Translate

25 Şubat 2014 Salı

YUNANİSTAN VE TÜRKİYE ARASINDAKİ ADALAR






"ADALAR" DENİZİNDEKİ "ADALARIMIZ"


Ege Denizi, Türkiye ve Yunanistan ilişkilerini menfi yönde etkileyen ve çözüm bekleyen sorunlarla dolu bir denizdir. Hem hukuki hem de siyasi veçheleri olan bu sorunlarınç özümleri imkansız değildir. Ancak bu çözümlere ulaşmak için öncelikle siyasi iradeye, istemeğe ve kararlılığa ihtiyaç vardır. 

Geçtiğimiz yıllarda Kardak Kayalıkları ile ilgili olarak çıkan kriz sonunda mevcut sorunlara bir yenisi eklenmiştir. Bilindiği gibi Aralık 1995 tarihinde Figen Akad isimli Türk gemisinin Türkiye’ye ait olan Kardak Kayalıkları’nda karaya oturması sonucunda Yunanistan Kardak Kayalıkları’nın kendisine ait olduğunu iddia ederek gemiye yardım talebinde bulunmuştur. Böylece Kardak Kayalıkları’nın egemenliği iki ülke arasında tartışma konusu olmuş ve iki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine kadar götürmüştür. 

Ege Denizi’ndeki adaların üzerinde Türkiye, Yunanistan ve İtalya’nın egemenlik haklarını belirleyen andlaşmalar incelendiğinde Kardak Kayalıkları’nın, Yunanistan’ın egemenliğine verildiğini belirleyen hiçbir hüküm yoktur. Ayrıca, Ege Denizi’nde bu durumda olan ada, adacık ve kayalık sadece Kardak değildir. Ege Denizi’nde egemenliği andlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş, Kardak benzeri başka ada, adacık ve kayalıklar da vardır. 

Sıra Plati’de 
Yine 1999 yılı Mayıs ayı sonlarında Bodrum açıklarında Kardak Kayalıkları’nın Güneyi’nde, Kalimnos Adası ile Pserimos Adası arasında kalan Plati Adası’nın, Kalimnos belediye Başkanı’nın girişimiyle Kalimnos Adası’nda ikamet eden Yunan vatandaşı bir balıkçının bir İtalyan hanımıyla yapacağı düğüne bir rivayete göre ikametlerine tahsis edilmesiyle Ege Adaları sorunu yeniden alevlenmiştir. 

Önce Kardak Kayalıkları bilaharek Plati Adası ile ortaya çıkan bu yeni sorunu, “Ege Denizi’nde egemenliği andlaşlarla Yunanistan’a devredilmemiş coğrafi formasyonlar” olarak tanımlamak mümkündür. 

Sorun fevkalade önemlidir. Zira bu durumda olan ada, adacık ve kayalıkların, kend ikarasuları, hava sahası, bir kısmının kendi kıta sahanlığı ve ekonomik bölgesi vardır. Bu da Ege denizi’ndeki mevcut statükoyu otomitik olarak etkileyecektir. 

Adalar ve andlaşmalar 
Ege Denizi’ndeki adaları hukuki statüleri açısından 4 ayrı grupta incelemek mümkündür: 

Kuzey Sporatlar ve Kitlatlar: Girit Adası’nın 1669’da Osmanlı ülkesine dahil edilmesiyle, Ege Adaları’nın tamamı Osmanlı egemenliğine girmiş, Ege Denizi de Osmanlı iç denizi haline gelmiştir. Bu durum Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı 24 Nisan 1830 tarihine kadar devam etmiştir. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla, Kuzey Sporatlar ve Kiklat adalarının egemenliği Yunanistan’a devredilmiştir. Diğer adaların üzerindeki Osmanlı Egemenliği Türk-Yunan ve Balkan Harbi öncesine kadar devam etmiştir. 

Girit Adası: Balkan Harbi sonunda Girit Adası ile ilgili olarak üç andlaşma imzalanmıştır. 

17/30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması (Osmanlı Devleti, Müttefik Balkan Devletleri olarak Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan-Karadağ) 

13 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması (Osmanlı Devleti -Yunanistan) 

10 ağustos 1913 tarihli Bürkreş Antlaşması (Bulgaristan, Sırbistan-Karadağ, Romanya, Yunanistan) 

Londra Antlaşması’nın 4. maddesi ile Osmanlı Devleti, Girit Adası üzerindeki tüm haklarından müttefik Balkan Devletleri lehine vazgeçmiş, Atina Andlaşması’nın 15. maddesi ile bu hükmü ifa etmeyi taahhüt etmiş, Bükreş Andlaşması ile de Girit Adası Yunanistan’a bırakılmıştır. 

Doğu Ege Adaları: 
Londra Antlaşması’nın 5. ve Atina Antlaşması’nın 15. maddeleri gereğince Osmanlı Devleti, Girit Adası dışında kalan Doğu Ege adalarının kaderini tayin yetkisini “Altı Büyük Devlet”e bırakmıştır. 

“Altı Büyük Devlet” (İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya) Londra’da toplanarak, Gökçeada, Bozcaada ve Meis Adaları dışında kalan ve o tarihte fiilen Yunan işgali altında bulunan özelilkle Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve İkarya Adaları’nın, silahsız hale getirilmesi ve bu şekilde muhafaza edilmesi şartıyla Yunanistan’a devredilmesine karar vermiştir. 

“Altı Büyük”in bu kararı 13 Şubat 1914 tarihinde Yunanistan’a, 14 Şubat 1914’te Osmanlı Devleti’ne tebliğ edilmiştir. Bu karar Yunanistan tarafından kabul edilmiş, Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmemiştir. Ancak Lozan Barış Andlaşması’nın 12. Maddesi’nde “Altı Büyükler”in bu kararı taraflarca teyit edilmiştir. 

Menteşe Adaları:
(Oniki Adalar) Menteşe Adaları bölgesinde bulunan toplam 16 ada Osmanlı Devleti ile İtalya arasındaki 1911 tarihli Trablus Harbi’nde İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Harbin sonunda imzalanan 15 Ekim 1912 tarihli Ouchi (Uşi) Andlaşması gereğinde İtalyanlar, adaları terk etmeyi taahhüt etmişlerdir. 

Ancak İtalyanlar, 1. Dünya Harbi’nin sonuna kadar bu adaları terk etmemişlerdir. 24 Nisan 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 15. Maddesi’nde ismen sayılan 13 ada (Patmos, Lipso, Leros, Kalimnos, Kos, Nisiros, Simi, Tilos, Kalki, Rodos, Karpatos, Kasos ve Astipalia) ile bu adalara bağlı adacıklar ve Meis Adası üzerindeki egemenlik hakları İtalya’ya devredilmiştir. İtalya, 10 Şubat 1947 tarihli Paris Barış Andlaşması’nın 14. Maddesi hükmünce yukarıda sayılan Meis dahil 14 ada ve bitişik adacıkların egemenliğini Yunanistan’a devretmiştir. 

Plati’nin durumu 
Plati Adası, yazıldığı gibi Pserimos ile Kalimnos Adaları arasında Oniki Adalar bölgesinde bulunan bir adadır. Ada, Lozan’ın 15. Maddesi ile Paris Antlaşması’nın 14. Maddesi’nin hükümlerine tabidir. Kalimnos Adası’na bitişik veya bağlı bir adacık değildir. Bağımsız bir adadır. 

Lozan’ın 15. Maddesi’nde ismen sayılmadığı için Türkiye tarafından İtalya’ya, Paris Antlaşması’nın 14. Maddesi’nde ismen sayılmadığı için İtalyanlar tarafından Yunanistan’a resmen devredilmemiştir. Yunanistan ada üzerindeki egemenliğini İtalya ile Türkiye arasında teknisyenler düzeyinde yapılan görüşme sonunda hazırlanan 28 Aralık 1932 tarihli görüşme zaptına dayandırmaktadır. 

28 Aralık 1932 tarihli görüşme zaptı Türk ve İtalyan devlet temscileleri ve makamları tarafından imzalanmamış, onaylanmamış, Cemiyet-i Akvam şartının 18. Maddesi gereğince Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirilmemiştir. Yürürlüğe girmiş bir antlaşma değildir. Bir görüşme zaptı olarak kalmıştır. 

Ayrıca Yunanistan, 1932 Aralık görüşme zaptının hukuki durumu hakkında söz söyleme yetkisine sahip değildir. Çünkü, Yunanistan görüşmelere taraf değildir. Görüşme zaptının hukuki durumu hakkında söz söyleme yetkesine sahip ülkeler, görüşme zaptına taraf olan Türkiye ve İtalya’dır. Türkiye’de 1932 Aralık toplantısında hazırlanan bu kağıdın İtalya ile Türkiye arasında yapılmış bir antlaşma olmadığı, sadece bir görüşme zaptı olduğunu belirtmektedir. 

Sonuç 
Egemenliği anlaşmalarla kendisine devredilmeyen adalar üzerindeki bu tür faaliyetler egemenlik devri sonucunu doğuran eylemler olarak mütalaa edilemez. Ege’de mevcut uyuşmazlıkların çözümü bağlamında oldu-bitti’lerin hukuki veya siyasal geçirliliği olamaz. Bu gibi hareketlek yalnızca Yunanistan’ın; Türkiye’nin, Ege Denizi’ndeki haklarına nasıl baktığının yeni göstergeleri olabilir. 

Egemenlik, üçüncü taraflara belirsiz, dolaylı bir tarzda ve bazı soyut, sonuçlandırılmamış işlemlerin yorumlanması suretiyle devredilebilecek basit bir kavram değildir. 

Lozant Antlaşması muhtemel uyuşmazlık konumlarının çözümünde başvurulacak yöntemleri açıklamış, ancak statüsü belirsiz adalar konusunu düzenlememiştir. Bu, Lozan Barış Atlaşması’nın statüsü belirsiz adaların durumunun hukuksal olmaktan çok siyasal bir sorun olarak belirtildiğinin göstergesidir. 

