Translate

22 Kasım 2013 Cuma

GERÇEK ULUSALLIK , ONLARIN BÜYÜK KORKUSU






- Ulusallık toprağını, insanını, yurdunu sevmektir. 

- Ulusallık demokrasiyi, hukuku, adaleti, insanlığı yüceltmektir. 

- Ulusallık, "uluslararası alanda, başka uluslarla dengeli ilişkiler oluşturmak" demektir. 

- Ulusallık, devletlerarası ilişkilerde "çıkarların dengelenmesi, birinin diğerini ezmemesi için çaba gösterilmesidir". 

- Ulusallık, sömürgecilere geçit vermemek için çalışmaktır. 

- Ulusallık sosyal sınıfların, "korunmak ve paylarını alabilmek için" örgütlenmesi demektir. 

- Atatürk, Gandi, Nâsır, Castro gibi liderler ünlü ulusalcılardır. Ama Hitler, Churchill veya Bush için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bunlar, sömürgeci kimliklere sahiptirler ve faşizmin temsilcileri olarak bilinirler. 

- Ulusalcılık, "uluslararası ilişkilerdeki düzenin" vazgeçilmez bir parçasıdır. Güney Amerika'daki ulusalcı sol yönetimler "ulusalcı kimliklerini ortaya koymamış olsalardı" , Amerikanın sömürgeci işgalinden kurtulamazlardı. 

Ulusalcılığa Kimler Düşman? 

Emperyalistler ulusalcılığın en acımasız düşmanlarıdır. Ulusalcıları kendileri için en büyük düşman olarak görürler. Bunda da çok haklıdırlar. 

1) Ulusalcılar Türkiye'de, Arjantin'de, Venezüella'da ulusal iktisat politikalarının uygulanmasını isterler. Kendi çiftçisinin, işçilerinin, sanayilerinin tarafında durarak "ulusal çıkarların korunmasını" savunurlar. 

Oysa bu görüşler ve uygulamalar sömürgecilerin yolunu kapatır. Sömürgecilerin dev tekelleri piyasayı işgal edemezler. Fındık üreticisi, sanayi işçisi, yerli sanayi hakkını alır. 

Ülke, "IMF gibi emperyalizmin kurumlarının reçetelerine bağlanıp sömürülmez". 

İşte bu nedenle sömürgeciler ulusallığın ve ulusalcıların bir numaralı düşmanıdırlar. Aynen bugün Chavez 'in, Morales 'in, Da Silva 'nın düşmanı oldukları gibi. 

2) Emperyalistler karşılarında ulusal kültür politikasını da istemezler. Ulusal kültür politikası demek, onlar için etnik ve dini kışkırtmalarla sömürgeci maşaların kullanılamaması demektir. En büyük kozlarını kaybederler. 

Sömürgeciler ulusal siyaset, ulusal savunma gibi kavramlardan nefret ederler. Bu kavramlar sadece, "kendilerinin kullandığı araçlardır" , başkalarının kullanmasını engellemeye çalışırlar. Bu ulusalcı önlemleri, kendi işgal yollarını kapayan engeller olarak görürler. 

Oligarşinin çelişkileri.. naylon ulusalcılar... 

Sömürgeciler, Türkiye gibi ülkelerle yerli oligarşiyi beslerler ve onu maşaları durumuna sokarlar. "Oligarşiyi, ülkedeki ulusalcıların üzerine salarlar." 

Oligarşi ulusalcılığı kırmak, parçalamak ve yok etmek için "marjinal ulusalcılar üretir" . Bunları üretmek çok kolaydır. İşsizler ordusunun doldurduğu varoşları bir bataklık haline dönüştürürler. 

Sömürgeciler kendi yarattıkları kimliksiz topluluk içinde, 15 yaşındaki çocukları sahneye çıkarırlar. "Ey halk bakınız; alın size ulusalcılık; işte, ulusalcılar bu zavallı insanlardır" derler. 

Kendi yarattıkları sonucu, bir nedenmiş gibi kendi medyalarıyla sahneye sürerler. 

Oysa ulusalcılığın bu olmadığını çok iyi bilirler. Ulusalcılık bugün Güney Amerika'da emperyalizmin suratına inen bir tokattır. 

Türkiye'de de bu tokadı yememek için "naylon ulusalcılar" kullanırlar. 

Ulusalcılık Türkiye'de fındık üreticisinin payını alma kavgasıdır; ulusalcılık IMF'yi, tek yanlı anlaşmaları; maden, petrol, tohum yasalarını def etmek demektir. Ulusal yasaları Meclis'ten geçirerek olanların iktidara getirilmesi kavgasıdır. 

Türkiye'de ulusalcılık, gerçek Atatürkçülüğün ve gerçek demokrasinin yerli yerine oturtulmasıdır. Onlar Atatürk 'ü ve gerçek ulusalcılığı örtmek için 15 yaşındaki çocukları hazırlayıp sahneye sürerler. 

Muammer Aksoy, C. Orhan Tütengil, Uğur Mumcu, M. Ali Kışlalı ve diğer aydınlarımız, emperyalizme karşı savaşan ulusalcılar oldukları için saldırıya uğradılar. 

Ulusalcılar Meclis'e, hükümete, medyaya egemen olduklarında saklanacak yer arayacaklardır. 

Güney Amerika'da oldu, bizde neden olmasın?.


EROL MANİSALI , 2007


***



EMPERYALİZMİN SONU





Bunalımı Derinleşen Emperyalistler 
Kendi Ülkelerinde de Sömürü ve Baskıyı Artırıyor



...Çünkü korktukları başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır...


Bunalımı Derinleşen Emperyalistler Kendi Ülkelerinde de Sömürü ve Baskıyı Arttırıyor.

Emperyalizmin dünya emekçi halkları üzerinde sürdürdüğü sömürü ve baskı yüzyıldır devam ediyor. Emperyalizm yalnızca sömürgesi durumuna soktuğu ülkeleri emekçi halkların kanlı-bıçaklı düşmanı değildir. Kendi halklarına da düşmandır. Kendi halklarını da sömürü ve baskı altında tutmaktadır. Ama bu gerçek hep gözardı edilmeye, gizlenmeye çalışıldı. 

ABD "özgürlükler" ülkesiydi. İngiltere demokrasi beşiğiydi. Almanya sanayinin, Japonya teknolojik gelişimin deviydi. Fransa dünyada aydınlanmanın merkeziydi. Bu ülkelerde insanlar lüks içinde yaşıyordu, elleri sıcak sudan soğuk suya değmiyordu.


Geri bıraktırılmış ülkelerin yoksul halklarına, özgürlüğe insanca bir yaşama giden yolun bu emperyalist ülkelerde izlediği yoldan geçtiği gösterilmeye çalışıldı. Yıllardır dünya emekçi halkları, yoksulların aç kalmalarının sorumlusunun kendilerinin olduğuna, bunda emperyalizmin bir suçunun bulunmadığına inandırılmak istendi. 

Mutluluğun kapılarının emperyalist ülkelerden açıldığı anlatıldı. 

Özgürlük, demokrasi, iş, ev, sağlık, eğitim, ulaşım, bilim... gibi en temel insani haklar dahil ne isteniyorsa emperyalist ülkelerde vardı(!) 

Bunları başka yerlerde aramaya ne gerek vardı? 
Sosyalist ülkelerde özgürlük ve demokrasi yoktu(!) 
Sosyalizm diktatörlüktü. 
K. Kore açlıktan kurtuluyordu. 

Dünya emekçi halkları on yıllardır emperyalizmin ve onların uşaklarının ağzından bu yalanları dinledi.

Emperyalist devletler kendilerini "demokrasi" ve "barış" bekçisi ilan ederken, barış ve demokrasi maskesi altında dünya emekçi halkları üzerinde ekonomik, siyasi, askeri, kültürel terörlerini hiç eksik etmediler. 

Emperyalizmin özü gereği sömürgeci ve teröristtir. 
Hiçbir maske bu yüzü gizleyemedi. 

Bugün emperyalist devletler ekonomik ve askeri olarak dünyanın en güçlü ülkeleriyseler, bunun insanlığın, aç, yoksul kalması, hastalık ve ölümlerden kırılması pahasına gerçekleştiğini tüm dünya halkları çok iyi bilmektedir.


Bugün dünya da 1.2 milyar insan açlık çekerken, her gün 25 milyon insan bu açlar ordusuna katılıyor.

1.5 insan sağlık hizmetlerinden mahrum yaşatılırken 880 milyon kişi hiç okuma yazma bilmemektedir. 

Bu yıl okullar açıldığında, 150 milyon çocuk okuma hakları ellerinden alındığı için okula başlayamamıştır.

1 milyar insan yaşanmayacak derecede kötü barakalarda kalmaya mahkum edilirken 100 milyon ailenin başını sokacak bir barakası dahi yok.

Her yıl milyonlarca insan açlıktan ölürken, açlıktan ölenlerin büyük bir kısmı okul yaşına gelmemiş çocuktur.

Her yıl 250 milyon çocuk yeterli beslenemediği için kör olmaktadır. 100 milyon çocuk sokaklarda yaşamaktadır. 

200 milyon çocuk okula gidecekleri yere emperyalist tekellerin tatlı karları için çalıştırılmaktadır. 

1 milyon çocuk cinsel ticaret ağına düşürülmektedir.


Bu tablo "özgürlük", "barış", "demokrasi" havarisi kesilen, böyle gösterilmeye çalışılan emperyalist devletlerin eseridir. 

Bunlar emperyalist devletlerin dünyayı insanlığı ne hale soktuğunu gösteren gerçeklerin sadece bir kısmıdır. 

Açlık, yoksulluk, sefalet, salgın hastalıklar, kıtlık, bunların neden olduğu ölümler, sakat kalmalar hiç kuşkusuz en çok emperyalizmin sömürgesi altında bulunan ülkelerde yaşanmaktadır. 

Ama yoksul, sömürge ülkelerdeki kadar olmasa da bu gerçekler emperyalist devletlerde de yaşanmaktadır.


Emperyalistler 1917 Ekim devriminden ve sosyalist blokun kurulmasından sonra hem sosyalist ülkelerin bir çekim merkezi olmaması hem de emekçi halklar üzerinde uyguladığı sömürü ve baskının kendine karşı bir ayaklanmaya dönüşmesini önlemek için çok çeşitli ekonomik, askeri, siyasi yöntemler geliştiriyordu. Bunlardan bir tanesi de sömürgelerden elde ettiği karlardan kendi emekçilerine de bir pay vererek emekçilerle kendisi arasındaki çelişkiyi yumuşatma politikasıydı.


Ama bunalım krize dönüştükçe kendisi için sosyalist blok tehlikesinin ortadan kalkmasını da fırsat sayarak, kanlı elleriyle kendi halklarının da boğazını daha fazla sıkmaya başladı. 

Dünya emekçi halkları üzerindeki sömürü ve baskıyı daha da artırırken, kendi emekçilerine verdikleri payı da giderek kısmaya, sömürü ve baskıyı artırmaya başladılar.


Eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi en temel insani sorunları çözmeye, işsizliği önlemeye yönelik, devlet bütçesinden sosyal harcamalar için ayrılan pay her geçen gün daha da azaltıldı. 

İşsizlik emperyalist ülkelerde %10’ların üzerine çıktı. 

Emeklilik yaşı yükseltildi. 

Emeklilere, yaşlılara, işsizlere, sakatlara, kimsesizlere yapılan sosyal yardımlar kısıtlandı.


Örneğin Almanya’da Ekim 96’da Alman parlamentosunca onaylanan 

"Tasarruf Paketi" adı altında alınan kararların bazıları şunlardır,

- Rapor alan personele ödenen hastalık parasından %20 kesinti yapılması

- Emeklilik yaşının erkeklerde; 2000-2002 yıllarında 63’ten 65’e
kadınlarda; 2000-2005 yıllarında 60’tan 63’e çıkarılması
ve erken emeklilik isteyenlerin ücretlerinde %3.6 kesinti yapılması.

