorum." 

Şefik Bey çok önemli bir şey olduğunu anladı. Sessizce Asteğmeni izledi. Biraz ilerleyince gördü. Onun da gözleri dolup taştı. Askercikler kirli çamaşırlarını dürüp fundaların diplerine bırakmışlar, temiz çamaşırlarını giyerek şehit olmaya hazırlanmışlardı. Allah'ın huzuruna insan ve asker olarak temiz çıkacaklardı.

Anzaklar dalgalı arazide yayılmaktaydılar. Çıktıkları kıyıda, birkaç yüz değil, birkaç bin Türkle savaştıklarını sanıyorlardı. Başlangıçta hayli kayıp vermiş, güçlükle toparlanabilmişlerdi. Şimdi gülümseyerek düşünüyorlardı: 'Korkak Abdul' hemen kollarını kaldırıp teslim olmamış, tabanları yağlayıp kaçmamıştı. Aferin, iyi direnmişti. Ama kahramanlığı az sürmüştü zavallının. O binlerce kişi ortadan kayboluvermişti. İşte şimdi ilk hedefe, Kocaçimen-Kabatepe hattına doğru yürüyorlardı. Hava açık ve serindi.

Çoğu doğa adamı, gezgin, madenci, altın arayıcı, kara ve deniz avcısı olan Anzaklar elde ettikleri sonuçtan çok memnundular. İkinci hedefe de ulaşınca bu gürültülü iş çabucak bitmiş olacaktı. 

Birdenbire kıyamet koptu. Makineli tüfekler takırdamaya, tüfekler cayırdamaya, top gürlemeye başladı. Akılları başlarından gitti. "O my God!" Ne oluyordu? 

Mavi gökyüzü kızıl ateş kesilmiş başlarına yağıyordu. 27. Alay, on bine yakın döğüşken, atılgan Anzak'a karşı taarruza geçmişti.19 Saat 09.00'du. 

M. KEMAL, yaveri Teğmen Kâzım, Tümen Başhekimi, Topçu Taburu Komutanı, 57. Alay, dağ bataryası ve sağlık müfrezesi Kocadağ yolundaydılar. Yolun bir görünüp bir kaybolmasına, sarplığına, darlığına rağmen, hiç durmadan ve hiç döküntü vermeden yürüyorlardı. Topları, topları çeken, makineli tüfekleri taşıyan katırları, cephane, ekmek ve yiyecek arabalarını çetin, fundalık yollardan, derelerin kaya parçalarıyla dolu yataklarından geçirmek çok zordu ama asker bir çaresini bulup geçiriyor, gecikmeden ilerliyorlardı. 

Yol Mazı Çukuru denilen cennet gibi bir vadiye çıktı. Bu cennetin içinden geçtiler. Ne bir an durup şerbet gibi havasını içlerine çektiler, ne bütün vadiyi örten sevinç içindeki kır çiçeklerine bakabildiler. Zamanla yarışıyorlardı. Hızlanarak yürüdüler. Saat 09.15'ti.






DİRİLİŞ - TURGUT ÖZAKMAN
OKUYALIM - OKUTALIM














20 Mart 2015 Cuma

KAFKAS İSLAM ORDUSUNUN İLERİ HAREKÂTI VE BAKÜ SAVAŞLARI







KAFKAS İSLAM ORDULARI KOMUTANLIĞINA ATANMIŞ OLAN NURİ PAŞA, 
25 MAYIS’TA GENCE’YE VARINCA ORADA “AZERBAYCAN MİLLİ KOLORDUSU “ 
ADINDA BİR BİRLİK BULUNDUĞUNU GÖRMÜŞTÜ; 
BUNUN MEVCUDU 1000 KİŞİYİ BULUYORDU. 
NE VAR Kİ, BU ORDU ASLINDA, BİR “AZERBAYCAN MİLLİ ORDUSU“ DEĞİL, 
BİR RUS ORDUSUYDU. BU ORDUNUN 250 SUBAYINDAN SADECE 23’Ü MÜSLÜMAN, GERİ KALANLARI İSE 
ÇARLIK ORDUSUNDAN KALAN RUS, UKRAYNALI, GÜRCÜ, HATTA ERMENİ SUBAYLARI İDİ. 
AZERBAYCANLILAR BU KOLORDUYA ISINAMAMIŞLARDI VE BUNA KATILMAK İSTEMİYORLARDI.