Önce Kardak’ta, bilahare Plati Adası’nda yaşanan sorunlar münferit olaylar olarak değerlendirilmelidir. Böyle bir yaklaşım, resmin bir bütününün görülememesi sonucunu doğurur. 

Türkiye ve Yunanistan arasındaki ihtilaflar, Yunanistan’ın uluslararası antlaşmalarla tesis edilmiş dengeleri tek taraflı girişimlerle bozma durumunda ortaya çıkmaktadır. Yunanistan’ın bu tutumunu zaman içinde sürdüreceği, her seferinde değişik bir sorun ortaya çıkararak Türkiye’nin tepkisini ve kararlılığını ölçeceği beklenmelidir. 

Türkiye’nin hem NATO müttefiki hem de komşusu olan Yunanistan, Helenizm macerasından hiç vazgeçmiyor. Eline geçirdiği minicik imkanları sonuna kadar kullanmayı büyük marifet zanneden Yunanistan, Girit Adası’na S-300 füzelerini konuçlandırırken, Ege üzerindeki ada, kaya ve kayacıklardan da gaspedebildiğini tasarrufuna geçirmek istiyor. 

Türkiye’ye düşen; mevcut hukuki statüde uzun dönem haklılığının bilincinde olarak, soğukkanlılığını 
muhafaza ederek, kararlılığını bilinçle sürdürmesidir. Unutulmamalıdır ki, bu uzun soluklu 
bir mücadele ister.

Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral ve 
eski Büyükelçi Güven Erkaya, 
Ulusal Strateji Dergisi’nde yazdığı makaledir

NOT: 
(Bu makale 2000 yılına ait, kendisi o sene vefat etmiştir. Bu tarihten sonra 16 Ada Yunanistan'a geçmiştir. - SB)



....


"Ümit Yalım, Türkiye’nin ihmali sonucu, Ege ve Akdeniz’deki 16 küçük adanın Yunanistan’a kaptırıldığını iddia etti. Yalım, “Türk hükümetinin Avrupa Birliği müzakerelerinde gün almak için adaların Yunanistan tarafından ele geçirilmesine göz yumduğunu” söyledi.

Adaların Yunanistan tarafından ele geçirilmesinin 2004’te başladığını aktaran Yalım, ilk olarak da Türkiye açıklarındaki Eşek ve Bulamaç adalarının kaptırıldığını ifade etti. Emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, 2004’ten bu yana “Yunanistan tarafından Ege’deki 11 ve Akdeniz’deki 5 adanın ele geçirildiğini, Yunan askerlerinin de adalarda nöbet tutuklarını” dile getirdi." 

" Yunanistan tarafından ele geçirildiği iddia edilen 16 ada ise şöyle: Ege’deki Hurşit, Fornoz, Eşek, Nergizçik, Bulamaç, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba ve Ardacık adaları ile Akdeniz’deki Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları.

DP Yüksek Danışma Kurulu Üyesi ve Emekli Kurmay Albay Ümit Yalım ayrıca Yunanistan’ın adalarda yerleşim yerleri inşa edildiğini, asker yerleştirildiğini ve Yunan bayrağı dikildiğini ifade ediyor.

Yalım, Birinci Dünya Savaşı’nda sonra 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması ile Ankara’nın Ege ve Akdeniz’de 9 adayı Yunanistan’a bırakmayı kabul ettiğini söyledi. Ümit Yalım, ayrıca anlaşmada adı geçen adalar arasında Yunanistan’ın 2004’ten bu yana ele geçirdiği 16 adanın olmadığının da altını çiziyor." 

basın,26 Aralık 2012



...



Eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri 
emekli kurmay albay Ümit Yalım;

Yılmadan,yorulmadan vatan topraklarının işgaline dikkat çekmek için uğraşıyor.Ulaşabildiği her yere bilgi, belge gönderiyor. Muhalefet partilerinin cılız kalan sesi yetmiyor olup bitenleri anlatmaya.AKP iktidarının zaten oralı olduğu yok.Yalım, “Türkiye ilk önce Batı’dan bölündü ” diye feryat etti.Anlatamadı,anlatamadık galiba!..

Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber üzerine sohbet ediyorduk Ümit Yalım’la.Kendi sordu kendi cevaplandırdı;

“Paralel devlet var mı ? Evet var. Türkiye’nin bir kısım toprakları 2004 yılından beri işgal altında ve bu topraklar 10 yıldır paralel devlet; Yunanistan tarafından yönetiliyor. İzmir’in Koyun Adası ile Venedik Kayalıkları. Aydın’ın Hurşit, Fornoz, Eşek, Nergizçik, Bulamaç Adaları. Muğla’nın Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık Adaları ile Girit Adası’nın etrafındaki 5 Türk Adası, 2004 yılından beri tam 10 yıldır Yunanlı Vali ve Yunanlı Belediye Başkanları tarafından yönetilmektedir.” 

ADSIZ’da sıkça bu konuya yer veriyorum. Devam da edeceğim. Ta ki, vatan toprakları işgalden kurtulana kadar.Bedeli ne olursa olsun!..

Ümit Yalım’ın tespit ettiği yeni vahim duruma dikkat edin;

“27 Ocak 2014 Tarihli Hürriyet Gazetesi’nde, Yorgo Kırbaki tarafından verilen haberin girişinde (YUNANİSTAN’ın Bulamaç (Farmakonisi) Adası) ifadesine yer verilmiştir.Haber ile ilgili olarak gazetenin okur temsilcileri ile temasa geçip haberin düzeltilmesi talebinde bulundum. Ancak burada dikkat çeken konu, haberin muhatapları tarafından tekzip edilmemiş olmasıdır. Haber, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri, İçişleri, Ulaştırma Haberleşme ve Denizcilik Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı tarafından tekzip edilmemiştir. Burada akla gelen soru; AKP Hükümetleri döneminde alenen Yunanistan’a verilen adalardan birisi olan Bulamaç Adası’nın şimdi de hukuken verilip verilmediğidir. AKP Hükümeti’nin yerine gelecek yeni hükümetin, işgal edilen adalar konusunu Uluslararası Adalet Divanı’na taşıması halinde davayı kaybedebiliriz. Çünkü, Yunanistan, her iki gazetede çıkan haberleri aleyhimize delil olarak kullanacak ve haberlerin Türk Hükümeti tarafından tekzip edilmemesini gerekçe olarak gösterecektir.” 

Yalım’dan paralel yargı yorumu;

“Türkiye Cumhuriyeti, cumhuriyet tarihinde ilk defa, AKP Hükümetleri döneminde, paralel yargıya muhatap olmuştur. Türk mahkemeleri tarafından yargılanması gereken vatandaşlarımız paralel yargı; Yunan yargısı tarafından yargılanmıştır.

23 Mayıs 2006 Tarihinde bir Türk savaş uçağı, Rodos ve Kerpe Adası’nın güneyinde, uluslararası hava sahasında uçarken, bir Yunan savaş uçağı tarafından, alttan ve arkadan çarpmak suretiyle düşürülmüştür. Çarpma sonrasında pilotumuz paraşütle atlayarak canını zor kurtarmış, Yunanlı pilot ise uçağı ile birlikte denize çakılarak ölmüştür. Uçağımızın pilotu Atina Ceza Mahkemesi tarafından gıyabında yargılanmış ve yargılama sonucunda, Yunanlı pilotun ölümüne neden olmaktan suçlu bulunarak, Ocak 2009’da 4 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Pilotumuz hiçbir suçu olmadığı halde uluslararası hukuka göre yetkili olmayan Yunan mahkemesinde yargılanmış ve bu paralel yargıya, başta AKP Hükümeti ve Dışişleri Bakanlığı olmak üzere Türk yargısı sessiz ve tepkisiz kalmıştır. Yunanistan, yargılama sonrasında İnterpol’e başvurarak pilotumuzun yakalanması için kırmızı bülten çıkarılmasını sağlamıştır. Halihazırda pilotumuz bu yüzden AB ülkelerine gidemiyor. Çünkü AB ülkelerinden herhangi birine girmesi halinde tutuklanabilir. 

Türk vatandaşı A.K., 13 Nisan 2013 tarihinde, sişme bot ile taşıdığı 20 Suriyeli kaçağı Bulamaç Adası’na indirirken Yunan Sahil Güvenlik ekipleri tarafından yakalanıyor. A.K. Yunan mahkemesi tarafından tutuklu olarak yargılanıyor ve Eylül 2013’te 50 yıl hapis cezası ve 115 bin Avro para cezasına çarptırılıyor. Haber, başta Anadolu Ajansı olmak üzere birçok basın ve yayın kuruluşu tarafından yayımlanıyor. 

Ancak, Didim açıklarındaki Bulamaç Adası Türkiye Cumhuriyeti’ne ait ve 6 millik Türk karasularının içinde. Türk vatandaşı A.K., Türk Karasularının içinde ve Türk Adasında insan kaçakçılığı suçu işliyor ama yargılamayı paralel yargı;Yunan mahkemesi yapıyor. AKP Hükümeti, Dışişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı ile birlikte Türk yargısı bu paralel yargıya da sesiz ve tepkisiz kalıyor.” 

Ümit Yalım’dan kabullenmesi zor “paralel ordu” yorumu;

“ 2004 yılının Ekim ve Kasım aylarında, Yunan askerleri tek kurşun atmadan, hiçbir karşı mukavemetle karşılaşmadan elini kolunu sallayarak geliyor ve Didim açıklarındaki Eşek ve Bulamaç Adalarını işgal ediyor. İşgal devam ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ait 16 ada ile 1 kayalık fiilen işgal ediliyor. Paralel Ordu;Yunan Ordusu’nun askerleri Türk topraklarına yerleşiyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök kılını bile kıpırdatmıyor. Halbuki Özkök, Hükümet Direktifi verilmese dahi, o tarihteki TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi gereği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumakla görevliydi. 