- 1997 yılında işsizlik parası ve yardımlaşma zammı yapılması

- Sayıca on işçiden az işçi çalıştıran firmaların işçi çıkartabilmelerinin kolaylaştırılması

- Personel çıkışlarında sosyal plan ve tazminatlarda kısıtlamaya gidilmesi

- İlaç masraflarında hastaların katkı payının artırılması


Kısacası, yoksulluk, sefalet, işsizlik, artan sömürü ve baskı emperyalist devletlerde de gizleyemeyecekleri bir şekilde kendini dışa vurmaya başladı. 

Kendini dünyanın efendisi ilan eden ABD’de durum Almanya’dan daha kötüdür. 

Bugün ABD’de sağlık harcamalarında yapılan kısıtlamalar nedeniyle her yıl 40000 bebek 1 yaşına gelmeden ölmektedir. 

Tüm bu sosyal harcamalara yapılan kısıtlamaların sonucu olarak yalnızca büyük şehirlerde yoksul insanların sayısı 6 milyonun üzerindedir. 

Bugün ABD’nin içinde bulunduğu sosyal çöküntüyü rakamlarla daha fazla örnekler vererek göstermek mümkündür. 

Ama sadece intihar edenlerin sayısındaki artış bile bu çöküntüyü göstermeye yetmektedir. 

Bugün "özgürlükler" ülkesi ABD toplumsal bir bunalım içindedir. Gençler içinde intihar olayları son yıllarda da iki katına fırlarken yetişkin erkeklerin %10’nu, yetişkin kadınların %20’si bunalım sonucu intihar etmektedir.


Emperyalist devletler emekçiler üzerindeki sömürüyü artırdıkça halkta oluşan memnuniyetsizliği bastırabilmek için daha fazla baskı ve şiddete başvurmaktadır. 

ABD’de şehirlere yapılan federal yardım %60 azaltılırken hapishane yapımı için bütçeden ayrılan pay %73 artırılmıştır. 

Diğer emperyalist devletlerde de durum aşağı yukarı aynıdır. Kanada’da açlar restoranlara saldırırken; Japonya’da barakalarda yaşamak zorunda kalanların sayısı her geçen gün artmaktadır. İngiltere okulları kapatıp öğretmenlerin işine son verip, fabrikalarda işçileri kitlesel şekilde işten atmakta; Fransa memur maaşlarını dondurmakta, aynı şekilde işçiler toplu şekilde işten çıkarılmaktadır. Sömürü ve baskıya karşı kitlelerin eylemlerinin bir süreklilik kazanmasının ardında Avrupa ülkelerinde faşizmin yeniden yükselişe geçmesi, faşist saldırıların ve yabancı düşmanlığının artması, emperyalizmin içinde bulunduğu krizin açık bir göstergesidir.

Emperyalist devletler, kitlelerin bilinçlerini bulandırmak, tepkilerini başka kanallara yöneltmek için yabancıları hedef göstermektedir. Ülkedeki açlıktan yoksulluktan, işsizlikten yabancıları sorumlu tutmaktadırlar. Yine yalan ve demagojilerle halkları aldatmaya, birbirine kırdırmaya, faşist saldırıları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Bunlardan biri de SAVAŞ çıkarmaktır.

Ama tüm bu çabalar, hangi milliyetten olursa olsun emperyalist ülkelerdeki tüm emekçiler birlik ve dayanışma içine girerek saldırıları geri püskürtmüştür. 

Emekçilerin memnuniyetsizliği ve artan kitlesel eylemlerin ardından korkuya kapılan olmayan partileri iktidara getirerek kitlelerin öfkesini yumuşatmaya çalışmıştır. 

Bu da emekçilerin öfkesini dindirememiştir. 

Japonya’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan ABD’ye grevler, mitingler, sık sık polisler çatışmaya varan sokak gösterileri bu ülkelerin değişmeyen gündemlerinden biri olmuştur.


Bu gelişmeler emperyalizmin korkusunu büyütmektedir. Dünya bankası başkanı James Wolfensohn yaptığı bir açıklamada: "Bir saatli bombayla yaşıyoruz" dedikten sonra "Dünyada 3 milyar insanın günde 2 dolardan az, 1.3 milyar insanın 1 dolardan az parayla yaşadığını..." söyleyerek bu saatli bombanın patlamasından duyduğu korkuyu dile getiriyordu. 

Bu korku boşuna değildir. 

Çünkü korktukları başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır.


Emperyalistler kitabından....




THERE IS NO DEBT, MONEY IS FICTION
CAPITALISM IS OVER , IF YOU WANT IT.




*************2013 'TE DİBE VURDULAR *************




BATI TÜRKLERDEN NEDEN NEFRET EDİYOR?








Hitler'in zulmünden kaçarak ülkemize sığınan ve İstanbul Üni.öğretim üyeliği yapan, Yahudi asıllı Prof.Dr.Neumark ile bir kısım öğrenci Boğaziçinde gezintiye çıkar. Öğrencilerden biri Neumark'a şu soruyu sorar:

"Avrupa bizi neden sevmez?"

Neumark şu yanıtı verir:

"Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. 

Nedenine gelince :

- Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama faraza laik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.

- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındalar : Tarihten Türkler çıkarılırsa tarih kalmaz. OSmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkar ise, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

- Avrupa'nın pazarı idiniz, Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.

- En az dört yüzyıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

- Selçuklular anadolu'yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanlar'ı Haçlı Ordusuna mezar ettiler.

- Sizi silahla yenemeyenler sizleri kendilerine benzeterek egemenlik sağladılar.

- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı İslamiyet uğruna her şeyini feda etti...Vehabbiliği kuranlar, İngiliz Dominyon Bakanlığı'nın adamlarıdır...Batı, her yerde İslamiyeti sapık inançlara kanalize etti.

- Kilise, size kan kusturmaktadır ve nedenleri yukarıda anlattığım gibidir.

.....

Halil İnalcık 2003 te düzenlenen törende:

"Batı'nın şimdiki tavrı 1850'den başlayan "Şark Meselesi" alışkanlıklarının değişmediğini göstermektedir. Batı bugün de Türkiye'yi kendi politikaları çizgisinde yürümeye zorlamak için etnik ayrılıkları kışkırtarak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, müdahaleci, vesayetçi baskı metodlarını, başka bir kamuflaj altında devam ettirmek peşindedir. 

Batı, bütün bunları "Islahat Fermanı" zamanındaki gibi, Türkiye'nin Batı hukuku ve insan hakları standartlarına uygun hale getirilmesi için yapmak gerekliliğine bizi inandırmak istiyor... Yanılmayalım, strateji bakımından dünyanın nazik bir yerini işgal eden Türkiye, dünya milletleri arasında yanlız bir ülkedir. Tarihten gelen dinmez bir husumetin daima hedefi olmuştur, olmaktadır... 

Bu tarihin bize bıraktığı alınyazıdır. Mustafa Kemal, Osmanlı'yı tarihe gömmüş, tam bir inançla Batı'ya dönmüş, fakat yine de o tarihi kin ve düşmanlığı yenememiştir. 

Bugün sözde Ermeni davası, Batı parlamentolarında ayakta alkışlanarak benimseniyorsa, bu sadece bize tarihi husumet psikozunun asla ölmediğini gösteriyor..."

....

Prof.Niyazi Berkes : 

"Batı tarihçiliği iki tür benciliğin hala etkisi altındadır : Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism) , diğeri ırk bencilliği ( Ethocentrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi "Türk"tür.

Tüm nesnellik ölçüleri, konu "Türk"e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. "Türk"ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı bir şey görmez.

Onlar için bunlar , evrensel gerçeklerdir. "Türk", Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. Batılı tarihçi bu konuda istediği gibi konuşabilir."

...

1932 yılında toplanan ilk Tarih Kongresine katılan yaşlı delegelerden İhsan Şerif Bey:

"Kırkbeş yıldır tarih okutuyorum. Bu uzun zamanın her yılında, benim için çok üzüntülü günlerim vardır. Bu günler, dersimin, Türkler konusuna geldiği günlerdir. Anlatış biçimim cansızdır, coşkusuzdur, yavandır. 

Nedeni, Orta Asya yaylasına, binlerce yıllık o ata yurduna ilişkin benim de diğer meslektaşlarım gibi , pek az şey bilmem idi. O günlerde çalışır, uğraşır, biraz coşku duymak için yiyekcekmiş gibi kitaplara sarılırdım. Saatler geçer, sonunda yorgun, kötümser ve üzgün kalırdır.... 

Artık o sihirli hazinenin büyüsü bozuldu. Anahtarın sahibi eline aldı; hazineyi açtı. Yüzyıllardan beri özlemini çektiğimiz binlerce belgeyi, binlerce kanıtı demet demet, kucak kucak, evrenin yararlanma alanına saçtı. 

Büyük Gazi, ölmez Söylev'i ile genç, yaşlı bütün Türkler'i vatan ve görev aşkına inandırmıştır. Şimdi Türk'ün tarihini, bütün Türk ırkının geçmişini, durumunu, geleceğini, bilim aydınlığı ile parlattı."



Yukarıdaki yazılar Vural Savaş'ın "Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla" kitabından alıntıdır. Sadece Aşk,şiir,müzik değil, Türkiye ve Emperyalizm de anlatılıyor. Tavsiye ederim.

Ve İhsan Şerif Bey'in yıllar önce ifade ettiği, 
"Hazinenin anahtarı artık sahibinin elinde" 
lafına bir ekleme yapmak istiyorum :

 İNTERNET ve DİJİTALE GEÇMİŞ TÜM YAZILAR/MAKALELER/KİTAPLAR AŞKINA....
EVRENİN ANAHTARI ELİMİZDE.


Saygılar
SB.






____________








12 Kasım 2013 Salı

Türkiye’de Amerikancılık Nasıl Başladı?







Bir bugüne, bir de geçmişe bakalım. 
Atatürk’ün 
o kendinden emin, geleceğe güvenle bakan, 
başı dik Türkiyesi nerede; 
bugünün şu süngüsü düşük, 
Avrupa Birliği’ne yamanmaya çalışan, 
başı yerde Türkiyesi nerede!


Peki bu noktaya nasıl geldik? 
Yanıt zor değil, 
çünkü “aklın ve bilim”in yolundan ayrıldık. 


Ne zaman? Atatürk aramızdan ayrılır ayrılmaz, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olması ile birlikte, Türkiye’nin yeniden emperyalist ülkelerle asimetrik ilişkiler kurmaya başlaması ile birlikte. 

Bu bağ öncelikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kuruluyor. Yazımın konusu işte budur: 



Türkiye’de Amerikancılık ne zaman ve nasıl başladı?

Bu konuda en iyi ve en yeni kaynaklardan biri, Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim 1945-1950” [Otopsi Yayınevi, İst.,2002] adlı kitabı. Makalemi yazarken, bu büyük emek ürünü kaynaktan geniş ölçüde yararlandım. 

Onun dışında M. Emin Değer’in “Oltadaki Balık Türkiye”, [Çınar Yayınları, İst., 1993] Attilâ İlhan’ın makale ve kitapları zikredilebilir. 

Ayrıca N. Berkes de anı kitabı “Unutulan Yıllar”da [İletişim Yayınları, İst., 1997] konuya geniş ölçüde yer verir.

Ben en yeni, en kapsamlı ve ayrıntılı olduğu düşüncesiyle, çerçeve olarak Çetin Yetkin’in kitabını yeğledim. Ayrıntılardan çok, olup bitenin ana hatlarını gözler önüne sermeye çalıştım. Böyle bir yaklaşım, temel değişkenleri kolay görmemizi sağlayacak. Zaten çalışmamın esas amacı da bu. Önemi de bu olacak:

Türkiye’de Amerikancılığın başlamasının ana çizgileriyle ortaya konması. Kuşkusuz, ayrıntılar konusunda başvurulacak kaynak, başta Ç. Yetkin’in kitabı olmak üzere diğer yapıtlardır.