Nuri Paşa, bu kolorduyu lağvedip yerine yeni bir Azerbaycan Kolordusu kurmayı gerekli gördü. Yeni Azerbaycan Kolordusu, dört piyade alayından oluşan iki piyade tümeninden meydana getirilecek, alaylar çeşitli yerlerde kurulacak, silah altına alınacak erlerden dört piyade alayı oluşturacak, tabur, alay ve tümen komutanları Osmanlı subayları olacak, daha sonra bunların yerlerini yetişecek Azerbaycanlı subaylar alacak, kurulacak alayların iaşesini yerel yönetimler aracılığıyla mıntıka ve mevki komutanları Azerbaycan Hükümeti hesabına sağlayacak, Rus Ordusu’nda generallik yapmış Azerbaycanlı Aliağa Şıhlinski, yeni Azerbaycan Kolordusu’nun komutanlığına getirilecek idi.

Azerbaycan millî Ordusu bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin dayanacağı silahlı güç olacak, Bakü Harekâtı’nda bu kuvvetlerden istifade edilebilecek, ilerde Osmanlı birliklerinin yerini alacak ve Azerbaycan bağımsızlığının garantisi olacak idi. Nuri Paşa’nın çalışmaları bu yönde olmuş, ama sonuçlanamadan kalmıştır.

Şark Orduları Grubu Haziran 1918’de bir de Osmanlı “Şark Orduları Grubu“ kurulmuştur. 6., 3., ve 9. Ordulardan oluşturulan Şark Orduları Grubu Komutanlığına, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa (Kut) getirilmiştir. Kafkas İslam Ordusu’nun silah ve cephane ikmali Şark Orduları Grubu’nca yapılmıştır. Bakü Harekâtında da Kafkas İslam Ordusu’nun asıl vurucu gücününü Şark Orduları Grubu’ndan gönderilen birlikler oluşturmuştur.

Bir değerlendirme : 
Yusuf Hikmet Bayur’un değerlendirmesine göre: “Enver Paşa, Azerbaycan’ı düzenli ve güçlü bir devlet yapmak ve Bakü’yü kurtarmak isteğindedir. Bu istekte petrolle ilgili düşünceler varsa da esas amaç ulusaldır, millidir. Bu amaçla Romanya’dan geri gelen birliği ve yurtta kalmış son kuvvetleri Kafkas ve Kuzey İran’a göndermiştir. Öbür yandan Ruslar, Bakü’yü bırakmamak kararındadırlar. Almanlar ise Bakü petrollerine göz dikmişlerdir ve orasının Rusların elinde kalmasını daha uygun bulmaktadırlar.

Enver Paşa, Bakü ve Kafkas işini elden geldiği kadar Almanlardan gizli olarak ve bir soysop işi sayarak yönetmektedir. Amcası Halil Paşa’yı (Kut) “Şark Orduları Grubu“ komutanı adıyla ve kardeşi Nuri Beyi (Killigil) fahri ferik yaparak “İslam Ordusu Komutanı“ adıyla Azerbaycan’a göndermiştir, görevi bir Azerbaycan ordusu kurmak ve Bakü’yu almaktır....

Kafkas Türklerini Rus boyunduruğundan kurtarmak ve Ermenilere karşı korumak doğru bir siyasa sayılabilir.“ (1) Bayur, bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, “Ancak bu yapılırken Suriye’nin, İngilizlere karşı savunulamayacağı da düşünülerek orada sımsıkı cepheye yapışıp bir karış geri gitmemek strateji ve taktiğine başvurmamak gerekirdi“ diyor. 

Çünkü, 1918 Eylülünde Suriye ve Filistin’de on binlerce Türk yok olmuştur.

Kafkas İslam Ordusu’nun Azerbaycan Harekâtı ve Bakü Savaşları Göyçay muharebesi (17 ve 30 Haziran 1918) 5. Kafkas Tümeni’nin 9. alayı 10 Haziran 1918 günü Gence’ye varmış ve Nuri Paşa’nın emrine girmişti. Bu alaya bağlı Gence Müfrezesi, hemen ertesi gün Gence’deki Ermenilerin silahlarını toplamış ve Ermenileri itaat altına almıştır. Müfreze kendisine verilen bu görevi, Ermenilerin direnmelerine rağmen, 12 Haziran’da başarıyla yerine getirmişti.