Türk topraklarındaki Paralel Ordu’nun varlığı, 31 Aralık 2008 tarihinde Yunanistan Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Bulamaç Adası’na gelmesi ve hava sahası ihlali yapması ile ortaya çıkıyor. 18 Mayıs 2011 Tarihinde, Türk topraklarındaki paralel ordunun varlığı belgeleniyor ve kamuoyunun bilgisine sunuluyor. İşgal konusu, MHP ve CHP Milletvekilleri tarafından soru önergeleri ile Davutoğlu’na soruluyor. Davutoğlu, (adacık) diyor olmuyor, (yorum farkı) diyor olmuyor ve sonunda pes ederek işgali kabul ediyor ve istikşafi görüşmelere sığınıyor. ”


Ahmet TAKAN,04.02.2014 basın







ek:
EGE DENİZİ HER AN ISINABİLİR / pdf
Doç.Dr.Sait YILMAZ
İstanbul Aydın Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi








UYANIN !

150'ye yakın ada, adacık, kayalık Türkiye'nindir, emperyalizmin ahtapot kolları sadece Güneydoğu ve Doğu ile sınırlı değildir, her şekilde bizi sarıp boğmak için usulca ilerlemektedir. En kısa zamanda Milli Devlet, Milli Hükümet kurulmalıdır, aksi taktirde sonumuz hiçte iyi gözükmemektedir.

SB.











22 Şubat 2014 Cumartesi

1915 TARTIŞILIRKEN GÖZDEN KAÇIRILANLAR




Hükümetlerin farklı zaman ve coğrafyalarda güvenlik gerekçesiyle sivil topluluklar için yer değiştirme önlemine başvurmalarının mutlaka anlaşılabilir nedenleri vardır. 

Bununla birlikte modern ve çağdaş tarih, bu tür güvenlik kararlarının neden olduğu büyük acıların ve unutulmaz dramların örnekleriyle doludur.

Hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu güvenlik kararı dayanılmaz acıları ve faciaları beraberinde getirmiştir. 

Sivil Ermeni kafilelerin bazen “çete” saldırılarına bazen “işgüzar” yetkililerin kötülüklerine maruz kaldıkları, Osmanlı arşivi belgelerinde hiçbir zaman inkâr edilmemiştir. 

Fakat bu kararın uygulanması sürecinde Osmanlı sivil ve askeri yetkililerin gösterdiği insani çaba ve duyarlılık göz ardı edilmemelidir. 

Büyük Savaş’ın ağır koşullarında Suriye Cephesi’nde Dördüncü Osmanlı Ordusu Komutanı Cemal Paşa’nın olağanüstü insani yardım projeleri ile Ermeni göçmenleri kucaklaması; yaşam mücadelesi veren bu topluluklar için, tereddütsüz olarak Ordu’ya ait imkânları seferber etmesi de bir tarihi gerçek olarak kaydedilmelidir.

Suriye’de Dördüncü Osmanlı Ordusu’nun Ermeni göçmenlere yardımları, şimdilerde NATO ve BM barış kuvvetlerinin sürdürdükleri “insani yardım” amaçlı faaliyetlerin 20. yüzyıl başında ve savaş koşullarında özveriyle sürdürülen ilk örneğidir.

Çok kısa söyleyeceğim:
Türk halkı ve Osmanlı liderliği bir ölüm-kalım mücadelesi verirken ve Ermeni Komitelerinin sorumsuz davranışları karşısında bile, insani yardımlaşma vasıflarını; suçlu ile suçsuzu ayırt etme kabiliyetlerini yitirmemiştir. Ermeni göçmen kafilelerine uygunsuz davranışları görülenleri, görev ve mevkileri ne olursa olsun titizlikle cezalandırmıştır.

20’nci Yüzyılın hemen başında bir büyük savaş koşullarında, Osmanlı Hükümeti’nin bu politikası, savaş sürerken yapılan yargılamalara ve cezalandırmalara bir ilk örnek oluşturması bakımından da ilginç bir tarihi deneyimdir.

Burada önemli bir ayrıntıyı da karışıklığı önlemek için sunmak istiyorum:

1918’de Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal altındaki İstanbul’da yapılan siyasi yargılamalar benim burada kastettiğim değildir.

1915 sonbaharında, Ermeni kafilelere kötü muamelede bulundukları iddia edilen Osmanlı memurları hakkında sürdürülen tahkikatları ve hemen ardından bu kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmalarını kastediyorum.

1915 ve 1916 yıllarında gerçekleştirilen Osmanlı askeri yargılamaları, savaş suçları bilimi alanında bir örnek tutum olarak kaydedilmelidir.

1915’te zorunlu yer değiştirme ve iskân kararını uygulayan resmi otorite tarafından aynı yıl içinde gerçekleştirilen bu askeri yargılamalar, bilinçli olarak göz ardı edilmektedir.

1940 yılında, Rus Tümgenerali Nicolay Georgiyeviç Korsun, zorunlu göç kararı uygulanırken, Türk askeri makamlarının ve Türk halkının göçmenlere nazik davrandığını; ancak bazı bölgelerde Ermenilerin saldırılara uğradıklarını yazmıştır. 

Rus Tümgeneraline göre, Ermeni göçmenlerin yarısı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölmüştür.

Burada yeri gelmişken bir konuda da görüşümü açıklamak isterim. 

Dünya Savaşı’nda bir kısım Anadolu vilayetlerinde savaş koşullarının yol açtığı “iktidar boşluğu” nedeniyle, Türkler (Müslümanlar) ve Ermeniler (Hıristiyanlar) arasında bir de “iğtişaş” [=karışıklık] hali gözlemlenmektedir.

Kimi yerleşim birimlerinde Ermeniler ve Müslüman ahali birbiri aleyhine silahlanmış ve mukateleye (=birbirini öldürmeye) kalkışmıştır. 

Bütün bunlardan dolayı iki taraf için de hazin olaylar cereyan etmiştir.

1914 - 1918 arasında Anadolu’da Ermeni Fedailerin ve Ermeni Gönüllü Birliklerin katlettiği Müslümanların sayısı, dört yıl süren Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin, Osmanlı ordusuna silahlı çatışmalarla verdirdikleri zayiatın yaklaşık beş katıdır.

1914 - 1915 yıllarında, Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı Ermeni Gönüllü Birliklerin ve Ermeni Fedailerin, Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin ve sivil Müslüman ahalinin karşılıklı çatışmaları, aylara göre grafikte gösterilmiştir.

Bu grafik en yüksek noktasına, güvenlik açısından tehdit oluşturan ve İmparatorluğun başkentinde bulunan lider konumundaki bazı şahsiyetler için tutuklamaların yapıldığı günlerde (24 Nisan 1915) ulaşmıştır.

Aynı zaman dilimlerinde Ermeni halkın toplam kayıpları ile ilgili olarak çok farklı rakamlar ifade edilmektedir. 

Ermeni kayıpları konusunda sürdürdüğüm çalışmam henüz tamamlanmadığı için -şimdilik- rakam veremiyorum.

Suçlu - Suçsuz Ayrımı
24 Nisan 1915 günü tutuklanan Ermeni şahsiyetler, -o günkü koşullarda- Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde faaliyette bulunan Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komitelerinde yönetici olarak görevli ve etkili konumdadırlar. 

İlginçtir, Osmanlı Hükümetinin aldığı güvenlik kararı ile Başkent İstanbul’dan uzaklaştırılanlar ve Kafkasya Cephesinde Rus kuvvetleriyle doğrudan işbirliği yapanların arasında Osmanlı Parlamentosunda görevli eski ve yeni Ermeni milletvekilleri de vardır.

Bu milletvekillerinin bir kısmı yanlarındaki gönüllülerle birlikte daha savaş başlarken Kafkasya Cephesine gitmişlerdir. 

Bu kişiler Rus kuvvetleri ile doğrudan işbirliğine girmişlerdir, 
dolayısıyla onlar tutuklanamamıştır. 

Eğer, onlar da 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da bulunsalar hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki faaliyetleri nedeniyle ihanetle suçlanacaklar ve en ağır şekilde cezalandırılmış olacaklardı. 

Bu durum, yasalar çerçevesinde ve son derece olağan bir işlemdir. 

Bütün devletlerde bu tür eylemlerde bulunanlar benzer yöntemlerle cezalandırılmışlardır.

20’nci Yüzyıl başındaki değerlerle, 21’inci Yüzyılın başındaki değerler kimi açılardan farklılık gösterebilir. Fakat “savaş aleyhtarlığı” değil, “savaşta vatana ihanet” hele “düşman safında çarpışmak” bugün de bütün devletlerde en ağır cezayı gerektiren bir eylem olarak değerlendirilmektedir.

Osmanlı Parlamentosunda görevli öteki Ermeni milletvekillerinden Ermeni Komitelerinin düzenledikleri askeri faaliyetlerle ilgili bulunmayanlar, savaş yılları boyunca parlamentodaki görevlerini sürdürmüşlerdir. 

Osmanlı Parlamentosunun tutanakları bu uygulamanın en açık kanıtıdır.

Osmanlı mülki, adli, mali ve askeri bürokrasisinde de -bazı istisnalarla- tereddütsüz aynı politika geçerlidir. 

Osmanlı Hükümetinin vali ve kaymakamlara gönderdiği emirler, suçlu-suçsuz ayırımı yapılmasındaki hassasiyeti kanıtlamaktadır.

Burada, Osmanlı ordularında sağlık hizmetlerinde görevli ve savaş sırasında çeşitli cephelerde çatışmalarda veya tifüs ve öteki hastalık salgınlarında Müslüman hekimlerle birlikte yaşamlarını yitiren Ermeni ve öteki Hıristiyan topluluklardan kahraman hekimleri ve eczacıları anmak isterim.

Büyük Savaş’ta Kafkasya Cephesi’nde can veren 163 Osmanlı sağlık subayından 124’ü Müslüman, 19’u Rum, 17’si Ermeni ve 3’ü de Musevi kökenlidir.

Bugün, Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Fakültesi binasında sol yandaki mermer duvara bu personelin hepsinin isimleri birlikte kazınmıştır.