I) Dönüşüm

Çetin Yetkin “Karşı Devrim”e, dikkatimizi bir 
“dönüşüm”e çekerek başlar: 
“Ben İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından dört gün sonra doğmuşum… Babam subay, annem öğretmendi… 

Babamın üniforması, rengiyle, biçimiyle hemen hemen 
Alman subaylarının üniformalarının eşiydi. 
Savaşın bitiminde, bu üniforma İngiliz subaylarının 
üniformalarına benzedi, daha sonra da Amerikalılar’ınkine. 

Babam önceleri çizme giyiyordu, sonra adına ‘Çörçil’ denen postal. Daha sonra bu ‘Çörçil’ler, ‘Ruzvelt’ oldu… 
Sonra günlerden bir
gün Amerikalıların Missuri savaş gemisi geldi… 
Türkiye bayram yerine dönmüştü. 
Tüm Türk ulusu kıvanç içindeydi. 

Gururlanıyorduk da. … 

Artık Rusya’dan korkmamıza gerek kalmamıştı.” 
Tarih 6 Nisan 1946’dır.



Aradan, bir yılı aşkın bir süre geçer. 
İsmet Paşa, ünlü “12 Temmuz 1947 Beyannamesi”ni 
yayınlar ve “müjde”yi verir: 


"Türkiye demokrasi rejimine geçecektir. 
Demokrasinin önündeki engeller kaldırılacaktır. "


Ne var ki aynı gün çok önemli bir gelişme daha olur: 
ABD ile bir antlaşma imzalanır.

Bu iki önemli olayın aynı güne denk gelmesi bir tesadüf müdür? Kesinlikle hayır! 

Kanıtı, son ikibuçuk yıl içinde gerçekleşen ve içinde ABD’nin yer aldığı kimi anlamlı olaylar… 


Kronolojik olarak aşağıda veriyorum.

23 Şubat 1945: ABD “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde Türkiye’ye verilen malzeme için, ABD ile 10 yıl vadeli 10 milyon dolarlık kredi antlaşması imzalandı.

12 Ekim 1945: ABD Senato üyesi Claude Pepper Çankaya’da İsmet İnönü tarafından kabul edildi.

8 Kasım 1945: İnönü’nün 1 Kasım’daki TBMM’ni açış söylevi ABD’de Congressional Record’da yayınlandı.

6 Nisan 1946: Amerikan Missuri zırhlısı ve iki savaş gemisi İstanbul Limanı’na geldi. ABD Başkanı Truman, Amerikan Ordu Günü nedeniyle yaptığı konuşmada, 

“Orta Doğu’da muazzam doğal kaynaklar vardır ve en işlek kara, hava ve deniz yolları bu bölgeden geçmektedir. Sonuç olarak bu bölgenin büyük iktisadi ve stratejik önemi vardır…. Dünya ticaret sisteminin temellerini kurmak istiyoruz. Uluslararası ilişkileri zehirleyen ve iki harp arası devrede hayat seviyesini bozan dar iktisadi milliyetçiliğe dönmek istemiyoruz” dedi. 


ABD Türkiye ile ilgilenmeye başlıyordu.


13 Nisan 1946: Hükümet, ABD’den 500 milyon dolarlık kredi istedi.

23 Kasım 1946: Bir Amerikan filosu İzmir’e geldi.

3 Mart 1947: Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması kararlaştırıldı.

11 Mart 1947: Türkiye Uluslararası İskan ve Kalkınma Bankası’na (Dünya Bankası) ve Uluslararası Para Fonu’na (IMF) katıldı.

12 Mart 1947: Türkiye Truman Doktrini kapsamına alındı.

19 Mart 1947: İstanbul’daki bazı Amerikalılar ile Türk vatandaşları Türk Amerikan Dostluk Cemiyeti kurmak için harekete geçtiler.

21 Mart 1947: ABD Temsilciler Meclisi’nde Dışişleri Bakan Yardımcısı Acheson, yardımı haklı göstermek için, Türkiye’de bir muhalefet partisinin bulunduğunu ve demokrasinin geliştiğini söyledi.

12 Nisan 1947: Türkiye’de incelemeler yapmak üzere Senatör Berkeley başkanlığında bir ABD heyeti geldi.

2 Mayıs 1947: Bir Amerikan f ilosu İstanbul’a geldi. İsmet İnönü filo komutanları ile görüşmek için Ankara’dan İstanbul’a gitti.

22 Mayıs 1947: Amerikalı General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye geldi.

24 Mayıs 1947: Kara Kuvvetleri’nde subay üniformaları Amerikan modeline göre değiştirildi.

14 Haziran 1947: Amerikan İktisadi Heyeti, Türkiye’ye geldi.
İsmet İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi’nden önce neler olmuş? 


Toparlayalım: 

Sivil ve asker Amerikan heyetleri, savaş gemileri geliyor. 
Türkiye ABD’den borç istiyor. 
IMF ve Dünya Bankasına üye oluyor. 
İki ülke arasında askerî ve ekonomik temaslar başlamış. 
Dostluk Derneği kuruluyor. 
Türk subayları Amerikan tipi üniformalar giyiyor. 
İş çoktan kotarılmaya başlamış!




II) Mandacılara İade-i İtibar

Kanıtları olan bir gerçektir: İsmet İnönü, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadan önceki günlerde “Amerikan mandacısı”ydı. Kâzım Karabekir’e yolladığı bir mektupta tek kurtuluş yolunun “Amerikan mandası” olduğunu açıkça yazmıştır (Yetkin, 2002: 28).

“İhtilaf ve nifak, esasında şahsiyetten doğmuştu” sözleri ise, İsmet İnönü’nün temelde Atatürk ile görüş birliği içinde bulunmadığının kanıtıdır. Çünkü ona göre, Atatürk’ün, mandacılık, hilaf et, saltanat, ve benzeri konularda eleştirerek çevresinden uzaklaştırdığı kişilere karşı olan tutumu; “şahsiyetten”, yani kişisel çekişmelerden doğuyordu. Mandacı, hilafetçi, saltanatçı olmak hiç de önemli değildi.

İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olunca yeni bir dönem başlatmıştır. “Gazi Mustafa Kemal Paşa dönemi”ni kapatmış, o dönemin önde gelen kişilerini tasfiye etmiştir (Yetkin, 2002: 58). 

Yeni gözdeler “mandacılar”dır!

Bu hüküm günümüzün birçok Atatürkçüsü için şaşırtıcı ve üzücüdür. Ç. Yetkin burada Atatürkçülerin, içine düşebileceği ikilemi şöyle çözüyor: 

“İnönü’nün sonradan Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılması, kahraman bir komutan olması, onun ulusal bir yıkım anında umutsuzluğa düşecek bir kişi olmuş bulunduğu gerçeğini değiştirmez. Acaba, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde denize düşen yılana sarılır gibi, ülkeyi Amerikan emperyalizmine açmasında aynı duygu ve aynı umutsuzluk etkili olmuş mudur?”

“Gözde”lere örnekler verilebilir, mesela H. Edip Adıvar… 

Atatürk Sivas Kongresi hazırlıkları sırasında Halide Edip’ten aldığı ve “Amerikan mandasının zorunlu olduğu” vurgulanan 10 Ağustos 1919 tarihli mektuba Nutuk’ta özellikle yer vermiştir. 

Halide Edip, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu sırasındaki tutumu ve devrimlere karşı oluşu yüzünden de Atatürk’le ters düşmüştü.

“Birinci sınıf Amerikancı” olan Halide Edip’in, Sivas Kongresi’nden bir bağımsızlık savaşı kararı çıkmasını engellemek amacı ile, Atatürk’e yolladığı 10 Ağustos 1919 günlü mektup; 

Sultan Ahmet Meydanı’nda halkı coşturan, daha sonra da Ankara’ya geçen ve bu nedenle de “bir kahramanmış gibi algılanan” Halide Edip’in gerçek kimliğini ortaya koyan belgelerden yalnızca biridir. 

Onun “Amerikan sevdası”nın başka bir kanıtı gerçekten “itici”dir. Şöyle ki romanlarında işlediği konulardan biri, Türk kadınlarının yabancı erkeklerle evlenmeleri ya da onların metresleri olmalarıdır. 

Dahası, Türk ana ve babadan doğacak çocuk kız olursa adının Dolly Şadiye, erkek olursa George Halim konulmasını ister.

İnönü, “kırgınlıkları giderme” siyaseti çerçevesinde, birçokları arasında, Halide Edip’i de vatana kazandırdı, hattâ onurlandırdı. Üniversitede İngiliz Edebiyatı profesörlüğüne atanmasını sağladı (Yetkin, 2002:52-55).



III) ABD’nin Silahı: Demokratik Rejim

II. Dünya Savaşı sona ermiştir. ABD dünyaya yeni bir düzen vermek istemektedir. Ancak güçlü bir “uluslararası ideolojik silah”a ihtiyacı vardı.

Aradığı silahı bulması uzun sürmez.

İngiltere ve Amerika’ya göre Savaş “anti-demokratik rejimlere sahip ülkelerin saldırgan politikaları” yüzünden çıkmıştı. Öyleyse yapılacak iş şuydu: 

Dünyadaki tüm anti-demokratik rejimlere, diktatörlüklere son verilmeli, her ulus dilediği yönetim biçimini seçebilmeliydi. 

Böylece “ana-oğul” yani İngiltere ve ABD dünya siyaseti olarak şu hedef i ortaya sürdüler: Dünyada “özgürlükçü ve demokratik bir devletler topluluğu”nu gerçekleştirmek 

(Gökkubbenin altında yeni bir şey yok: Bugünün dünya olaylarını yakından izleyenler herhalde bağlantıyı kurmakta gecikmediler. Ana-oğul, İngiltere ve ABD, bugün de aynı siyaseti uyguluyorlar).

“Özgürlükçü ve demokratik bir devletler topluluğu” hedef i, aranan “ideolojik silah”ı da kendi içinde barındırıyordu: Demokratik rejim! 

Araç bulunmuştu, dünya ülkelerine, yapıları ve dayanma yetenekleri hesaba katılmaksızın, “demokratik rejim” dayatılacaktı. 


Bu talep, görünürdeki amaç olacaktı; 
asıl amaç bunun ardına gizlenecekti. 

“Demokratik rejim” dayatması Amerikan oligarşisine, asıl gizli niyetini, istediği “küresel düzen”i gerçekleştirme yolunu açacaktı. 

Ülkelerin kamu oyları da -günümüzde olduğu gibi- türlü propagandalarla bu “ideal”e, taparcasına inandırılacaktı 

(Strateji günümüzde de aynı. Büyük devletler daima yeni ideolojik silahlar bulabiliyorlar. Demokrasiyi bir “Truva Atı” olarak kullanmaktan vazgeçmiş değiller. Ona ek olarak “yeni görüş” ve “yeni ideal”ler uydurdular: Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni, Avrupa Birliği, Büyük Ortadoğu Projesi gibi).



ABD’nin yeni dünya stratejisi karşısında, 
acaba o zamanki Türkiye’nin konumu neydi?

Kuşkusuz, Türkiye’nin rejimi Amerika’nın bakış açısından hiç de “demokratik” değildi. 

Milli Şef , “düpedüz bir diktatördü ve ülkede demokrasiden eser yoktu!” 

Yeni stratejisi göz önüne alınınca, doğal olarak karşı taraf boş durmayacaktı ve nitekim de öyle oldu.

ABD İktisadî Harp Dairesi Türkiye’nin “dost olmayan ülke” statüsüne alınmasını isterken, İngiliz BBC radyosu da Türkiye’yi demokrasi açısından yerden yere vuran bir dizi program yayınlıyordu. 

Türkiye karşıtı hava öylesine güçlüydü ki, olumsuz tutum Türkiye çok partili düzene geçtikten sonra bile bitmedi. 

Örneğin
1947’de, Amerikan Kongresi komisyonlarında, Temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da, Truman Doktrini’ne Türkiye açısından çok ağır eleştiriler yöneltildi. 