Bu sırada 30 taburluk bir Ermeni-Rus Bolşevik kuvvetinin Bakü’den Gence’ye doğru ilerlediği ve 15 Haziran’da Göyçay kasabasına yaklaştığı haberi alınmıştı. Gence için tehdit oluşturan bu ilerleyişi durdurmak amacıyla, Gence’ye henüz gelmiş olan 10. Kafkas Alayı, ayağının tozuyla alelacele, Yarbay Osman Bey’in komutasında Göyçay mıntıkasına, yani savaşa sevkedildi. Alay, Göyçay’a ulaştıktan sonra, doğuya doğru ilerledi ve 17 Haziran’da 28. tabur alelacale düşmana karşı keşif taarruzuna kaldırıldı. 

28.Tabur, gerekli emniyet tedbirleri alınmadığından Bolşeviklerin pususuna düştü; bir anda cepheden ve yandan açılan ateş altında kaldı ve geri çekildi. 28. Taburu kurtarmak için cepheye sürülen 29. Tabur da sarp bir yerde ilerlerken Bolşeviklerin karşı taaaruzuna uğradı. 29. Tabur da kanlı bir muharebeden sonra esas mevzilerine çekildi. Muharebede toplam 200 zayiat verildi, 2 top ve 2 makineli tüfek Bolşeviklerin eline geçti.

Nuri Paşa, 1 Temmuz’da Başkumandanlık Vekâletine şunları yazmıştır:

“Güney Kafkas İslamlarından birlikler teşkil etmenin umulduğundan daha güç olduğu anlaşılmıştır. Azerbaycan harekâtının zaman kaybına tahammülü yoktur. Askeri eğitimi olmayan gönüllülerden esasen pek az istifade edilebilmektedir. Bakü meselesinin halli Osmanlı nüfuzunun ahali indinde kıymetini muhafaza için lâzımdır. 5. Tümenin takviyesine âcil ihtiyaç vardır. Aksi takdirde vaziyetimiz iyi değildir.“ (2)

Cephedeki duruma gelince: 
Bir durgunluktan sonra, 30 Haziran’da topçu ve makineli tüfek desteğinde taarruza geçen Türk birlikleri Göyçay ve Karameryem havalisini Ermeni ve Bolşevik Ruslardan temizlemişerdir. Düşman, gerisinde çok miktarda silah bırakarak bozgun halinde doğu istikametinde çekilmiştir.

Bakü yolunda bir dizi muharebe Kafkas İslam Ordusu’nun Azerbaycan’ı kurtarma harekâtı, Göyçay muharebesiyle başlamış, Bakü’nün kurtarılmasına varıncaya kadar bir dizi muharebe ile devam etmiştir. 

Bunlara kısa kısa değinip geçiyoruz..

Haziran-Temmuz 1918: Türk birlikleri, güneyde Salyan mıntakasında, 2000 kişilik bir Menşevik ve Ermeni kuvveti ile iki defa çarpıştı. 28 Haziran tarihindeki ilk çarpışmada Türk birliğinden 12 er şehit oldu, 17 er yaralandı. Düşman kuvvetinin büyük bölümü imha edildi.

6 Temmuz 1918: Aksu kasabası kurtarıldı.

7-13 Temmuz 1918: Altı gün süren çetin muharebeler sonunda Kürdemir kurtarıldı ve doğu yönünde çekilen Bolşevik Ermeni ve Rusların takibine devam edildi.

14-20 Temmuz 1918: 13. Kafkas Alayı, 14 Temmuz’da çarpışarak Şamahı’yı ele geçirdi ve ileri harekâtına devam etti. Bu çarpışmada 28. Tabur Komutanı Yüzbaşı İzzet Efendi ile 4 er şehit oldu, 20 er yaralandı.

27-28 Temmuz 1918: Türk kuvvetleri düşmanı takip ederek Bakü’ye 70 kilometre kadar yaklaştı. Çarpışmalar devam etti. Ordu Hacıgabul Cengibostan hattına dayandı. Kafkas İslam Ordusu birlikleri, kuzey ve güney grupları diye iki koldan Bakü’ye doğru yürüşünü sürdürdü. Demiryolu boyunca ilerleyen Güney Grubu 26 Temmuzda Karasu İstasyonunu, 27 Temmuzda da Hacıgabul istasyonunu ele geçirdi. Kuzey Grubu da 28 Temmuz günü Cengibostan mevkiini ele geçirdi. Böylece, Bakü’ye yöneltilen kıskaç daraltıldı.