Osmanlı ordularında, imparatorluk emirlerine sadık Osmanlı Hıristiyan yurttaşları askerlik görevlerini büyük bir özveriyle yerine getirmişlerdir. 

Osmanlı Harbiye Nezareti tarafından bu kahramanların hizmetleri madalyalarla ödüllendirilmişlerdir.

1917 yılında Osmanlı ordu karargâhlarında ve cephelerde son derece kritik pozisyonlarda, gizlilik dereceli görevlerde Ermeni veya Hıristiyan asıllı askerlerin listesi suçlu - suçsuz ayrımı yapıldığının inkâr edilemez bir delilidir.

Bugün dünyada, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Birinci Dünya Savaşı ortamında baş gösteren dramatik olayların cereyan şekli hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan bireyler veya topluluklar, bir sanal bellek üstüne oluşturulmuş bir dogmaya inanmaya zorlanmaktadır.

Bilimsel araştırma özgürlüğüne sadık bir bilim adamı olarak kesin kanaatim budur. 

Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti ve yandaşları tarafından yayılan bu sanal inanç sistemine inanmayanlar kimi ülkelerde tutuklanmakla tehdit edilmekte veya cezalandırılmaktadır. 

Bu anlayış, günümüzde, medeniyetler savaşının yeni bir şeklidir. 

Tank, uçak ve denizaltıların yerine, edebiyatın, tarihin, müzik ve sinemanın ve nihayet internetin kullanıldığı bir kirli savaştır bu…

Türk Ulusu, bu yeni tür savaşta, ecdadına haksızlık yapılmasını asla kabul etmeyecektir.

Kaldı ki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında insafsız bir savaş propagandasıyla karartılmış tarihî ayrıntıların açıklanmasını istemek en doğal bir insani haktır.

Bu insani hakkın kullanılmasının özellikle bazı ülkelerde kanunla yasaklanması, konuşmamda işaret ettiğim gibi, ortaçağ zihniyetinin hortlamasıdır.

*Ermeni Taşnak Komitesi Arşivi, ABD’dedir ve Türk akademisyenlerine kapalıdır.

*Ermeni Patrikhanesi Arşivi, İsrail’dedir, aynı şekilde o da Türk akademisyenlere kapalıdır.

*Başbakanlık Arşivlerinde Ermeni sorunuyla ilgili yaklaşık 1 milyon belge vardır.

Bu olaylarla ilgili orijinal belgelerin tıpkıbasımlarının yayınlanması halen büyük bir hızla sürdürülmektedir.

*Aynı şekilde, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatı ile Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı tarafından askeri arşivde bulunan toplam 1047 Belge 8 cilt olarak yayına hazırlanmıştır.

Bu ciltlerde, dönemin Osmanlı Ordularına ait gizli yazışmalar ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerine hakkında bütün kayıtların tıpkıbasımları ve İngilizce tercümeleri uluslararası kamuoyunun, yerli ve yabancı bütün araştırmacıların bilgisine sunulmuştur.




Prof.Dr.Hikmet ÖZDEMİR
1915 TARTIŞILIRKEN GÖZDEN KAÇIRILANLAR
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI,2007




Olaylara karışanların yargılanmasını 
Justin Mccarthy de dile getiriyor;
"Türkiye sorumluları yargılamış ve ölüm ile cezalandırmıştır,
ama karşı tarafta hiç kimse yargılanmamıştır."



Prof. Justin McCarthy's speech at the 
Federal Parliament in Canberra







Seçilmiş Okuma Listesi 

Ahmed Rüstem Bey, the World War and the Turco-Armenian Question, (Berne, Imprimerie St. Empfli, 1918).

Alexander V. Prusin, “The Russian Military and the Jews in Galicia, 1914-15”, Eric Lohl and Marshall Poe (Eds.) the Military and Society in Russia, 1450-1917, (Brill, Leiden, 2002).

Andre N. Mandelstam, La Societe des nations et les Puissances devant le probleme Armenian, (Paris, libraire de la cour d’appel et l’ordre des avocats, 1925).

Antranig Chalabian, General Andranik and the Armenian Revolutionary Movement, (Southfield, MI, 1988).

Ara Caprielian, the Armenian Revolutionary Federation: The Politics of a Party in Exile, (A Dissertation for PhD Thesis in New York University, 1975).

Aspirations et Assignments Révolutionnaires des Comités Arméniens avant et après la proclamation de la Constitution Ottomane, (Ankara, second edition, 2001).

Azmi Süslü, Armenians and the 1915 Event of Displacement, (Ankara, Kök Series, 1999).

Barbara Jean Keller, United States and Armenia, 1914 to 1920: The Armenia, (A Thesis Presented to the Faculty of California College at Fullerton, June 1969).

Center for Strategic Research, Armenian Claims and Historical Facts: Questions and Answers, (Ankara, 2005).

Esat Uras, the Armenians in History and the Armenian Question, (Istanbul, Documentary Publications, 1988).

Firuz Kazemzadeh, the Struggle for Transcaucasia, (New York, Philosophical Library, 1951).

Gunter Levy, the Armenian Massacres in Ottoman Turkey, A Disputed Genocide, (Salt Lake City, University of Utah Press, 2005).

Hasan Dilan, Les evenements Armeniens dans les documents diplomatiques Français, 1914-1918, (Ankara, TTK, 2005), Volume I-VI.

Hikmet Özdemir and Yusuf Sarınay (Eds.), Turkish-Armenian Conflict/Documents, (Ankara, TBMM Pub., 2007), forthcoming.

Hikmet Özdemir, the Ottoman Army 1914-1918, Brutal March with Epidemic Disaster, (In US, 2007), forthcoming.

Hovhannes Katchaznouni, the Armenian Revolutionary Federation (Dashnagtzoutiun) has nothing to do any more, (The Manifesto of Hovhannes Katchaznouni, First Prime Minister of the Independent Armenian Republic, Translated from original by Matthew A. Calendar, Edited by John Roy Carlson (Arthur A. Derounian), Published by the Armenian Information Service, 1955, (A Reprint by the United Turkish America/UTA), and June 1984. 

Hüsamettin Yıldırım, Armenian Claims and Realities, (Ankara, Sistem, 2001)).

Justin McCarthy and others, The Armenian Rebellion at Van, (Salt Lake City, The University of Utah Press, 2006).

Justin McCarthy, Death and Exile, the Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922, (Princeton, New Jersey, The Darwin Press, 1996).

Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, (London, Arnold, 2001).

Kamuran Gürün, The Armenian File: The Myth of Innocence Exposed, (London-Nicosia-Istanbul, K. Rustem&Bro. And Weidenfeld&Nicolson Ltd., 1985).

M.S. Anderson, the Eastern Question, 1774-1923, (London, MacMillan Press, 1966).

Manoug Joseph Somakian, Empires in Conflict: Armenia and the Great Powers, 1895-1920, (London, New York, I. B. Tauris, 1995).

Michael A. Reynolds, The Ottoman-Russian Struggle for Eastern Anatolia and the Caucasus, 1908-1918, Identity, Ideology and the Geopolitics of World Order, (A dissertation for Princeton University, November 2003).

Mim Kemal Öke, the Armenian Question, (Ankara, TTK, 2001).

Peter Gatrell, A Whole Empire Walking, (Bloomington and Indianapolis, Indiana University Press, 1999).

Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to Independence 1918, (Berkeley and Los Angeles, University of California Press, 1967).

Robert Conquest, the Soviet Deportation of Nationalities, (London, 
Macmillan Co Ltd., 1960).

Roderick Davison, “The Armenian Crisis, 1912-1914”, The American Historical Review, Vol. LIII, No. 3, (April 1948).

Ronald P. Bobroff, Late Imperial Russia and the Turkish Straits, Roads to Glory, (London, New York, I. B. Tauris, 2006).

Şahin Doğan, Rus Kaynaklarına Göre Doğu Anadolu’daki Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Unpublished MA Thesis, 2007).

Salâhi R. Sonyel, Displacement of the Armenians Documents/Le Deplacement des Populations Arméniennes Documents/Ermeni Tehciri ve Belgeler, (Ankara, Baylan, 1978).

Salâhi R. Sonyel, the Great War and the Tragedy of Anatolia, Turks and Armenians in the Maestrom of Major Powers, (Ankara, TTK, 2000).

Salâhi R. Sonyel, the Turco-Armenian Imbroglio, (London, Cyprus-Turkish Association, 2005).

Samuel A. Weems, Secrets of a “Christian” Terrorist State, (Dallas, St. John Press, 2002).

Sedat Laçiner, the Armenian Issue and the Jews, (Ankara, ASAM Pub., 2003).

Seyit Sertçelik, Rus Arşiv Belgeleri Işığında Ermeni Soykırımı İddialarına Dair, (Ankara, TÜBİTAK Sosyal ve Beşeri Bilimler Ortak Komitesi, 2004-347).

Şahin Doğan, Rus Kaynaklarına Göre Doğu Anadolu’daki Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Unpublished MA Thesis, 2007).

Tverdohlebov, I Witnissed and Lived Through, Erzurum 1917-1918, (Ankara, Genelkurmay Y., 2007).

Türkkaya Ataöv (Ed.), The Armenians in the Late Ottoman Period, (Ankara, TBMM Pub, 2001).

Türkkaya Ataöv, The British Blue Book: Vehicles of War Propaganda, 1914-18, (New York, Okey Enterprises, 2006).

Vatche Ghazarian (edited and translated), Boghos Nubar’s Papers and the Armenian Question, 1915-1918, Documents, (Waltham, Mayreni Publishing, 1996).

W.E.D. Allen and the late Paul Muratoff, Caucasian Battlefields, A History of the Wars on the Turco-Caucasian Border, 1828-1921, (Cambridge, at the University of Press, 1953). 