Örnekler verelim: Türkiye’ye yapılacak yardım, muhalefetin ezilmesi için kullanılacak. Ülkenin insan hak ve özgürlüklerini tanımayan otokratik yönetimi güçlenecek.

Türkiye savaşta Nazilere yakınlık gösterdi; bu nedenle böyle bir yardım Birleşmiş Milletler ülküsüne aykırıdır.

Yardım ancak Türkiye tam anlamıyla demokratikleştikten sonra yapılmalıdır.



IV) Türkiye Cephesinde Durum

ABD’nin hedeflerinden biri, kuşkusuz Türkiye idi.

Daha önce,1923-1938 döneminde -eş deyimle Atatürk döneminde- Türkiye’nin Batı ile ilişkileri normal düzeydeydi. Sıkı ilişkiler söz konusu değildi, özellikle de Türkiye ile Amerika arasında… 

Buna karşılık II. Dünya Savaşı bitiminde durum değişmişti: 

Türk devlet adamlarına göre koşullar, Türkiye’nin, “başta ABD olmak üzere Batı’ya tümüyle bağlanması gerektiğini” gösteriyordu. 

Ne var ki o ülkeler de, yukarda belirtilen nedenlerle, Türkiye’ye hiç de olumlu gözle bakmıyordu. Peki, Türkiye bu hasmane tutumu nasıl önleyebilirdi? 

Bunun yolu, olumsuzluğun görünen sebebini, yani “antidemokratik
yapı”yı ortadan kaldırmaktı. Özellikle Millî Şef ne denli Batı demokrasisi yanlısı olduğunu Batıya göstermeliydi. Durum açıktı: 

Demokratik düzene geçilecekti. Yoksa Türkiye kurulmakta olan yeni dünya düzeninden dışlanır, hattâ varlığını sürdürmesi olanaksız hale gelirdi (Yetkin, 2002: 157, 150)

Kısacası “Amerika’nın çağrısı”na olumlu sinyal verilmeli, dış dayatmaya boyun eğilmeliydi.

Ayrıca İnönü Türkiye’nin SSCB karşısındaki yalnızlığı ve bu devletin “talepler”i karşısında, İngiltere’nin ve Amerika’nın yardımına gereksinmesi olduğunu düşünüyordu. 

Nitekim Dış İşleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin şöyle diyordu: 

“Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa esenliğe kavuşabilir.” 

Anlaşılıyor ki, bu görüş Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından da benimsenmişti. Türkiye’nin yeniden Batıya bağlanışı, yalnız İsmet Paşa’nın değil, aynı zamanda yakın
çevresinin eseriydi.

SSCB, 1945 yılı içinde, önce 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşması’nı feshettiğini bildirmiş, ardından bir nota vererek, üs ve toprak içeren bir takım isteklerde bulunmuştu. 

Ç. Yetkin’e göre SSCB, isteklerini öne sürmeden önce, ABD’nin ve İngiltere’nin Türkiye’ye karşı besledikleri olumsuz düşünce ve duyguları değerlendirmiş bulunuyordu .

İş bununla bitmiyordu: Bütün bu olumsuzluklara, Sovyet tehdidi nedeniyle silah altındaki asker sayısını azaltamayan Türkiye’nin katlandığı ekonomik yük ekleniyordu. Bu açıdan da tek çare, “Sovyetler’e karşı Amerika ve İngiltere’nin desteğini sağlamaktı.”

ABD sonuçtan memnundu: 

İdeolojik silah sonuç veriyordu. “Truva Atı demokrasi” işe yarayacaktı. Tabii, işini sağlam da tuttu: 

Yapacağı mâli yardımı “demokrasi” koşuluna bağladı. Zaten bu, bütün zamanların değişmez yöntemidir: Emperyalizm, avını parayla avlar.



V) Doğal Sonuç: Paslaşma Başlıyor

Öyle anlaşılıyor ki buzlar, Milli Şef ’in 1 Kasım 1945 söylevi ile çözülmeye başladı. İnönü, söylevinde, Türkiye’nin savaş boyunca hep müttefiklerin safında olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu:

“…Demokratik karakter bütün cumhuriyet devrinde ilke olarak muhafaza olunmuştur. Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır… Ülkenin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.”

İnönü’nün bu sözleri hedefini buldu. Çünkü, ABD South Dakota temsilcisi, Karl E. Mundt, İnönü’nün söylevini Amerikan Kongresi’nde okuyacak ve söylev metni Mundt’un olumlu yorumu ile birlikte “Congressional Record”un 8 Kasım 1945 günlü sayısında yayınlanacaktır. 

Ç. Yetkin’in vurguladığı gibi İnönü’nün bu söylevi “ülkemizde çok partili ‘demokratik’ düzene geçişin temeli” olmuştur. 

Asım Us ise şu anlamlı savı ileri sürüyor: Bir süre önce Türkiye’ye gelen Amerikan Senato üyesi, İnönü’den, böyle bir demeçte bulunmasını istemişti. 1 Kasım nutku, bu isteğin yerine getirilmesidir (“Paslaşma hipotezi” lehinde bir kanıt!).

Bundan başka, başta İnönü olmak üzere, Sadi Irmak, H. Cahit Yalçın, F. Rıfkı Atay, A. Şükrü Esmer, E. İzzet Benice, Burhan Belge gibi CHP’li yazar ve sözcüler; Türkiye’deki demokratikleşme çabalarını ABD’ye duyurmaya çalışmışlardır. 

Örneğin, Türkiye’ye ve Yunanistan’a askeri yardım yapılmasına ilişkin yasanın Truman tarafından imzalanması üzerine, İnönü Amerikan halkına bir “mesaj” yayınlıyor ve şöyle diyordu:

“Yardım, milletimizin ispat ettiği yüksek meziyet ve ideallerin dünya kamuoyu önünde takdir edildiğini kanıtlamıştır” (Yetkin, 2002: 163).

Rejimdeki değişikliğin Amerikan politikaları ile ilgisi, Tevfik Rüştü Aras’ın, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ile yanındakilere hitaben söylediği şu sözlerde de görülebilir:

 “Toparlanmanın tam sırasıdır beyler… Sanfransisko’da eski Cemiyet-i Akvam’ın yerine konacak bir Birleşmiş Milletler Anayasası hazırlanıyor… Demokrasi cephesi, zaferi kazanmıştır. Kurulacak yeni dünya, demokrasi dünyasıdır. Eğer biz hâlâ Milli
şeflikle avunur gidersek bizi bu teşkilata almazlar. Bir an önce girişimi ele geçirmeli ve partiyi … İsmet Paşa’nın çiftliği olmaktan kurtarmalıdır. Bunu siz yapacaksınız Fuat Beyefendi, siz yapacaksınız Emin Beyefendi. Sizin gibi ülke-sever, uyanık görüşlü insanlar yapacak.”

Nitekim Nadir Nadi de söz konusu demokrasi girişiminde dış siyasal kaygıların ön plana çıktığını, dışarıya “hoş görünmek için” biçimsel rejim değişikliğine gidildiğini söyleyecek ve çok partili düzene geçişte dünya koşullarının etkisini kabul etmemekliğin güç olduğunu belirtecektir.



VI) Batının İki Yüzü

Şu görüş kuvvetle doğru görünüyor ki Batının temel özelliklerinden biri hep ikili oynaması, daima çifte standarda başvurmasıdır. 

Avrupa’nın bütün politik ve ekonomik tarihi bu taktiğin sayısız örnekleriyle doludur .

ABD’nin İsmet Paşa ile giriştiği “demokrasi oyunu” da böyleydi. 

Şu bakımdan ki Amerika’nın asıl amacı Türkiye’nin gerçek demokrasiye kavuşarak, mutlu ve gönençli olması değildi. Asıl amacı “Truva Atı demokrasi” sayesinde, Türkiye’yi yeni kurtulduğu yarı-sömürgelik statüsüne yeniden döndürmek, onu yeniden bir pazar haline getirmek, doğal kaynaklarından yararlanmak, topraklarını askerî üs olarak kullanmaktı.

Aynı görüşü, Ç. Yetkin (2002: 179) daha geniş bir bakış açısından şöyle dile getiriyor: 

“Ne Soğuk Savaş döneminde ne de sonrasında ABD ve ortakları için, ne demokrasilerin ne de özgürlüklerin hiçbir önemi olmamıştır. Bir ülkede hangi tür rejim işlerine geliyor ise onu desteklemişlerdir. Demokratikleşmeye çabalayan ülkeler ne zaman emperyalizmin çıkarlarına dokunsalar, [o hükümetlerin] yerlerine hemen askerî diktatörlükler geçirilmiştir. Türkiye’de ele aldığımız dönemde ise ABD emperyalizminin çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi için, en uygun rejim 1945’ten başlayarak içinde bunaldığımız rejimdi. Gerektiğinde ona 27 Mayıs 1960’da, 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de yeniden biçim verdiler. ABD ve AB’nin bugün yaptığı da bundan başka bir şey değildir.”

ABD’nin bu hilekârca davranışı Türkiye’de de karşılık buluyordu: İçerde “Demokrasi” ve “özgürlük” çığlıkları atanların -ki bunların çoğu savaş zengini, karaborsacı, toprak emekçilerini sömüren ağa, yeni yetme aracı ticaret burjuvazisi idi- halkın kendi kendine yönetmesi demek olan demokrasiyi istedikleri filan yoktu.

İstedikleri, eski toplumsal düzeni sürdürerek daha da palazlanmak, zenginleşmek, iktidarda söz sahibi olabilmekti (Yetkin, 2003: 257).

Bir toparlama yapalım: İnönü ve hükümeti, Türkiye’nin Sovyet tehdidi altında olduğuna inanmaktadır. 

Hükümet , “İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle ve yönetim beceriksizliği” yüzünden, dış yardım ve destek arayışı içindedir. Tek çare vardır: Amerika’nın himayesini sağlamak! Peki nasıl? 

Şunları gerçekleştirerek:
• Amerikalılara şirin gözükmek,
• Çok partili düzene geçmek,
• ABD’nin Ortadoğu planına destek olmak,
• Türkiye’nin ABD’nin bir pazarı, hammadde kaynağı olmasına göz yummak.
• Amerika’nın düşmanı olan her şeyi ve herkesi düşman bilmek.

Bu girişimler, hemen anlaşılacağı gibi Türkiye’nin bağımsızlığı açısından çok tehlikeli şeylerdi. Zamanla öyle gelişmelere yol açtılar ki büyük bir felaket ile, Amerika’nın “Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ipotek koyması” ile sonuçlandı. 

“Millî İrade”nin yerini, Amerikan hükümetlerinin, daha doğrusu Amerikan “elit”inin iradesi aldı.

Sözde Türkiye’ye demokratik rejim gelecekti. Öyle olmadı, demokrasi sadece bir Truva Atı olarak kullanıldı.

Amerikan yönetici sınıfının iradesi Türkiye’ye o atın içinde, halkımızın bir deyişini kullanırsak “demir kırat”ın içinde sokuldu.

Kısacası, demokratik rejim, bir “karşı devrim süreci” olarak gelişti. Ç. Yetkin (2002:195) şöyle bağlıyor: 

“Ne acıdır ki, çok partili düzene geçilmekle birlikte, Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ABD’nce ipotek konulacaktır. Türkiye’nin, bugün sömürgeleşme sürecinde nerdeyse son noktaya gelmesinin temeli, 1945-1950 arasında atılmıştır.”



VII) “Türkiye: Amerikan Pazarı”

II. Dünya Savaşı sonu… 
İngiltere savaştan bitkin çıkmıştır. Bu durum, ABD için büyük fırsattır. Hemen harekete geçiyor: 

Hedef , dünya pazarlarını ve kaynaklarını ele geçirmek!

Buna karşılık ABD’nin girişimi de, Türk yöneticiler için bir fırsattır: Ne pahasına olursa olsun ABD’nin sempatisini kazanmak, onun desteğini elde etmek gerekmektedir. Çare yine hazırdır: ABD ile ticareti olabildiğince geliştirmek.