30 Temmuz - 3 Ağustos 1918: Kuzey Grubu, 30 Temmuzda yeniden Bakü’ye doğru taarruza geçti. Bakü-Derbent demiryolu üzerindeki Sumgayıt istasyonuna kadar düşmanı takip etti. 1 Ağustos’ta Bakü’ye 2 kilometre kadar yaklaştı. Burada Bolşeviklerin deniz ve hava unsurları da muharebeye katıldı. Hazar Denizi’nde bulunan harp gemilerinden Türk mevzilerine topçu ateşi açıldığı gibi, Bakü’den kalkan uçaklar da bu bombardımana katıldı. Dört gündür devam eden muharebeler 2-3 Ağustos gecesi de karşılıklı top ve makineli tüfek ateşleriyle devam etti. Ancak, Türk topçu cephanesinin yetersizliği yüzünden Bakü’yü savunan Ermeni-Rus ve İngiliz birleşik gücüne kesin bir darbe vurulamadı.

Birinci Bakü taarruzu (5 Ağustos 1918)

Bakü’ye karşı Türk taarruzu 5 Ağustos 1918 sabahı saat 04.25’te şiddetli top ateşi desteğinde başladı. Şark Cephesi Komutanı Mürsel Paşa, “taarruzun çok başarılı bir şekilde geliştiğini, şehrin yangınsız ve zararsız zapt olunacağına ümit ettiğini“ Kafkas İslam Ordusu Komutanlığına rapor etmişti. Fakat öğleden sonra topçu cephanesi tamamen tükenmiş ve top ateşi kesilmişti. Bunu gören düşman karşı taarruza geçti. Topçu desteğinden mahrum olarak ilerlemeğe çalışan piyadeler çok kayıp verdi. 
Türk birlikleri Bakü’ye 4 kilometre mesafede olan Heybet-Bileceri demiryolunun batısındaki hatta çekilmek zorunda kaldı. Düşman, ölü ve yaralı olarak 2000 zayiat vermişti. Kafkas İslam Ordusu’nun taarruza katılan kuvvetlerinin zayiatı ise şuydu: Subaylardan 9 şehit ve 19 yaralı; erlerden 139 şehit ve 444 yaralı. Toplam: 148 şehit ve 463 yaralı. 

5. Kafkas Tümeni, Gence’ye varışından Bakü taaruzuna kadar geçen süre içinde (yani 15 Haziran - 5 Ağustos 1918 tarihleri arasında), birçok muharebeye girmiş ve mevcudunun yarısını kaybetmişti. Bakü önlerinde ancak 3.500 kadar muharip Türk askeri kalmıştı.

Nuri Paşa, takviye için yeniden iyi eğitimli 5.000 asker, dört ağır top bataryası, 28.000 top mermisi, 1500 sandık tüfek mermisi, 20 araç istedi. Azerbaycan’ın çeşitli yörelerinde görev yapan Türk birliklerinin de Bakü önünde toplanmaları gerekli görüldü.

Almanya, Türk askerinin Bakü’ye girmesini önlemeye çalışıyor.
Almanya, Bakü petrollerine göz dikmişti. Hırslıydı. Osmanlı devletinin Azerbyacan harekâtına şiddetle karşıydı. Gürcüleri de araya koyarak, Türk kuvvetlerinin ikmal yollarını kesiyordu. Bu yüzden Bakü üzerine yürüyen Türk kuvvetleri cephane sıkıntısından kıvranıyordu. Çok kez taaruzlar cephanesizlik yüzünden yarıda durduruluyordu. Almanya, Osmanlı Hükümetine akıl almaz baskılar yapıyor, tehditler savuruyordu. Öyle anlar olmuştu ki, Bakü yüzünden Almanya ile Osmanlı Devleti neredeyse silahlı çatışmanın eşiğine kadar gelmişlerdi. Şark Orduları Grup Kumandanı bir telinde “icap ederse Almanlarla harp etmekten çekinmeyeceğim“ demişti. (3)

Kafkas İslam Ordusunun birinci Bakü taarruzu üzerine Almanya’nın Osmanlı Hükümeti üzerindeki baskıları daha da artmıştı. Almanlar, Türklerin Bakü’ye girmesine kesin olarak izin vermeyeceklerini Rusya’ya da yazı ile taahhüt etmişlerdi. Bakü’nün Rus elinde kalması Almanya için önemliydi. 