IĞDIR TÜRK SOYKIRIM ANITI




//____________________//




SÖZDE "SOYKIRIMININ" İÇ YÜZÜ




"... Nasıl haşhaş uyuşturucu bağımlılığın ham maddesi ise, tarih de köktenci tavırların, etnik milliyetçiliğin ve ideolojilerin ham maddesi ... Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, bu her zaman için yeniden icat edilebilir. Mazi meşrulaştırılır ve övünecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana şerefli bir arka plan sunar ... "

Marksist bir tarih felsefecisi olan Eric Hobsbawm'ın sözleri bunlar.






1930'lara kadar Pakistan diye bir sözcük yoktu. Ama profesyonel tarihçiler, İslamabad yönetimine "daha haşmetli bir geçmiş" sunabilmek için Pakistan'ın "Beş Bin Yıllık Tarihi" diye kitap yazabildiler.

Keza M.Ö.4. yüzyılda bir Yunan devletinin olmadığı, hatta
Yunanistan coğrafyasını kaplayan ortak bir siyasi yapı da bulunmadığı, dolayısıyla Makedonya İmparatorluğu'nun Yunan karakterinden ve üzerinde Yunan hakimiyetinden söz edilemeyeceği Atina'da taraftar bulmadı ve Yunan siyasetçilerin Makedonya devletinden ismini kullanma hakkını dahi esirgemelerine üniversite destek verdi 
(Tarihsel olarak Yunanlıların Makedonyalıları tıpkı bizim Moğollara bakışımız gibi barbarlar olarak gördüğü açık ... Atina'nın tavrı , Anadolu'yu işgal eden Moğollar'ı gözardı edip Avrupa'ya yürüyen Atilla'yı sahiplenmenin bizim ruhumuzu okşamasına benzer bir durum).


Kitap bombardımanına uğrayan Kürtler'e gidip de Med İmparatorluğu'yla ne alakalarının bulunduğunu sorarsak; ya da Berlin'e sığınmış göçmen Rus bilim adamlanna sipariş edilen araştırma sonucu Kürtler'in Totonik kavim ilan edilmesinin ardından Almanya'nın bölgeye akmasını manidar bulup bulmadıklarını ...


Ernest Renan da boşuna 
"Tarihi çarpıtmak ulus olmanın ilk şartıdır" dememiş .


Ermeni Meselesine gelince; 

Ermeni propagandası gerçekleri "Andronyan Belgeleri" türünden hayal mahsulü belgelerle gizlemeye çalışmakta, Ermeniler'in katliama maruz kaldıkları iddiası ile zihinlerde istifham bulutları oluşturmaktadır. 

Gerçekte bütün çabaları Ermeni çetelerince hunharca icra edilen "Türklerin uğradıkları katliamı" unutturmak içindir. Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Ermenilerce katledilen Müslümanlara ait toplu mezarlar dünya kamuoyunun gözleri önüne serilmektedir. Daha bilinmeyen niceleri de bulunmayı, soykırım müzelerinde sergilenmeyi beklemektedir.

Karanlık günler ne kadar unutturulmak istense yine de zihinlerden silinmemektedir. Asıl suçlu Ermeni toplumunu kışkırtan ve aldatan emperyalist devletlerdir. Günümüzde savaşların cephede değil, cephe gerisinde yürütüldüğü bir gerçektir. 

Ruslar'ın Doğu Anadolu'da açtıkları cephe de böyle bir cephe idi.
Rusya İmparatorluğu' nun 1877-1878 Rus-Türk savaşında 
Osmanlıların tam bir yenilgiye uğratılmış bulunmasıyla kanıtlanan gücü Ermeni ayrılmacılığını besleyen bir etkendi. 

Rusların eninde sonunda Türkleri yenip tüm doğuyu (Anadolu'nun doğusunu) zaptedeceği bekleniyordu. Doğuda bir Hıristiyan yönetiminin kurulmasından sonra bağımsız bir Ermenistan'ın kurulması sorununun çözümleneceğine inanılıyordu.

Ermeniler arasında, özellikle de genç kuşak, kentliler ve Ermeni papazları arasında ulusçu duygular belirgin biçimde gelişmeye başlamıştı. Bu duygular çoğu kez şaşılacak kadar açık biçimde ifade ediliyordu.

İstanbul Ermeni Patriği'nin kendisi, apaçık, "Ermenistan"ın Osmanlı İmparatorluğu' ndan ayrılmasını desteklemekteydi.

Tarih kitaplarının çoğunda, sadece Osmanlı'nın Ermeniler'i zorunlu göçe çıkarmasının sözü edilir. Tarihsel gelişmeler, geçmişinden soyutlanarak ele alınınca, Osmanlıların Ermenileri zorunlu göçe çıkartma kararı (elbette ki) akla aykırı, sadece bir azınlık toplumuna karşı duyulan nefretten kaynaklanmış bir karar gibi görünür. 

Aslında, Balkanlarda ve Kafkasyada olanların tarihçesinden, Osmanlılar, Doğu Anadolu'da (bir azınlığın çıkaracağı) ulusçu ayaklanmadan ve Rus istilasından neler beklemek gerektiğini öğrenmişlerdi. Bulgaristan'da, Yunanistan'da ve Makedonya'da, aynı süreçler Türklerin kıyımdan geçirilmesiyle sonuçlanmıştı. 

Osmanlılar, Anadoluda farklı bir hal gerçekleşmesini bekleyebilirler miydi?

100 yıldan beri Ruslar, Müslümanları yurtlarından zorla uzaklaştırarak, yayılmış durmuşlardı. Kırım Tatarlarını ve Çerkesleri göçe zorlamışlardı. Güney Kafkasyada, Türkleri uzaklaştırıp ülkeye Ermenileri yerleştirmişlerdi. 

1915'te Ruslar bir kez daha ileriye doğru yayılmaya girişmişlerdi. Ermeni ayaklanmacı toplulukları daha o zamandan baş kaldırma hareketini bütün Doğu Anadolu kapsamında başlatmışlardı, Müslüman köylüleri kıyımdan geçirmeye koyulmuşlardı ve hatta Van kentini ele geçirmişlerdi. Doğunun Müslümanları , bir Rus istilası durumunda, başlarına ne gelmesini bekleyebilirlerdi? 
Bulgaristan ve Makedonya Türklerinin başına gelenlerin
aynısını tabii ki.


VAN


Osmanlı hükümeti, Osmanlı tarihinin öğrettiği dersleri bilmezlikten gelemezdi. Tarihsel gelişmeler bütünü içinde, Osmanlı Ermenilerinin zorla göçe çıkartılması, akla uygundu. 

Bunu söylemek, zorla sürgüne çıkartmaları ahlaksal açıdan da uygun görmek anlamına gelmez; Birinci Dünya Savaşı dönemindeki bütün yanların eylemleri öylesine insanlık dışı özellikler gösterir ki, bunlardan hiçbiri, ilk taşı atacak durumda değildir. Ne var ki, Türklerin ve diğer Müslümanların uğradığı zorla göç ettirilmelerin ve ölüm telefatının tarihçesini incelerseniz, tarihsel süreç içinde bir bölüm olarak Ermenilerin zorla göç ettirilmesinin açıklamasını bulabilirsiniz.

Peki, zorunlu sevk ve iskanın başka ülkelerde örnekleri yok mu?

Zorunlu göç uygulamasına bazı büyük devletlerin de başvurduğunu gösteren pek çok örnek vardır ve bazı devletler savaş koşullarının dayatması karşısında vatandaşlarının bir kısmını zorunlu göçe tabi tutmuşlardır. 

Bazı örneklere bir göz atalım:

Ermenilerin 301 yılından itibaren Hıristiyanlığı kabul etmeleri üzerine onların Zerdüştiliği muhafazası için Sasaniler, Hıristiyanlığı benimsemeleri için de Romalılar büyük baskılar yapmışlar ve II. Şapur birçok şehri yakıp yıktıktan sonra 70.000 civarındaki Ermeniyi Partiyaya sürmüştür.

V. asrın son çeyreğinde İran'ın bölgedeki Ermeniler üzerinde yoğunlaştırdığı dini savaşlar sonunda da bölge, Ermenilerden tamamen temizlenmek maksadıyla feodal aile reisIeri uzaklaştırılmış, yerlerine Bizanslı memurlar yerleştirilmiş ve Ermeniler Trakya'ya sürürerek yerlerine başkaları getirilmiştir.

VI. yüzyılın sonlarından VII. yüzyıl başlarına kadar Bizans İmparatoru Maurice bu sürgün faaliyetini devam ettirmiştir. 639-640'larda Sasani İmparatorluğunu yenerek Nahçıvan'a kadar ilerleyen Araplar, 642'de Dwin'i ele geçirmiş ve 35.000 kadar Ermeni 'yi sürmüşlerdir.

VIII. yüzyıl başlarından itibaren Araplar hakim olmakla ve bölge Arap valiler tarafından idare edilmekle birlikte, Bizansla olan kavgalar sona ermemiştir

Bizans İmparatoru II. Basileios, İmparatorluğun Müslüman devletlerle yapmakta olduğu mücadelelerin önemli bir cephesini oluşturan, Doğu Anadolu bölgesinde vasal Ermeni krallıklarının isyankar hareket ve davranışlarını hoş karşılamamakta idi. Bu nedenle, Basileios söz konusu Ermeni memleketlerinin yönetimini doğrudan doğruya Bizans'a bağlamak amacıyla kuvvetli ve kalabalık bir ordu ile harekete geçerek, Doğu Anadoluya gelip Van'ı ilhak ettiğini ilan ettikten sonra bu bölgede oturan 40.000 Ermeni'yi, Bizans'ın geleneksel siyaseti uyarınca göçe zorlamıştır.

Moğol istilası sırasında birçok Ermeni Kazan, Astrahan taraflarına götürülürken, Hulagü Han da bir kısmını Halep, Humus, Hama ve Şam seferlerine iştirak ettirmek üzere 1250 yılında Suriye'ye götürmüştür.