Zaten ortam öylesine “Amerikancı”dır ki Türkiye’ye gelen her Amerikan malı coşkuyla karşılanmakta,

Türkiye’nin Amerika için bir pazar durumuna sokulması büyük bir iyilik gibi gösterilmekte, iş çevreleri sevinçten uçmaktadır. Ç.Yetkin kanıt olarak Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde 20 Şubat 1946’da çıkan şu haberini gösteriyor: 

Amerika Ortadoğu Kumpanyası’nın bir şubesi olmak üzere ithalat ve ihracat işleri ile meşgul olacak bir Türk Ortadoğu şirketi kurulmuştur. Ortadoğu’yu bir Amerikan pazarı haline getirmek ve uzun vadeli krediler açmak gayesiyle kurulan bu şirket hakkındaki haber, piyasada büyük bir ilgi uyandırmıştır. Şirket, Amerikan Ortadoğu Kumpanyası’nın temsil ettiği 160 Amerikan fabrikasının tüm ürünlerini satmaya yetkilidir. Böylece Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecek, bütün ihtiyaçları karşılanacaktır.

Şu ifadelere dikkat ediniz: Ortadoğu bir Amerikan pazarı haline getirilecektir! Türkiye bir Amerikan pazarı haline getirilecektir!



VIII) Missuri Nasıl Karşılandı?

İşte, tam bu ortamda Amerikalıların Missuri adlı savaş gemisi 6 Nisan 1946’da İstanbul Limanı’na demirliyor.

Missuri’nin gelmesi, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin yanında olduğu biçiminde yorumlanıyor. Öte yandan değerli “konuklar”ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar, işin ölçüsünün kaçırılmış olduğunu gösteriyordu (Yetkin, 2002: 260-262). 

Ancak önemli olan, başta İsmet Paşa, Hükümet’in, iş çevrelerinin ve diğer ilgililerin rahat bir nefes almış olmasıydı. Oluşturulmakta olan zincirin eksik bir halkası daha tamamlanıyor, “plan” aksamasına meydan verilmeden yürütülüyordu.

Acaba uçak gemisinin İstanbul’a gelişini aydınlar nasıl karşılamıştı?  Yazarlar kamu oyunu nasıl etkilemeye çalışmıştı? 

Ç. Yetkin’i izleyerek iki anlamlı örnek üzerinde yanıtlayalım, bu soruları: Ahmet Emin Yalman ve Falih Rıfkı Atay. Neden anlamlı? 

Birazdan anlayacağız.

Önce Ahmet Emin Yalman…

Yalman Amerikan gemisinin İstanbul’a gelişine en çok sevinenlerden… Gazetesi Vatan’da şöyle yazıyordu: 

“Missuri’ye … bütün dünyanın güvenine ait ortak bir silah gözüyle bakmak yerindedir… Bu koca dövüş gemisi bütün insanlara ferahlık ve güven telkin edecek bir barış bayrağıdır.” 

Yalman kamuoyuna şunu telkin etmeye çalışıyor: Missuri aynı zamanda Türkiye’nin de bir savaş silahıdır. Türkler barış ve güvenliğe onun sayesinde kavuşabilir.

Sonuç olarak Yalman “Türkiye’nin güvenliğini ABD’ye ihale etmekteydi.” Bu da olağandır. Çünkü o zaten koyu bir Amerikan yanlısı idi. Yazdıkları, özü “tam bağımsızlık” olan Kemalizmden ne kadar uzak, ne kadar habersiz olduğunu açıkça gösteriyor.

Asıl şaşırtıcı olan, Falih Rıfkı Atay’ın davranışıdır.

“Zeytin Dağı”nın, “Çankaya”nın yazarı Atay, “Missuri” başlıklı yazısında şunları söylüyordu:

 “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz: Hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan, harpsiz, saldırısız sadece
ahlâk ve kanun, bağlaşma ve antlaşmaların hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını görür…”

İnsanlar ne kadar da çabuk değişiyor! O zamanki ABD mi gerçek kimliğini gizlemekte öylesine başarılıydı?

Yoksa F. R. Atay mı ABD’yi yanlış tanıyordu? 

Atay’ın yorumları günümüzün “holding medyası” yazarlarının ABD
methiyelerinden hiç de geri kalmıyor. Durumu açıklayıcı iki faktör akla geliyor: 

Birincisi aydınlarımızın, özellikle tarih ve ekonomi alanında az
okumaları, dünya hakkında bilimsel görüş zayıf lıkları… 

İkincisi Atay’ın zaten “İnönü’nün yakın çevresi”nde bulunması Düşünce olarak, o çevrenin dışında kalamadı.

Ç. Yetkin’in (2002: 270) yorumu ise çok düşündürücü: 

“Atatürkçülüğü’ne toz kondurmayan Atay’ın, Amerikan bayrağındaki yıldızlardan birinin de Türk ulusunun talih yıldızı olduğunu yazmış olması; ülkemizde karşı devrimin daha başlangıç yıllarında ne boyutlara ulaşmış olduğunu kanıtlaması bakımından önemlidir.”

Bu yazarlar farklı politik kutuplardaydı: 

İlki, Yalman, Demokrat Parti’yi destekliyordu. 
F. R. Atay ise CHP’li idi.

Ancak bir noktada birleşiyorlardı: Amerikancılıkta! 
Her ikisi de Amerika’ya övgüler düzmekte birbiriyle yarışıyor.

Genelleme yaparsak Ç. Yetkin’in vurguladığı, şu hazin sonuçla karşılaşıyoruz: Türkiye’yi ABD’nin yörüngesine sokmakta o zamanın iktidarı da, muhalef eti de -CHP de, DP de- tam bir görüş birliği içindeydi.



IX) Aydınlarımızın Amerika Hayranlığı

Amerika hakkındaki yanlış bilginin aydınlar arasında ne kadar yaygın olduğu, dönemin siyasetçileri ile bir gazetecisinin aşağıda sunacağım görüşlerinden (Yetkin, 2002:332-346) kolayca anlaşılıyor.

Önce siyasetçiler:

• Yavuz Abadan (CHP, akademisyen): 
“Dünyanın kalkınması için zorunlu olan Amerikan yardımı, ümitsizliklerden doğacak kötülükleri önlemekle kalmayacak, uluslararası iş birliğinin kurulmasına olan inancı da artıracaktır.”

• Ahmet Şükrü Esmer (CHP, akademisyen): 
“Amerikalılarla ilişkilerimiz yenidir. Fakat bütün temaslarımızda onları iyi niyetli ve temiz duygulu insanlar olarak tanıdık.”

• Hamdullah Suphi Tanrıöver (CHP, hatip): 
“Milletler hâlâ endişe ile bakıyor, ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var: Yine Amerika. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan. Güven nereden geliyor? Amerika’dan."  

TBMM tutanaklarına göre, Tanrıöver’in bu sözleri üzerine milletvekillerinden “bravo” sesleri yükselmiştir.

• Nihat Erim (CHP, bakan):
 “…..Maddi ilerlemeler sahasında en önde gelen millet, ruh yüksekliği bakımından da en baştadır. Gerçekten ABD’nin gerek harp içinde, gerek şu harp sonrası dünyada oynadıkları asil rol bu millet tarihinin en büyük şeref lerinden biri olarak anılacaktır … Bu siyaset ancak ve ancak yüksek bir ahlakî evrim aşamasında görülen bir siyasettir. ABD’nin yepyeni bir egemenlik, taptaze bir ekonomi anlayışının öncüsü olarak da bütün insanlık için hayırlı işler başarmak istediğini görüyor ve takdirle karşılıyoruz.” 

Meclis tutanaklarına göre, Erim’in bu sözleri de “bravo” sesleriyle karşılanmış.

• Falih Rıf kı Atay (CHP, yazar): 
“Amerika barışçı bir devlettir. Özgürlük ve hukuk temelleri üzerine dayanan bir dünya düzeni ister. Harpte ve hegemonyada menfaat aramaz…”

• Namık Zeki Aral (CHP): 
“Türkiye ile Birleşik Amerika arasında kendini gösteren sıkı bir çıkar ortaklığı, tarihin şu çok nazik ve tehlikeli anlarında ülkemiz için şüphesiz ki, talihin lütfettiği en büyük onurlardan biridir”.

• Muhittin Baha Pars (CHP): 
“Bu ses nihayet Amerika’dan peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Ruzvelt’in sesi olarak ufuklara aksetti. İnsanları tutsaklık altında bırakmayacağız diyen bu azametli ses Ruzvelt’in vatandaşlarının sesiyle birleşerek ufuklarda bağrışmalar vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silahları ellerinde olarak tutsak milletlerin yardımına koştular Peygamber gibi temiz ve kusursuz Ruzvelt’i, onun halefi olan değerli devlet adamı Truman’ı saygıyla selamlar ve Türk milletinin insanlık yolunda da, barışta da insanlığa yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”

• Fuat Köprülü (DP’nin kurucularından, daha sonra Dışişleri Bakanı): 
Birleşik Amerika’nın dünyanın hiçbir yerinde emperyalist bir gaye takip etmediği bütün siyasi hayatı ve olaylarla sabittir. Amerika’nın bütün Avrupa ve dünya milletlerine yardımı, doğrudan doğruya büyük maddi imkânlara sahip olan bu ülkenin, bütün insanlığı korkunç bir çöküntüden kurtarmak için yaptığı büyük bir fedakârlıktır. Tarihte benzeri görülmemiş bir insanî harekettir.”


Gazetecimiz ise Zekeriya Sertel.
Z. Sertel Atatürk devrimlerinin birçoğuna karşı çıkan, Türkiye’de Amerika’yı en çok yücelten, Türklere Amerikan yaşam biçimini imrenilecek bir model olarak gösteren, bu konuda en önde gelen kişilerden biri. Bakın ABD hakkında neler yazıyordu:

“Amerika özgür bir delikanlı gibidir. Ne ayaklarında geçmişin zinciri, ne de omuzlarında tarihin ağır yükü vardır. Ülke baştan başa neşe için, eğlence için, zevk için hazırlanmış gibidir. Çalışmada da öyledir. Biz işlerimizi ihtiyarlar gibi yavaş yavaş, tembel tembel, istemeye istemeye yaparız. Halbuki Amerika’da iş içinde iş, onun
dışında sürekli bir hareket vardır.

Bizde din bizleri ahirete hazırlayan bir kurumdur. Orada din toplum hayatında önemli bir rol oynayan, bireylere dünyada başarılı olmanın yollarını gösteren sosyal bir kurumdur. Kilise hayatın içindedir. Bizde ise din bize yalnız ahiret yolunu gösteren, dünya ile ilgimizi kesmeyi öğreten bir kurumdur.”

“Türkiye’nin … kalkınma planına uzanacak en samimi yardım eli, Amerika’dan gelebilir. Amerika, İngiltere ve Rusya dahil, bütün dünyanın yardım eli beklediği bir merkez olmuştur. Para orada, makine orada, teknisyen orada toplanmıştır. Böyle bir ülkenin Türkiye’ye yardım elini uzatması bulunmaz bir nimettir. Amerika’nın başka milletlere yardım siyaseti, şimdiye kadar bildiğimiz emperyalizm siyasetine dayanmaz.

Amerika’nın başka milletlere yardım ederken takip ettiği iki gaye vardır. Biri yardım ettiği ülkenin sanayileşmesi ve bu şekilde o ülke halkının düzeyinin yükselmesi, diğeri de bu suretle tüketim gücü artan ülkenin kendisinden fazla mal alabilmesi… Yani Amerikan siyasetinde de bir pazar tutma siyaseti varsa da, bunu aynı
zamanda o ülkenin yükselmesi ile barıştırmaya çalışmaktadır.”

“Amerika’nın tek hedefi dünya barışını kurmaktır.”