27 Ağustos 1918 günü Almanya ile Sovyet Rusya bir anlaşma imzalamışlardı. Anlaşmanın dördüncü bölümünde şu hükmler yer almıştı:

“Rus Hükümeti, Almanya’nın Gürcistan’ı bağımsız bir devlet olarak tanımasını onaylar. Kafkasya’da Brest-Litovsk Antlaşmalarıyla Türkiye’ye bırakılmış olan üç sancak’ın dışında herhangi bir hükümetce yapılacak askerlik hareketlerlerine Almanya hiçbir yardımda bulunmayacaktır. Bu bakımdan Almanya bir üçüncü devlet ordusunun Bakü sancağına ve ona bitişik Cevat, Şamahı ve Guba sancaklarının gösterilen kısımlarına girmemesi için nüfuzunu kullanacaktır. Rus Hükümeti Bakü petrol üretimini arttırmak için elinden geleni yapacak ve bunun dörtte birini Almanya’ya verecektir.“ (4)

Bu anlaşmanın Türk kuvvetlerinin Bakü’yü Ruslardan ve Ermenilerden kurtarmak üzere oldukları bir sırada yapıldığı açıktı. Almanya, Bakü petrollerinden pay alma karşılığında Bakü şehrini ve çevresindeki sancakları Rusya’ya bırakıyordu. Buralara Türk askerini sokmamayı Rusya’ya taahhüt ediyordu. Dahası, Kafkaslarda askeri harekâtta bulunmakta olan Türkiye’ye hiçbir yardımda bulunmamayı yükümleniyordu. 

Yani Almanya, petrol için, müttefi ki Türkiye’yi sırtından hançerliyordu. Yaptığı bu anlaşmanın bir örneğini de, utanmadan, ertesi gün götürüp Babıâli’ye sunmuştu! (5) Fakat, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Kafkas İslam Ordusu hazırlıklarını tamamlıyıp Bakü’ye yürüyecekti. Ve yürümüştür. 

15 Eylül 1918 tarihinde Bakü işgalden kurtarılmıştır. O tarihten yaklaşık yüzyıl geçmesine rağmen Azerbaycan’ın kurtuluşu uğrunda toprağa düşmüş olan aziz şehitler hiçbir zaman unutulmamış, hep saygıyla anılmışlardır. 

Bu gün Bakü’de, Azerbaycanlı şehitlerin uyuduğu Şehitler Hıyabanı’nda yer alan ve Türk şehitlerine saygının ifadesi olarak yapılmış anıtın halk tarafından ziyaret edilmesi Tükiye-Azerbaycan kardeşliğinin en büyük örneğidir.

Dr. Bilâl N.ŞİMŞİR
E. Büyükelçi-Tarihçi-yazar / PDF









1) Bayur, op.cit., s. 213-214
2) Yüceer, op.cit., s. 85
3) Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara: 1957, Cilt 3, Kısım 4,. s. 317
4) Ibid., s. 225-228
5) Ibid., s. 225

EK:
Birliğin Dağılması
Yıldırım Orduları Grubu'nun Filistin cephesinde Nablus Hezimetine uğraması ve sonrasında Edmund Allenby komutasındaki Britanya Ordusu'nun süratle ilerleyerek Şam ve Halep'i işgal etmesinden sonra Osmanlı Devleti ateşkes istemek zorunda kaldı. 30 Ekim tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi'ne göre Osmanlı Devleti'nin savaştan önceki sınırlarına çekilmesi gerektiğinden Kafkas İslam Ordusu 16 Kasım’da Bakü’yü terketti ve 15 Aralık 1918 tarihinde Osmanlı askerlerinin Azerbaycan'dan çekilmesi tamamlandı.

Kafkas İslam Ordusu'nun askeri kısmının çoğu Doğu Anadolu'ya döndüğünde 15. Kolordu'ya katıldı. Daha sonra komutanlığına Kâzım (Karabekir) Paşa'nın atanacağı bu kolordu ile Ali Fuat Paşa'nın Filistin Cephesinden salimen Ankara'ya getirdiği 20. kolordu, Kurtuluş Savaşı başladığında silahlarını teslim etmeyen ve askerlerini de terhis etmemiş olarak işgalcilere karşı koyan iki güç odağı olmuşlardır.

1920 yılında Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti bolşevik işgaline uğrayarak yıkıldı.











Çanakkale'de Şehit Düşen Azerbaycan Türkleri


















Tarihte bir Yüz Karası
Boraltan Köprüsü Olayı, İnönü'nün günahı....

"Ankara’dan gelen emir netti. Boraltan Köprüsü’nü geçen Azerbaycan Türkleri, köprünün hemen karşısında Türk askerlerinin, Türk subaylarının gözleri önünde elleri bağlanmış olarak infaz edildiler. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söylenir." devamı için link