Osmanlı Devleti medeniyetin doruğuna çıkarken Avrupa'da veya Avrupalının gittiği yerlerde XV.-XVI. yüzyıllarda din, mezhep kavgalarıyla veya katliamlarıyla meşgul olunmuş; Haçlılar Filistin' de Müslüman esirleri kılıçtan geçirirken, İspanya' da engizisyonun dehşetli ve Müslüman Arapların soykırımı devam ederken, Fransa' da Kralın emriyle Protestanlar katledilirken, İspanya ve İtalya' daki Museviler, Avrupalının zulüm ve vahşetinden tam bir dinler hürriyetinin yaşandığı Osmanlı Devletine sığınmışlar ve İstanbul, Selanik ve Tiberya gölü çevresine yerleştirilmişlerdir (1492).

1746'da çıkan Osmanlı-İran Savaşları sırasında İranlılar, ordunun önünü boşaltmak amacıyla 24.000 Ermeni'yi İran'a sürmüş ve bunların bir kısmı yolda helak olmuştur. Savaş devam ederken bir kısım Ermeni de Kırım, Lehistan ve Hazar Denizi' nin kuzeyine göç etmiştir. 1778'de Kırımda bulunan 75.000 civarındaki Ermeni ailesi Steplere sürülmüş ve bunların birçoğu soğuktan helak olmuştur.

Osmanlı Devletinin i. Dünya Savaşı sırasında 1.500.000 Ermeni'yi katlettiğini, 1.000.000'unu zorla Müslüman ettiğini ileri süren Ermeniler ve Batılı destekçileri, 1.000.000'dan fazla Müslüman'ın Doğu Anadoluda ve Kafkaslar'da katledildiğini ve bir o kadarının da yerlerinden, yurtlarından edilerek sürüldüğünü gözardı etmişlerdir. 


Bu sonunculardan İngilizler, Sudan'ı işgal ettiklerinde burada
eli silah tutan herkesin kökünü kazımaktan, 1849-1851 yıllarında İrlanda'dan gıda maddelerini dışarı çıkararak 400.000 insanı açlıktan öldürmekten ve 1841-1911 yılları arasında aynı İrlanda'nın nüfusunu 8.196.597'den 4.381.951'e düşürerek sadece 1846-1848 yılları arasında 3.000.000 İrlandalı'yı açlıktan ölüme terk etmekten ve 100 yıl süren Hıristiyan işgalinde yüzbinlerce Hintliyi katletmekten kendilerini alamamışlardır.

Yine Ermenilerin koruyuculuğunu yapan Fransa da Kuzey Afrika'daki Tunus ve Cezayir'in istiklal mücadeleleri sırasında 1.000.000'dan fazla Müslümanı öldürmekten geri durmamıştır. 

Aynı şekilde Ermenileri destekleyen, kışkırtan ve öne süren Ruslar ise 1878'de ve II. Dünya Savaşı'nda yüzbinlerce Kırımlı Türkü Sibirya'ya sürmüş, 1.Dünya Savaşı sırasında yüzbinlerce Kafkas Müslümanını güneye sürmüş ve ihtilal sonrasında da 3.000.000 insanı sürmüş ve rejime kurban etmiştir.

Diğer bir örnek; Radikal Sosyalist Fransız Hükümeti Almanca konuşan ve Fransa'nın Almanya sınırında yaşayan Alsazlar'ı (Alsace) 1939-1940 kışında Majino hattının doğusundan alarak Fransa'nın güneybatısına, özellikle de Dordognea'ya nakletmişti. 

Aynı şekilde Amerikan hükümeti de Japonya'nın gerçekleştirdiği Pearı Harbour baskınından sonra Japon asıllı Amerikan vatandaşlarını Pasifik bölgelerinden Missisipi vadisine göç ettirmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar buradaki toplama kamplarında barındırmıştı.

Örnekleri yüzlere çıkarmak mümkündür. Her biri yüzlerce sayfalık araştırmayı gerektiren bu vahşetler dururken hayali "Ermeni Soykırımı"ndan söz eden ve 1.Dünya Savaşında öldürülen 1.000.000 ( Balkanlardan -Filistine- Kırımdan- Anadoluya kadar toplam 5 milyon Türk ölmüştür) civarındaki Müslümanı görmemezlikten gelenlerin bu tutumlarını Türkiye üzerindeki emperyalist emelleriyle açıklamak yerinde bir sonuç olacaktır.


Lozan Konferansı bünyesinde toplanan tali komisyona Osmanlı İmparatorluğu'nun eski Hariciye Nazırı Gabriel Norandukyan'ın Ermeniler lehine sunduğu rapora göre Tehcir sırasında Doğu Anadolu'da yaşayan Ermeniler'den 345 bin'i Kafkasya'ya, 140 bin'i Suriye'ye, 120 bin'i Yunanistan'a ve Ege Adalanna, 40 bin'i Bulgaristan'a ve 50 bin'i de İran'a olmak üzere toplam 695 bin'i Anadolu'dan göç etmişti.

Bir başka Ermeni Richard Hovannisyan ise Suriye dışındaki Arap ülkelerinden Lübnan' a 50 bin, Ürdün' e 10 bin, Mısır' a 40 bin, Irak'a 25 bin, Fransa ve Amerika'ya da 35 bin Ermeni'nin göç ettiğini belirtiyor.

Bu durumda tehcir uygulaması sırasında toplam 855 bin Ermeni'nin göçe tabi olduğu anlaşılıyor. Bu 855 bin, sayısı 1 milyon 250 bin olan 1914'teki toplam Ermeni nüfusundan çıkarıldığında, geriye yaklaşık 366 bin kişi kalıyor. 

Göçe tabi tutulmayan nüfusun ise 82 bin 880'inin İstanbul, 60 bin 119'unun Bursa'da, 4 bin 548'inin Kütahya Sancağında ve 20 bin 237'sinin de Aydın vilayetinde bulunmak üzere 167 bin dolayında tahmin ediliyor. 

Göçe tabi tutulmayanların sayısı 366 bin'den çıkartıldığında, geriye kayıp gözüken 200 bin kişi kalıyor. 

Bu sayı da Ermeni lobisinin 1,5 milyon Ermeni'nin öldüğü iddiasının ne kadar abartılı olduğunu gösteriyor.

Konuya Osmanlı Devleti'nin 1915-1918 yıllarını kapsayan dönemde cephelerde ve cephe gerisindeki ayıpları açısından bakıldığında ise karşımıza şu tablo çıkıyor: 

400 bin yaralı, 240 bin hastalık nedeniyle ölüm, 35 bin yeterli bakım sağlanamadığından ölen ve yaralı, 50 bin savaş alanında şehit.


Bugün, tarafsız ve yüzyıllık önyargılar ile zihni bulanmamış her kişi bilmektedir ki, 1.Dünya Savaşı'nın cereyan ettiği yerlerdeki Ermeniler (sözde kurbanlar), Müslümanların cellatları olmuşlardı. 

Rus komutanlarının emri altında hareket eden bu gönüllü Ermeni çetelerince gerçek kırımlar yapılmış, eskiden mamur olan şehirler ve köyler bu eşkiya çetelerinin saldırılar sonunda harabeye dönmüş ve Müslüman halkın yokedilmesi planı da acımasızca sürdürülmüştür. Bu cinayetler her gün sadece istila edilmiş Türk vilayetlerinde işlenmemiş, yakıp-yıkma rüzgarlan bu güne kadar Müslümanlar'ın meskun bulundukları Rus eyaletlerinde de (Kafkasya, Azerbaycan-) esmiştir. 

Zalim düşmanın baskısı altında ezilen Doğu Anadolu'dan başka, son olaylara kadar Müslümanların nispeten rahat bir şekilde yaşadıklan bütün Batum bölgesi, Artvin, Acara, Hezor, Maradit, Maçakhel ve civarları, Rus resmi yetkililerinin kayıtsız bakışları altında Ermeniler tarafından işlenen tüyler ürpetici ve tasavvur edilemeyen cinayetlere sahne olmuştur.

Göründüğü gibi olaylar gözardı edilmiş, Türk Milletine mal edilmek suretiyle perdelenmek, gizlenmek istenmiştir.

Nitekim, 1. Dünya Savaşı'nı müteakip, İtilaf Devletleri İstanbul'u işgal ettikleri dönemde de "Ermeni Katliamı" iddiasını ispat edememişler, son bir ümitle sarıldıkları Amerikan arşivleri de bu konuda onlara bir şey verememiş, böylece hukuki açıdan "Ermeni Katliamı" iddiası daha o tarihlerde (1920) çökmüştü.

Bu konuya ilişkin bazı örneklere bir göz atalım:

ABD'nin Türkiye'deki ilk Büyükelçisi Amiral Mark Lambert Bristol 'ün 1921 yılında Amerikan Dışişleri Bakanlığı 'na Ermenilerle ilgili yazdığı itiraflarla dolu tarihi bir mektubu ... 

Kongre kütüphanesi arşivlerinde bulunan ve 28 Mart 1921 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı James Barton'a yazılan tarihi mektupta Büyükelçi Bristol, katledildiği öne sürülen Ermeniler'in gerçekte Kürtler ve Türkler'i katlettiğinden bahsediyor. 

1919'dan sonra 1927 yılına kadar Türkiye'de kalan Bristol , Türk Cumhuriyeti tarihine en yakın tanıklık eden kişilerden biri olarak kabul ediliyor. 1921 yılında Burton'a yazdığı mektupta (veya raporda) Bristol, Ermeniler'in soykırım iddiaları ile ilgili raporların tamamen yanlış olduğunu Ermeni kırımı hakkında Avrupa basınında görülen son hikayelerin yanıltma amacına yöneldiğini ve İtilaf Devletleri 'nin bencil planlarının desteklenmesini sağlamak için yapılan propagandalar olduğunu belirtmekte idi.

Diğer bir örnek; 13 Temmuz 2000 tarihinde İngiliz Bakan Barones Asthal, Lordlar Kamarası'nda bir soruya cevaben, "Osmanlı yönetiminin Ermenileri yok etmek amacıyla bir karar aldığını gösteren kesin bir kanıt yokken, İngiliz hükümetleri (çoğul) 1915-1916 olaylarını soykırım olarak tanımamaktadır" , demişti.