“Amerika’da kaldığım 3 yıl hayatımın en önemli yıllarıdır. Ben gazeteciliği orada öğrendim. Fikirde en büyük gelişmemi orada yaptım . Hayatı orada öğrendim.”


Toparlarsak, politikacılarımızın ve aydınlarımızın hayran olup taparcasına benimsedikleri ve kaçınılmaz olarak halkımıza da aşıladıkları “Amerikan imajı” şöyledir: 

Amerika ve Amerikalılar insan üstü varlıklardır. 

“Gökten inmiş, iyilik melekleri”dir. 

Tek amaçları vardır: İnsanlığa (tabii Türklere de) yardım elini uzatmak. Öyleyse övülmeye, yüceltilmeye fazlasıyla layıktırlar.



X) Amerika Bir Ülkeye Nasıl Yerleşir?

Aydınlarımızdaki bu korkunç Amerikan hayranlığı ve teslimiyetçilik nasıl açıklanabilir? 

Kuşkusuz birçok faktör ileri sürülebilir. Ben konum gereği tek bir faktöre yer vereceğim ve diyeceğim ki bu utanılacak durum; emperyalistlerin, tabii ABD’nin, bilerek oluşturduğu bir durumdur. Daha somut bir anlatımla, Batının (Amerika’nın) “hedef -ülkelere sızma stratejisi”nin bir ürünüdür.

Strateji şöyledir:

i) Hedef -ülkenin insanlarının duygu ve düşünceleri önceden biçimlendirilir ve yönlendirilir. Öyle ki o ülke insanları kendiliklerinden, gönüllü olarak, iyi bir şey yaptıklarını sanarak ülkelerinin kapılarını emperyalist güçlere açarlar. Hatta işini bilenler “işbirlikçi” olarak, emperyalist sömürüden pay da alırlar. ABD bunu sağlamak için aşağıdaki yollara başvurur.

ii) O ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olabilecek kişileri, kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak, orada “eğitir.” Onları istediği kalıba sokar. Diğerleri için şu yolu dener: İngilizce dilde eğitim yapan ve öğrencilere kendi dünya görüşlerini aşılayan eğitim kurumları açar, kültür merkezleri kurar.

iii) Bir diğer yol da hedef -ülkede geniş bir propaganda faaliyeti başlatmaktır. Peki, neden? Halkı, özellikle aydınları kendi ideolojilerini benimseyecek, çıkarlarını koruyacak şekilde yoğurmak için. Bu amaçla kitle iletişim araçlarını kullanır. Ülkenin iletişim merkezlerini kendi denetimine alır. Bu mümkün değilse yukardaki yollardan “eğitilmesini” sağladığı kişilerin yönetiminde bulunmasını sağlar. 1940’lı yıllarda kitle iletişiminin başlıca ortamı “yazılı basın”dı. Demek ki ABD’nin teknikleri -diğer etmenlerin rolünü yadsımamak kaydıyla- başarılı olmuştur.

iv) Bir yol da “yardım”da bulunulan ülkenin, ABD’nin propagandasını yapmasıdır. Nitekim ABD ile Türkiye arasında yapılan bir antlaşmada, Amerika’nın propagandasının Türk hükümetince sağlanacağına ilişkin bir madde vardır (Yetkin, 2002 :348).

v) Son ve çok etkili bir yol da tasarruf düzeyi düşük ülkeleri yardımla, kredi ile avlamaktır. Bunların borçlanması teşvik edilir. Koşullar iyice olgunlaşınca, yeni kredilerin açılması politik ve ekonomik koşullara bağlanır. Bu koşullar borç alan ülkenin ekonomik ve politik bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına yöneliktir.



XI) Bağımlılığa Giden Yollar

Yukarda açıkladığım emperyalist sızma süreci, kurban seçilen ülkenin bağımsızlığının (istiklâlinin) yok olmasıyla sonuçlanır. 

Aslında bu süreç çok daha büyük bir mekanizmanın sadece bir kısmıdır. Söz konusu mekanizmayı bir bütün olarak açıklamakta yarar görüyorum. Bağımsızlığı yok eden, onun yerine uyduluk
(bağımlılık) oluşturan mekanizma aşağıdaki yollardan oluşuyor (C.Dura, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri, 2002, ss.22-23):

a) Ülke fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir.

b) Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adli ve öbür alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır (Bugün ABD Irak’ta bu yolu deniyor).

c) Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir (Osmanlı’nın son yüzyılında uygulandı. Günümüzde de uygulanıyor).


Atatürk bu kişilere karşı bizi şöyle uyarır:

 “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. 

Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. 

O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.”


d) Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “az bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna razı etmeye çalışırlar. 

Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf , Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir.

Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. 

Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir toplum; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla
uğraşmak zorunda kalır.

e) Bağımlı duruma getirilen toplum, artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına asla göz yummaz.

f ) Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon) yoluyla, yurttaşların kafaları sistemli ve sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. 

Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığa kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar.

g) Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. 

Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askeri üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır (Bu ve önceki teknikler Türkiye’de uygulandı ve netice alındı).



XII) Türkiye Amerikan Yörüngesinde

Amerikancılık ilk etkiler olarak Türkiye’de hangi sonuçları doğurdu? Bunları aşağıdaki gibi toparlayabiliriz (Yetkin, 2002: 174, 271, 337):

• “Çok partili düzen”e geçildi. Ancak Türk solunun bir siyasal parti olarak örgütlenmesi engellendi. Bununla da yetinilmedi: Sol’a karşı acımasız bir baskı uygulandı. İnönü’nün İç işleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, sol görüşlere ve bu yönde yayın yapan yayın organlarına göz açtırmadı.

• Muhalefet partisi olarak yalnızca Demokrat Parti (DP) korundu ve büyütüldü. Bu parti de sırtını ABD’ye dayamıştı. Doğal olarak çok geçmeden, 1950’de iktidar da oldu.

• Devletçilik gözden düşürüldü, liberalizm öne geçirildi.

• Türk ekonomisi Amerikan malları için bir pazar olmaya başladı.

• ABD ile yapılan yardım antlaşmaları Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin kıskacına soktu.

• Türkiye yağmurdan kaçayım derken doluya tutuldu; Sovyet tehdidi derken, Amerikan askerî tesislerinin işgaline uğradı.

• Toprak reformu rafa kaldırıldı, Köy Enstitüleri zararlı kuruluşlar sayılmaya başladı. Çok geçmeden, İ. İnönü’nün, H. Ali Yücel’in yerine getirdiği Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle Köy Enstitüleri yerle bir edildi.

• Türkiye ABD’nin isteklerine göre şekillendi ve yeniden yapılandırıldı.

“Ordudan eğitime, ulaşımdan devletçiliğe… her şey Amerika’nın buyruklarına, gönderdiği uzmanların istek ve planlarına göre biçimlendirilmeye” başlandı. 

Örneğin, Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın çalışma yaşamına düzen
getirirken yaptığı şey, ABD’nin eline sıkıştırdığı programı uygulamaktan ibaretti.

• Türkiye IMF ile tanıştırıldı. 7 Eylül 1946’da, IMF’nin isteğiyle Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyon yapıldı. Devalüasyon oranı yaklaşık yüzde 100’dür. Türkiye’nin IMF ile ilişkiye girmesi, kuşkusuz ABD ve Türkiye arasındaki yeni oluşumdan bağımsız değildir. O da genel planın parçalarından biriydi. 

ABD böyle istiyordu, Hükümet razıydı; “ekonomi bilgisi” çok zayıf olan İsmet Paşa’ya da “peki” demek düşüyordu.

Bütün bu olumsuz gelişmelerin, Atatürk ilkeleri ile ne denli bağdaşmaz olduğu kolayca görülebilir. Onun zamanında ne yapılmışsa yıkılmış, ne yapılmışsa tersine çevrilmiştir. Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesini birkaç yurtsever aydından başka anımsayan ve anımsatan kalmamıştır. 

O yurtseverleri “bekleyen ise cezalandırılmak, hapishanelerde gün doldurmak” olmuştur (Yetkin, 2002:337).

Sonuçtan iki taraf da memnundur: 
İsmet Paşa ve takımı da, Amerika da!
Plan eksiksiz uygulanmış, hedefe ulaşılmıştır.
Türkiye artık ABD yörüngesindedir.



XIII) İlmikler Atılıyor: İkili Antlaşmalar

Eğer uygulanan planı, yani “Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme” planını bir ağa benzetirsek, ağın ilmikleri ardarda gelen, sırasıyla 1945, 1946 ve 1947’de imzalanan üç antlaşma ile atılmıştır.

A) 1945 Antlaşması: 
ABD ile Türkiye arasındaki ilk yardım antlaşmasıdır, 23 Şubat 1945’te imzalanmıştır. Antlaşma ABD’nin, “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde savaş sırasında Türkiye’ye verdiği savaş araç ve gereçleri ile ilgilidir. İki maddesi önemlidir:

• Verilen silahlar, araç ve gereçler Türkiye’nin malı değildir, gerektiğinde geri istenebilir (5. madde).

• Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sağlamakla görevli bulunduğu ve müsaade edebileceği hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir (2. madde).

Bu maddelerin anlamı şu: 

Savaş malzemesinin mülkiyeti ABD’ye aittir. Türkiye bunları yalnızca ödünç almıştır.

Karşılığında ise Amerika’ya her türlü hizmeti, kolaylığı ya da bilgiyi temin edecektir. 

Örnekler: Hava meydanları, limanlar ve yolların Amerikalılar tarafından kullanılması, Amerikalıların Türkiye’de üs ve tesis kurması… 

“Bu madde ile Türk Hükümeti, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan çok geniş bir yükümlülük altına girmiş bulunmaktadır… Amerika’nın bu antlaşmayı basamak yaparak, bundan sonraki antlaşmalarda daha fazla imtiyazlar, haklar ve tavizler kopardığı… görülecektir”(Yetkin, 2002: 349).

B) 1946 Antlaşması: İkinci yardım antlaşmasıdır. 
TBMM taraf ından 27 Şubat 1946’da onaylanmıştır. Antlaşma ile, ABD Türkiye’ye 10 milyon dolar kredi açmaktadır. Kredi 10 yılda geri ödenecektir.

Gerçekte, ortada açılmış bir kredi falan yoktur. Türkiye’ye herhangi bir para ödemesi de yapılacak değildir.

Durum şudur: ABD’nin elinde İkinci Dünya Savaşı’ndan arta kalan silahlar, savaş araç ve gereçleri vardı.

Türkiye söz konusu malzemeden satın alabilecek, aldıklarının bedelini taksitle ödeyecekti. Borcunu Türk Lirası olarak da ödeyebilirdi. Bu takdirde ABD bu parayı Türkiye’de harcayabilecekti. Peki, hangi amaçlarla?

Burası önemli: Kültürel, eğitsel ve insanî gayelerle! Bunlar kuşkusuz ABD’nin “Türkiye’ye sızma stratejisi” ile ilgilidir ve bu stratejinin finanse edilmesi söz konusudur.

Aynı konuda Haydar Tunçkanat’ın değerlendirmesi ise şöyle: 

“Türkiye’de bu parayı Amerikan Hükümeti adına kullanacak kişi, diğer elçilerden farklı olarak büyük bir güç ve önem kazanmakta ayrıca Türk Hükümeti üzerinde de bir siyasal baskı aracı elde etmiş” olmaktaydı. (Yetkin, 2002 :350)

C) 1947 Antlaşması (Truman Doktrini): 
Türkiye’nin yazgısını değiştiren asıl antlaşma, budur (Yetkin, 2002:351-357).

Tarih 12 Mart 1947… ABD Başkanı Truman bir konuşmasında şunları söylüyor:

 “Yunanistan’ın komşusu Türkiye de dikkatimizi gerektirmektedir. Türkiye’nin bağımsız ve ekonomik olarak sağlıklı bir devlet olarak bekası, barışa bağlı bütün dünya milletleri için Yunanistan’dan daha az önemli değildir.” 

Türkiye’de hükümet, Başbakan Recep Peker, kuşkusuz İ. İnönü de bu konuşmadan çok memnun kalmıştı.

Aradan yalnızca dört ay geçiyor. Tarih 12 Temmuz 1947… 
İnönü’nün ünlü bildirisinin de tarihi!… 

Türkiye için örülen ağ’a karşılıklı olarak birer ilmik daha atılıyor: Truman Doktrini, Türkiye adına Dışişleri Başkanı Hasan Saka’nın, ABD adına da Ankara Büyükelçisi Edwin C. Wilson’ın imzaladığı bir antlaşma ile uygulamaya konuyor.

Antlaşmanın hükümlerini görelim.

• Önce, antlaşmanın neden imzalandığı açıklanıyor (1. Madde): Türkiye Hükümeti; Türkiye’nin özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomik istikrarını sürdürmek amacıyla, ABD hükümetinden yardım istemiştir.

• Örgütlenme (2. madde): Türkiye’de yardımın kullanılmasını denetleyecek, koşullarını belirleyecek, Amerikalılardan oluşan bir kurul görev yapacaktır. Kurul başkanının adı, “Misyon Şef i”dir. Türk Hükümeti bu kurula her türlü kolaylığı gösterecektir. Bu madde, “doğrudan doğruya Türkiye’nin iç işlerine karışmak” demekti.

• Gözlem ve propaganda (3. madde): Amerika Birleşik Devletleri basın ve radyo temsilcilerinin, bu yardımın kullanılışını serbestçe gözlemlemelerine ve gözlemlerini tam olarak bildirmelerine müsaade edilecektir. Türkiye Hükümeti; yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı olarak yayın yapacaktır.

Ç. Yetkin 3. maddeyi şöyle yorumluyor: 1. fıkra yalnız Amerikalı gazetecilere tanınmış bir çeşit “kapitülasyon”dan başka bir şey değildir. 2. fıkra ise Amerika’nın propagandasını yapmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir görev olarak veriyor.

• Her şey Amerika’nın çıkarları için (4. madde): Antlaşmanın “en can alıcı” maddesidir. 

ABD yaptığı yardımın üzerinde, kendi çıkarları yönünde ipotek oluşturuyor. Türkiye bu yardımı almıştır ama, esas olan ABD’nin güvenliğidir ve yardım esas itibariyle bu amaçla kullanılacaktır: 

“Türk Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu gayeler yolunda kullanacaktır. Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti’nin muvaf akati olmadan bu türden hiçbir madde ve bilgilerin mülkiyet ve zilyetliğini devredemez. Aynı muvafakat olmadan subay, memur veya görevli sıfatını taşımayan bir kimseye açıklanmasına, maddeler ve bilgilerin verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir.”

Türkiye -artık muhalefete düşmüş İsmet İnönü de- bu ifadelerin acı anlamını yıllar sonra, Kıbrıs’a çıkarma yapılması girişimi sırasında ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın 3 Haziran 1964 tarihli, uzun süre kamuoyundan gizlenen mektubuyla öğrenecektir. 

Ancak bugünkü perişan halimiz gösteriyor ki bundan da ders alınmamıştır.

Başımıza geçirilen çuvalları da kuzu kuzu sineye çekiyoruz.

Oldukça kaba bir üslupla yazılmış olan mektupta şöyle deniyordu:

“Türkiye ile mevcut 1947 tarihli antlaşmanın 4. Maddesi gereğince askeri yardımın, veriliş amaçlarından ayrı gayelerde kullanılması için ABD’nin muvaf akatının alınması gerekmektedir… Mevcut koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına ABD muvafakat etmemektedir.”


Bu ifadelerin somut anlamı ne? Amerikan Başkanı neyi ima ediyor?

Çetin Yetkin’in yorumuna başvuralım: 

1947 antlaşması ile sağlanan askerî yardım, ancak Sovyetler’e karşı ve o da ABD’nin izin vermesi koşuluyla kullanılabilir. 

Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelen diğer tehditler ABD’yi ilgilendirmez. 

Meğer ki bu silahları kullanmak için Amerikan hükümeti izin vermiş olsun. ABD’nin kaygısı Türkiye’nin savunulması değildir. Onun gözünde Türkiye SSCB karşısında bir ileri karakoldur, bir fedai
birliğidir.

1947 Antlaşması bir “ittifak” antlaşması değil, tek taraflı bir yardım uygulamasıdır. ABD, Türkiye’nin SSCB’ye karşı savunulması konusunda hiç bir yükümlülük altına girmemiştir. Yalnızca silah, malzeme ve para yardımında bulunmuştur. 

Türkiye ise, Amerikan askerî varlığına Türkiye’nin kapılarını açmış, ABD’ye ülke yönetiminin bazı alanlarında karar verme yetkisi tanımıştır. Hattâ Amerika’nın propagandasının devlet eliyle yapılması kabul etmiştir.

Truman Doktrininin uygulaması şöyle başladı (Yetkin, 2002: 358):

• 22 Mayıs 1947’de General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye de geldi. Bu kurulun onuruna Ankara Palas’ta verilen kokteyle İnönü de katıldı.

• İlk görüşmelerden sonra bu kurul üyeleri gruplara bölünerek ülke içinde inceleme gezilerine çıktılar.

• 24 Mayıs 1947’de Kara Kuvvetleri subay üniformaları, Amerikan subaylarınınki örnek alınarak değiştirildi.

• Ağustos ayı sonunda bir grup subay ABD’ye eğitim görmek üzere gönderildi. 5 Ekim 1947’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak başkanlığında general, amiral ve subaylardan oluşan bir kurul ABD’ye gitti.

• Bu arada Amerika’dan ilk parti yardım malzemesi ile yola çıkan gemilerin 15 Ekim’de İskenderun Limanı’na ulaşacakları, bu malzemenin yol yapımında kullanılacak iş makineleri olduğu, kullanacak teknisyenlerin de aynı gemilerle gelmekte oldukları haberi basında yer aldı.



XIV) N. Berkes’e Göre “Dışa Ayarlı Politika”nın Başlaması Türkiye’de Amerikancılığın, kendi deyişiyle 
“dışa ayarlı politika”nın nasıl başladığını 
bir de Niyazi Berkes’den dinleyelim
[Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İst., 1997, çeşitli sayf alar]:

N. Berkes’e göre (ss.192-194) Türkiye’nin 2. Dünya Harbi’ne girmesini isteyen herhangi bir devlet yoktu:  Ne Almanya, ne Rusya, ne İngiltere, hele ne de Amerika!… 

Nasıl ülkeye demokrasiyi İsmet Paşa’nın getirdiğine inandırılmışsak, savaşa da onun yüksek diplomasi becerisi sayesinde sokulmadığımıza inandırılmıştık.


Gerçekte her şeyi belirleyen, iki büyük devletti: 
İngiltere ve Almanya… 

Millî Şef ’in dehasına bağlanan tarafsızlık diplomasisinin gerçek mimarları bunlardı.

Duruma Von Papen hâkimdi! Onun istediği olacaktı ve olmuştur. Onun arzusu, Berlin’de Hitler’le kararlaştırdığı işi, yani Türkiye’nin “tarafsız” kalmasını sağlamaktı. 

İngiltere’nin istediği de buydu. Millî Şef ile Saraçoğlu’na düşen, bu iki devletin ortak isteğine göre davranmaktan ibaretti! 

Ünlü “tarafsızlık” siyasetinin aslı işte budur!

Türkiye’nin, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bağımsız bir dış siyaset uygulamak yerine, başka ülkelerin kendi çıkarlarına göre oluşturup yürüttükleri politikalara takılıp gitmesi, işte bu tarihten sonra başlamıştır.

Niyazi Berkes devam ediyor (s.198): Von Papen’in neden büyük bir Türk dostu olarak bilindiğini, ölümünden sonra onun ardından neden yalnız Türkiye’de yas tutulan yazılar kaleme alındığını anlamak kolaydır: 

Çünkü o Millî Şef hükümetine Hitler’in kuracağı Avrupa Düzeni’nde Nazi uyduluğu vâdediyordu! Bu uyduluk kısmet olmadı. Onun yerine ABD uydusu olmanın kapısı açıldı.

İsmet İnönü, Von Papen’in başına sardığı Turan serüveninin sorumluluğunu sırtından atmak için, bir “ırkçıturancı ayaklanması” keşfetmiş; buna katılanları, yalancıktan mahkûm ettirdikten ve iş unutulduktan sonra da, salıverdirmiştir. 

Böylece, bir taşla bir kaç kuş vurarak, kendisinin Turancılıkla hiçbir ilgisi olmadığı, bu gibileri sıkıyönetim karşısına çıkaracak kadar ileri kafalı olduğu inancının kafalara yerleşmesini sağlamıştır. 

İşin aslını öğrenmek için olaya daha yakından bakmanın, Nazi çöküşü üzerine Şef ’in neden o kadar çırpınırcasına Amerika uyduluğunu sağlama çabasına sarıldığını anlamamıza da katkısı olacaktır (s.240).

Bir gün Sadi Koçaş’ın da aklına şöyle bir soru gelmiş: Neden Üçüncü Dünya önderliği Tito, Nehru, Nasır gibi adamlara kaptırılmış da böyle bir önderlik Türkiye’ye nasip olmamış? 

Sorunun yanıtını, daha sonra İnönü ile yaptığı bir görüşmede bulabilmiş. Ona şu soruyu sormuş: 

“İkinci Dünya Savaşı sonunda tarafsız kalamaz ve Birleşmiş Milletler’de etrafımızda bir grup oluşturamaz mıydık, Paşam?”

İnönü’nün yanıtı şöyle:

“Mutlaka oluştururduk. Ve ben bunu planlamıştım kafamda yıllarca. Ama Stalin’in hırsı önledi. İki tehlike arasındaydık. Batıyı ehven-i şer bulduk. Halbuki en büyük şerrin “ehven-i şer” olduğunu da biliyorduk, ama başka bir şey yapmamız çok zordu.”

Berkes’e göre Şef ’in buyurduğu sözlerde tek bir gerçek var, o da kafasında bir şey planlamış olduğu…

Üçüncü Dünya ülkelerinin önderliğini düşündüğü tümden asılsızdı. O zamanlar böyle bir kavram bile yoktu. Peki, neydi kafasında planladığı şey?

Paşa’nın, kafasında tasarladığı plan şuydu (s. 304):

i) Kendi yönetimini Batıya beğendirmek;

ii) Büyük bir devletin himayesine girmek;

iii) Sorumlulukları unutturmak; barış dünyasından yeni avantajlar sağlamak;

iv) Bütün bunları zorlaştıracak engeller çıkacak olursa, o ezelî “değişmez düşman” görüşünü veryansın ettirmek (bu işi yapacak demagog kişi ve çevreler Nazi yıllarından kalma olarak bol bol vardı);

v) Daha da sıkışırsa Batı dünyasına “Türkiye içinde kızıl bir devrim tehlikesi var” izlenimini vermek ve -yeterli demokrasi kamuflajları yapıldıktan sonra- kendi rejiminin sürmesini sağlamak;

vi) Kısacası, ne yapıp yapıp tahtından inmemek. Berkes şöyle kestirip atıyor: Amerika uyduluğunun kapısını açan ne Bayar’dır, ne Menderes’tir; Millî Şef ’in ta kendisidir. O kapıyı açana değin, planladığı şeylerin kimilerini gerçekleştirmiş, kimilerini ise gerçekleştireyim derken kamuflaj uygulamalarının yanlış sonuçları yüzünden kendi partisinin içinden doğan “psikopatlar” demokrasisi tarafından tahtından indirilmiştir (ss. 303-305).