Göründüğü gibi bu tür örnekler "Ermeni Soykırımı"nın Türk Milletine fatura edilmesi gayretlerinin boş olduğunu göstermektedir.

Doğru, katliam oldu, ama hangi milletin katliama uğradıkları tarih kitaplarında yazılı. On binlerce Ermeni'nin, on binlerce Türk'ün öldürüldüğünü biliyoruz. Ama malum meseledir ki, Ermeniler Türkler'e karşı taarruza başladıkları için karşı taraftan nasiplerini aldılar. Türkiye'nin doğu illerinde Ermeni milislerince öldürülen on binlerce Müslüman'ın toplu mezarı ortadadır.

Azerbaycan Devlet Arşivi'nde de çok sayıda Rusça belge, Ermeni milislerinin Azeri Türklerine de nasıl katliam yaptığını kanıtlamaktadır .

Komünist rejimi döneminde Ermenilerin Bakü'de 30 bin Türk'ü öldürdükleri bir gerçek. Ermenistan'ın Azerbaycan'ı işgali nedeniyle yaklaşık 1 milyon Azeri Türk'ü de 1992 yıllarından beri evsiz, barksız çadırlarda ve diğer yerlerde yaşamakta. 

1992 yılında Hocalı Kasabası'nda yaşayan 10 bin Azeri Türk'ü Ermeni saldırganlar tarafından katledildi. Ama yakın tarihteki bu soykınm ve işgali görmezden gelerek 100 yıl öncesinin hesabını soruyorlar. Açıkçası Ermenistan'ın maraza peşinde olduğu bir gerçek.

Ermenistan'ın kaynaklarını savaşa ayırması nedeniyle aç kalan 1,5 milyon Ermeni'nin ülkeyi terk ettiği bilinmektedir.

Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarını işgal edeceği ne Hazar Projesi'ne katılsa, İpekyolu Projesi içinde yer alacak adımları atsa, bölgesel ticaretten payalmak için dostluklar kursa halkı için çok daha olumlu olur.

Günümüzde de genç Ermeni nesli kin içinde, kan davası gütmek üzere yetiştirilmek istenmektedir. 

Batı'nın özgür ortamında bu olumsuz çabalar daha kolay sonuç verebilmektedir.

Bizlere düşen görev, gerçekleri doğruluk terazisinde tartarak en doğruyu bulmaktır.



EMİN ŞIKALİYEV (EMİN ARİFOĞLU ŞIHALİYEV)

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, 2003

ERMENİ "SOYKIRIMININ" İÇ YÜZÜ 



AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE 
RUSYA VE İRAN FAKTÖRÜ
(1828 – 2000)
EMİN ŞIHALİYEV / Doktora Tezi : 
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI
PDF 



KİTABI DA MEVCUT :
Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu Tarih, 
Gerçekler ve Olaylar
ERMENİ SORUNU - EMİN ARİF ŞIHALİYEV
TÜRKMEN KİTAPEVİ,2002



GERÇEKLER


SB.



BATI TARİHİNDE İNSANLIK SUÇLARI






Batı Tarihinde İnsanlık Suçları - Sefa M.Yürüksel 


"İspanyollar bir gün, Las Casas önlerinde, 3,000 kişiyi, parçaladılar, başlarını kestiler veya ırzlarına geçtiler. Hiçbir devirde benzeri görülmemiş insanlık dışı olaylar ve barbarlıklar gözlerimin önünde cereyan etti. İspanyollar kendilerinden kaçan çocukların bacaklarını kestiler. İnsanları kaynayan sabun dolu kazanlara attılar. Kim bir kılıç darbesiyle insanları iki parçaya ayırabilecek diye bahse girdiler. Yerlilerin üzerine, onları görür görmez, bir anda yiyip yutan köpekler saldılar. Bebekleri köpeklere yem olarak kullandılar. "

Misyoner Bartelemo de Las Casas 



"biz onların (yerlilerin) topraklarını (vatanlarını) ellerinden aldık, yiyeceklerini tahrip ettik. Kendi gelenek ve göreneklerine ters düşen yasalarımızı uyguladık. Onları, nefret ettikleri zevklerimize uydurmağa çalıştık. Kendilerini veya mallarını kendi bildikleri şekillerde savunmak istedikleri zaman da onları katlettik... Sert savaş yollarıyla efendileri olduğumuzu kabul etmeyi öğrettik."

 İngiliz romancı Anthony Trollope



"Aralık 1963'te, çok iyi hazırlanmış bir planın sonucu olan soykırımın patlak vermesinden birkaç saat önce Kıbrıs'a vardım. Planın amacı Kıbrıslı Türklerden kurtularak adayı hep Rum yapmaktı. 1962'de Yemen'de olduğu gibi, yapılan katliamlara göz şahidi oldum. Bu, birbirinden çok farklı iki soykırım savaşının bir ortak yanı, ezilenlerin savunucusu olması gereken Birleşmiş Milletlerin soykırım yapıldığını görmezlikten gelinmeleriydi. Soykırım yapıldığını kabul etseler önlemek için harekete geçmeleri gerekecekti. Halbuki görmezlikten gelmek kolay, çok daha kolaydı... "

Harry Scott Gibbons



"Tüm dünyada yapılmış soykırımlar göz önüne seren yazarı gösterdiği cesaret için kutlarım." 

Harry Scott Gibbons, Kıbrıs'ta Soykırım 
(The Genocide Files) Kitabının yazarı


*



İşte Batılıların katliamlar -Türklerin tarihinde batılılarda olduğu gibi insanlık dışı suçların hiç bir zaman olmadığının belgelerle açıklandığı konferansta dünyadaki katliamlar anlatıldı. 


1992'de Azerbaycan'daki Hocalı Katliamı için oradaki Ermeni gazeteci şöyle diyor : 
"2 Mart günü 100 Türk'ü katlettiler. Başından yaralı bir kız çocuğu gördüm, ağır yarılı idi. Kızı alıp cesetlerin üzerine attılar ve hepsini yaktılar"


-Kıbrıs katliamını James Rine anlatıyor : 
"Kıbrıs'lı Rumlar barbarlığı temsil ettiler. Türkleri diri diri toprağa gömdüklerini gördüm."


-Fransız bir gazeteci İspanyolların işkence yöntemlerini anlatıyor: "Misyoner İspanyollar genelde çocuklara işkenceler uygulardı. En meşhur olanı ise şişe çocuk geçirme"


-Norveçte ise başka etnik grupta yaşayan çocuklar zorla ailelerinden alınıyor. Beyinleri yıkanıyor, cinsel tacizler yapılıyor. Fransa'da Avusturalya'da da bu olay belgelenmiştir. 300 bin çocuk dava açmıştır.


- Ve günümüzde ABD'nin Irak'lı Türkmenlere uyguladığı tecavüz ve sapıklıkların yapıldığı Telafer katliamları.


*




Avrupa tarihinin kökeninde soykırımlar tarihi yatar


“Batının İnsanlık Suçları ve Ermeni İddiaları” üzerine bir konferans vermek amacıyla İsveç Türk Düşünce ve Kültür derneğinin davetlisi olarak Stockholm’a gelen Sefa Yürükel; “Batının kökeninde soykırımlar yatar” dedi.

Konferansın açılışını yapan dernek başkanı Abdullah Gürgün; “Şimdiye kadar Ermeni iddiaları üzerine konferanslar düzenledik. Bu akşam farklı bir yaklaşım sergileyerek, Batının insanlık suçları üzerinde duracağız. Böylece ‘Vahşi Batı’nın halkları nasıl birbirlerine düşman ederek kırdırdığına tanık olacağız” diyerek sözü Sefa Yürükel’e bıraktı.


Sefa Yürükel konuşmasını üç bölüm altında ele alarak anlatmaya çalışacağını belirterek; “Herşeyden önce soykırım kavramını iyi bilinmesi gerekir . Dolaysıyla bu kavram çok özeldir ve herşey soykırım kavramı altında incelenemez. 

İnsanlar katliamlar ve facialarla bu kavramı karıştırıyorlar. İkinci bölümde 1946 taslağından 1948 Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve bu sözleşmelere bağlı olarak çeşitli karşılaştırmalar yaparak Ermeni sorunu üzerinde duracağım. Son bölümde de neler yapabiliriz konusunu ele alacağım” diyerek sözlerine başladı.


Soykırım suçlarıyla ilgili çalışmaların 1930’lu yıllardan itibaren gündeme gelmeye başladığına değinerek;”Tarihteki itilaflar ve özellikle savaşlarda yaşanan olaylarda ortaya çıkan belirsizlikler nedeniyle savaş suçları kavramına tam bir açıklık getirilemiyordu. Savaşlarda sivil halka yönelik yapılan öldürme eylemlerini cezalandırmakta zorluklar yaşanıyordu. 

Bu konu üzerinde uluslararası hukukta kesin bir tanım yoktu. Polanya kökenli ve uluslararası hukuk uzmanı Rafael Lemkin bir ölçüde de geçmişte Yahudilere uygulanan durumlardan yola çıkarak soykırım (Genocide) kavramını ortaya attı. Yunanca Geno(soy) ve Latince cide(kırım) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. 

Lemkin ilki 1932 yılında Madrid’de ve sonuncusu 1938 yılında Amsterdam’da yapılan hukuk konferanslarında bu kavramı dile getirdi. II.Dünya Savaşı sonrası Rafael Lemkin’e bu konu somut bir çalışma yapılması için görev verildi. 

Çünkü o tarihte soykırım kavramı ve hukuku olmadığı için Hitler Nürnberg mahkemesinde, ‘İnsanlığa karşı işlenen suçlar’dan yargılandı. Nürnberg Mahkemesi soykırım mahkemesi değildir. Bu yanlış bilinir. Dolaysıyla soykırım hukuk yoksa, cezası da olmaz. Yasalar yürürlüğe girdikten sonra suç işlenmişse, yasa geçerlidir. Bu bir hukuk kuralıdır. 

Soykırım suçu 1948 yılında yapılan sözleşmeden sonra oluşacak suçlar için geçerlidir ve bu tür suçlarda zaman aşımı yoktur. Örneğin Ermenilerin Azerbaycan Karabağ bölgesinde yaptıkları bir soykırımdır ama hem Azeri hem de Türkiye bunu zaman zaman katliam ya facia diye dillendiriyor. Katliam ve facia farklıdır, soykırım farklıdır. Bu kavramlar gelişigüzel kullanılamazlar” dedi.


SÖZLEŞMEYE GİRMEYEN İKİ SOYKIRIM TÜRÜ


Sefa Yürükel, bir olayın soykırım olabilmesi için dört ana maddesinin var olması gerektiği ifade ederek; “bu maddelere geçmeden önce Lemkinler’in 1946 yılında hazırladığı soykırım taslağı vardır. 

Bu taslak daha sonra 1948 Birleşmiş Milletler Soykırımları Önleme Sözleşmesi’nin özünü oluşturmuştur. Fakat bu taslağın iki önemli maddesi sözleşmeye konmamıştır. Bunlar kültürel soykırımlar ve siyasal soykırımlar. 

Bunun nedeni Birleşmiş Milletlerde beş daimi üye devlet (ABD, İngiltere, Rusya, Fransa, Çin) ve bunların veto hakkı olmasıdır. Rusya Stalin döneminde insanları yerlerinden yurtlarından etmiş binlercesini öldürmüştür. 

Bu siyasal soykırıma örnektir. 

Ruslar bu kavrama karşı çıkıyorlar, Diğer veto hakkına sahip olan devletlerse, kültürel soykırıma karşı çıkıyorlar. Bu bağlamda kültürel soykırım ne demektir: 

Bir ülkenin yaşantı, giyiniş, düşünce şekline, folklorüne, müziğine, diline, dinine müdahale ederek değiştirme ve yok etmedir. Kendi gelenek ve görenekleri bunun üstüne kurmadır. İngiltere, Fransa, ABD bunları dünyanın her yerinde yaptıkları için bu maddeyi sözleşmeye konulmasına karşı çıkıyorlar. 

Bu şu demektir, biz gelecekte de kültürel soykırımlar yapacağız demektir. Bugün böyle değil mi? Böylece bir uzlaşma sağlıyorlar; Rusya siyasal soykırımları ve diğerleri de kültürel soykırımları koydurtmuyorlar. ABD 1948 sözleşmesinin 2. Maddesine şerh koyuyor. 

Onlara göre, bir olayın soykırım sayılabilmesi için bir ulusun ya da etnik grubun kısmen değil, toptan ortadan kaldırılması gerekir. Çünkü gelecekte yapacaklarını garanti altına almak istiyorlar” sözleriyle ifade etti.


SOYKIRIMIN DÖRT ANA MADDESİ


Soykırım suçunun oluşabilmesi için dört aşamadan geçmesi gerkiyor. Bu aşamalar;


I. Bir grubun bilinçli olarak başka bir grubu hedef seçilmesi (bu grubun ulusal, etniksel ya da dinsel olması)
II. Bu işin planlı, proğramlı olması
III. Bunun sistemli olarak uygulanması
IV. Bu konuda deliller yani ölüler olması gerekiyor.


Bu tanıma uymayan olaylar soykırım olarak kabul edilmiyor. 

Günümüzde Birleşmiş Milletlere bağlı Güvenlik Kurulu’nun bir olayı soykırım mı, değil mi diye araştırırıken raportörler kullanır. Bu raportörler sadece hukukçulardan oluşmaz çok yönlü bir araştırma grubu vardır. 

Ama beş daimi üye ülkeden herhangi birinin veto etmemesi gerekir. Bugün İsrail en soykırımcı tipik bir devlettir ve Filistinlilere günlük soykırım yapmaktadır ama İsrail bu suçtan yargılanamamaktadır. Arkasında veto hakkına sahip olan ABD vardır” diyerek soykırım gerçeğine parmak bastı.


Soykırım tanımın arkasından Sefa Yürükel, ABD başta olmak üzere Batılıların 1500’lu yıllardan itibaren dünyanın çeşitli bölgelerinde yaptıkları soykırımları ele alarak açıklamalarda bulundu. Sömürgecilik dönemlerinde uygulanan soykırımların bugün unutturulmaya çalışıldığına dikkat çekti. 

Günümüzde sürdürülmekte olan soykırımların bir tür kamuflaj hareketleriyle göz ardı ettirilmeye çalışıldığını söyledi. 

İspanyolların Güney Amerika’da, ABD’nin Kuzey Amerika’da yerli halkları nasıl yok ettiklerini dile getirerek, Fransa ve İngiltere’nin sömürgecilik dönemlerindeki uygulamalarını örnekler vererek, kıyaslamalar yaparak uzun uzun anlattı. Norveç ve İsveç’in Laponlara (Samerler) ve engellilere 1979 yılına kadar uyguladıkları kısırlaştırma işlemlerini de bir soykırım olarak niteledi. 

Bir halkın ve grubun çoğalmasını engellendiğini söyledi. Avusturalya’da Aborjinler’e uygulanan soykırımları hatırlattı. Bu açıklamalarından yola çıkarak; “Bugünkü Avrupa’nın tarihi soykırımlar tarihi üzerine kurulmuştur” dedi.


Bir başka açıdan soykırım tanımının emperyalizmden soyutlanamayacağını dile getirerek; 

”Bir ülke başka bir ülkenin kendi çıkarı için yeraltı ya da yerüstü kaynaklarını ele geçirmek için o yöredeki halk üzerinde baskı uygulayarak terk zorlanıyorsa bu da bir soykırımdır. Bugün Amerika’nın Irak’ta, Afganistan’da ve geçmişte uzakdoğu’da yaptıkları birer örnektir” dedi.


Sefa Yürükel, Ermenilerin Karabağ dağlık bölgesinde 1988 – 89’dan itibaren sistemli bir soykırımın uygulandığını ve Hocalı’nın son yer olduğunu belirterek;” bugün sanki soykırım sadece Hocaali’de yapılmış demek yanlıştır” dedi. 

Ermeni askerleri ve çeteleriyle birlikte olayın içinde yer almış kişilerin yaptıkları vahşeti kendi yazdıklarından örnekler vererek anlattı. Dünyanın bu olayı soykırım olarak görmediğini anlamakta güçlük çektiğini söyledi. Aynı şeyin Kıbrıs’taki Türkler içinde geçerli olduğunu vurguladı.


ERMENİ İDDİALARI


Emperyalistlerin Osmanlı toprağı üzerindeki emelleri ve kendi aralarındaki paylaşım sorunları bilinen bir gerçektir. Batı misyonerleriyle birlikte 1800’lu yıllardan itibaren girmeye başlamıştır. Amaçları bu topraklarda yaşayan Hıristiyan ahaliyi kendilerine bağlamak ve gerektiğinde kendi devletine karşı kullanmak. Ermeniler Osmanlı’nın kendilerine soykırım uyguladığını ısrarla bugünde savunmaktadırlar.

Misyonerler yaptıkları başarılı çalışmalar neticesinde Anadolu toprakları içerisinde yaşayan Ermenileri üçe böldüler:

a) Gregorjan
b) Katolik
c) Protestan

ve bunlar üzerinden oyunlar sergilemeye başladılar. 

1860’lardan itibaren çıkarılmaya başlanan isyanlar bunların marifetleridir. 1878 Berlin Antlaşmasıyla Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde reform yapılması için verilen kararlar, bu süreci hızlandırmıştır. 

Akabinde ilk olarak yurtdışında ve arkasından birbiri ardına Anadolu’da kurulan Ermeni Çete örgütleri Anadolu’da kargaşanın fitilini ateşlemiştir. İsyanlar peşpeşe çıkmaya başlamıştır. Amaç, Batının Osmanlıya müdahale hakkını yaratmaktır. Bu tür çalışmalar Ermenilerce, batılı elçiler ve konsoloslarla görüşmelerde sık sık dillendirilmiştir. 

Bu konu üzerinde günümüz olaylarıyla paralellikler kurarak bir değerlendirme yapan Yürükel; ”Osmanlı tehcir konusunda haklıydı ve yaptığı doğruydu” dedi.


I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle kendilerine vaad edilen bağımsız Ermenistan sözüne kanan Ermeniler, Rus, Fransız ve İngilizlerin yanında kendi devleti olan Osmanlı’ya başkaldırdılar. 120 bin Ermeni genci eğitilerek Rus ordularıyla birlikte Osmanlı’ya karşı savaştı. Ermenler paramiliter birlikler kurdular. 

Çukurova’da (Kilikya) aynı şekilde Fransız askeri elbiseleri giyerek Müslüman köylerini basarak binlercesini vahşice öldürdüler. Ermeni çeteleri Osmanlı ordusunun stratejik ve lojistik bölgelerine ve alanlarına saldırılar düzenlediler, onları arkalarından vurdular. Köylerine akıl almaz saldırılar yaparak halkı öldürdüler. 

Bütün bunları kendi yazdıkları kitaplarda okumak olanaklıdır diyen Yürükel;

”Osmanlı tehcir kararını çok ani olarak aldı ve uyguladı. Bunu yaparken göç ettirilen insanların malları kayıt altına alındı (geri döndüklerinde verilmek üzere), önemli ve değerli mallarını yanlarına almalarına izin verildi. Gidecekleri yerler tespit edilerek gerekli hazırlıklar yapıldı. 

Ortada bir savaş var. Elbette arzu edilmeyen olaylar meydana gelebiliyor. Bütün bunlara rağmen tehcir esnasında hataları ya da kasıtları bulunan görevliler yargılanarak gerekli cezalara çarptırıldılar. Bu hiçbir biçimde soykırım tanımlarına uymayan bir durumdur. Osmanlı soykırım yapmamıştır. Ermeniler batılı emperyalist güçlerin oyununa gelmiştir. 

Batı bu oyunu hâlâ sürdürmektedir” ......




STOCKHOLM daki KONFERANSIN




*