Berkes’e göre Türkiye’nin, Amerika’yı işin içine sürükleme çabaları başlangıçta sonuç vermemiştir. Milli Şef , Ankara’da Rus tehlikesi korkuları içindeyken -bir yandan da iç muhalefet “düzen”leri ile karşılaşırken- Amerika’nın kendisine ve hükümetine karşı soğuk davranmakta olduğunu gördükçe korkusundan ne yapacağını bilemiyordu. Halbuki savaş sonrası için yapılan büyük pazarlıklarda Türkiye’nin bir çekişme konusu olduğunu gösteren hiçbir belge yoktur. Türkiye 1945-1947’de dünyanın büyük sorunlu yerleri listesinde yer almamıştır (ss.330-331).

Yazarımız şöyle devam ediyor: 
Görüyorsunuz, üzerinde o zaman onca gürültü koparılan sorun; sadece ve sadece makamlarını yitirmek istemeyenlerin yalancıktan demokrasi oyununa girişerek, o mahut “tehlike” gerekçesiyle Türkiye’yi “bir ihtilâlin eşiğinde” olan bir ülke gibi göstermelerinden ibarettir. 

Türkiye’nin başında bulunmak tekelini sürdürmek isteyen bir rejim, Boğazlar’ı vesile ederek ne pahasına olursa olsun yerinde tutunmayı büyük ve güçlü bir devletin garantisine, diplomaside çok kötü bir anlamı olan himayesine (protectorate) bağlama peşindedir! (ss. 341-342)

Niyazi Berkes’e göre İsmet İnönü ABD’ye yaklaşmak için Rus tehlikesini bir koz olarak kullanmış, demokrasiye de aynı amaçla geçmiştir.

Ancak sonuç Türkiye için trajik olmuştur: Yeniden Sevr’e dönüş! Kitabından izliyoruz:

Gerçekte istenen demokrasi değildi; demokrasi görüntüsü altında, şeflik yönetiminin sürmesi için gerekli “tehlike” korkusunu sürekli kılmaktı. “Sovyet baskısı” denen şeyin de amacı üs değil, Saraçoğlu hükümetini düşürmekti. İnönü, zamanı gelince Saraçoğlu’nu da kurban verdi. 

Ne var ki, Truman doktrinin ilânına kadarki dönemde, Amerikan uyduluğunu ondan daha iyi sürdürebilecek parti olduğunu gerekli yerlere anlatabilmiş olan Demokrat Parti’nin iktidara gelişine değin, meydanı demagogların at koşturmasına bırakarak, kendi “sırça köşk”üne çekildi.

Terbiyeli, genç bir efendi görünümü veren Adnan Menderes’in, ileride nasıl iktidar koltuğunun sarhoşluğu içinde edepsizleşebilen bir politikacı olabileceğini, kendisini sevemeyen halk arasında evliyalaşabileceğini hiç ummuyordu. 

Bu demagoji aşamasına girerken, iki olasılıktan hangisinin doğrultusuna yöneldiğini göreceğiz.

Bu olasılıklardan biri “demagoji yoluyla muhalefeti yok etmek,” diğeri “onu yozlaştırma karşılığı iktidarı yitirmek”ti. Şimdiki numarası, arka plana çekilmek; demagoji alanında kendine yararlı olacak kim varsa serbest bırakmaktı. Bunlar herhangi bir eleştiriyi “Moskova ağzı ile konuşuyor” çığlığı ile ağızlara tıkayacak ve daha da ileri giderek Amerika’yı “Türkiye’de kızıl tehlike olduğuna” inandıracaklardı. Celâl Bayar, Fuat Köprülü bile böyle susturuldu (ss.342-343).

Türkiye’yi bugüne getiren yolun nasıl açıldığının en iyi izahını, bir görüşmemiz sırasında Dr. Adnan Adıvar yapmıştı. Mecliste kadroların kaldırılması için getirilen kanun tasarısının tartışılmasına başlanırken bu tasarıya karşı olduğunu belirten Adnan Adıvar, oturumu terkedip dışarı çıkarken, arkasından milletvekili arkadaşları
“Sen de mi Moskova’ya, sen de mi Moskova’ya?” diye bağırmışlar. Bunu bana anlattıktan sonra şöyle dedi:

“Niyazi bey oğlum, şu yanı başımızdaki dev ülke ile uğraşıldığı sürece, bu ülkede ne demokrasi olur, ne de özgürlük. Demagoglar boyuna onu vesile ederek bu iki davanın savunucusu olanları kolaylıkla lekeleyeceklerdir. Bir zamanlar Mustafa Kemal bu devle (Rusya ile) iyi ilişkiler kurmayı başarmıştı. İsmet’se bu işi yüzüne gözüne bulaştırdı. Şimdi bunun cezasını siz çekiyorsunuz. Bu gidişle bu memlekette biz de siz de boşuna uğraşmış olacağız”.

Bu kötümser sözleri dinlediğim zaman, kapsamını anlamamış, üstelik verdiği yargıyı doğru bulmamıştım. Sözünü ettiği İsmet Paşa’nın, bu demagojilerin hedefi olduğunu sanıyordum. Yalnız, o sözlerin Mustafa Kemal ile arası açılmış olan, yurda ancak İsmet İnönü zamanında dönebilmiş bir kişinin ağzından çıkmış olması beni hep düşündürmüştür. 

Ben bile ancak 70 yaşıma geldikten ve anılarımı, görüşlerimi yazıya dökmeye başladıktan sonradır ki Adıvar’ın verdiği yargının dayandığı mantığı kavramaya başladım. Adnan Adıvar’ın yargısı yerindeydi. 

Paşa Moskof tehlikesi oyununu, demagoglarla boy ölçüşecek oranda kullanmaya girişmekten çekinmedi. Ülkeyi, içinden kolay kolay çıkılamayacak darboğazlara getirdikten sonra, arkasında bugüne değin süren bir siyasal saçmalama, bir “sağduyu bunalımı” geleneği içinde bıraktı. 

Şefliğini sürdürebilmek için partisinin içine soktuğu “Nietzsche”ciler, Şalcı’lar, Satır’lar ve CHP’nin diğer “mezar kazıcıları” ile giriştiği direnme 1950’ye kadar sürdü.

Ülkeyi büyük bir dış sorun içine soktuktan, iç sorunlarını bir daha içinden çıkılamayacak bir karışıklık içine soktuktan sonra, bunların hepsini Demokrat Parti’ye devretti. 

Türkiye için “Manda” kapısını, onun arkasından Sevr’e giden yolun kapısını, Halk Partisi’nin “mezar kazıcıları” dediğim kişilerinin yükselttiği “Moskova’ya, Moskova’ya” haykırışları arasında ilk açmış olan Millî Şef İnönü’dür, Menderes’lerin iktidara gelişinden üç yıl önce!…

Süleyman Demirel de o yolun tutarlı bir yolcusudur. Tarihsel bilinçten yoksun sızlanmalara rağmen, söyleyeyim: 

“Nereye mi gidiyoruz?” Sevr’e!… Onun malî koşullarını
 IMF’ninkilerle karşılaştırın, yanlış söyleyip söylemediğime yine siz kendiniz karar verin (s. 479-496).



XV) N. Berkes’e Göre Truman Doktrini

N. Berkes’e göre Truman doktrini Amerikan bencilliğinin, Amerika’nın dünyayı ele geçirme tutkusunun eseridir.

Ne var ki onun bu yönü, Türk halkından gizlenmiştir. “Unutulan Yıllar” dan (ss. 381-382) özetliyorum: 

Truman Doktrini bizde Yunanistan ile Türkiye’ye bilmem kaç milyon dolar verme ve iki ülkeye yönelik -birinde “iç savaş” şeklinde, diğerinde “Boğazlar sorunu” şeklinde- ortaya çıkan Sovyet baskısına karşı bu iki ülkeyi destekleme girişimi olarak görülür. Oysa Truman Doktrini bundan çok daha kapsamlı bir doktrindir.

Truman Doktrini “ABD’nin dünya egemenliği” doktrinidir! 

Bu doktrin “özgür” ulusların özgürlük haklarına karşı Sovyet emperyalizmine çevrilmiş dinsel bir çağrıya dayanır. Çağrı şöyledir: 

Özgürlük savunuculuğu yapmak Tanrı’nın Amerikalılara verdiği bir görevdir. Tanrı, onlara, kendilerine güvenmekle Tanrı’ya güvenmenin aynı şey olduğunu buyurmuştur. Dünya ulusları ikiye ayrılır: “özgür” uluslar ve “köle” uluslar. 

Köle ulusları Tanrı’nın emrine göre özgürlüğe kavuşturmanın yolu, onlara “refah” sağlamaktır. “Refah” ise ancak “liberal” ekonomi ile sağlanabilir. 

Bu, Amerika’nın kendi liberal ekonomisinin de var olmasının temel koşuludur. Amerika, savaş sonrasının ekonomik güçlüklerinden, dünyaya Amerikan ekonomik sistemini kabul ettirmekle kurtulabilir.

1946 ilkbaharı ile 1947 yazı arasında iki ülkede olup biten başlıca olayların bir cetvelini yapın; o zaman Truman Doktrini’nin bizimkilerin ayağına kadar, nasıl geldiğini anlarsınız.

• Truman Doktrini’nin, 1918 Wilson Doktrini’ne benzer yanına kimse değinmemiştir. Bunu görmek, bizim için çok güç bir şey değil. Truman Doktrini’ne karşı hem Amerika’da hem Avrupa’da yöneltilen eleştirileri Türk basını halka yansıtmamıştır.

Amerikan bilim adamlarının eleştirilerinde Amerikan yardımının gerçek amacının despotik hattâ devletçi rejimlere karşı demokrasinin savunulması olması gerekirken, Türkiye gibi demokrasiye aykırı bir devlete yardım vermenin anlamsızlığı üzerinde durulmuştur. Fakat, bunları kaygı içinde yakından izleyen Ankara’ya göre, bunlar “Moskova ağzı” ile konuşan Türk düşmanlarıydı.

Türkiye’de insanca, uygarca bir kalkınma yoluna girilmesini bütün varlığımızla istediğimiz bir zamanda, aslında Amerika’yı tanımayan, ona düşman olan, Batıya karşı her çeşit sahtekârlığı yapmaktan çekinmeyecek olan kişilerin başlattıkları rezaletler yüzünden ne Amerikan yardımının bir faydası görülmüş, ne de çağdaş bir ulus olma uğruna yapılmış bir savaşın bizlere emanet ettiği görevler yerine getirilmiştir.

Amerika’daki son perdenin baş aktörü olan McCarthy adlı sahtekârın, kendi ülkesini ne hale getirdiğini, 13 yıl sonra Amerika’ya gittiğim zaman gördüm. Üniversitelerde bile kimse korkudan ağzını açamıyordu. Bizde Sökmensüer’lerin, Reşat Şemsettin Sirer’lerin, Sadi Irmak’ların arkasından, McCarthy’ler türedi. 

Burada, Amerika’ya kıyasla iki yıllık öncülük şerefimiz bile var.



Sonuç 

Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı” ülkemizi Kemalist Yol’dan saptırdı. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. Hem de bütün yönlerden: Askeri yönden, dış politika yönünden, ülke içinde özellikle emekçi kesimlere ve aydınlara karşı izlenen tutum açısından, kültürel yönden: 


Özetle 1923-1938 Türkiyesi’nde, 
Atatürk zamanında ne yapılmışsa hepsi yıkıldı, 
ters yüz edildi:

• Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı 
yükselebilecek sesler susturuldu.

• ABD ile başka antlaşmalar, ikili antlaşmalar yapıldı. 
Bunlarla siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülendi, 
giderek yok edildi.

• Türkiye ABD için bir hammadde deposu ve 
pazar haline getirilmeye başladı.

• Millî eğitimimiz ulusal olmaktan çıkarıldı, 
ona Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırıldı. Atatürk Devrimleri’nin birinci güvencesi olan 
Köy Enstitüleri kapatıldı. 
Yerine imam-hatip okulları açılmaya başladı.

• Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırıldı.

• Türkiye IMF’nin kıskacına sokuldu. 
Dış borçlanma başlatıldı.

• Ulaştırmada demiryolları terk edildi, 
karayoluna ağırlık verildi.

• Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde 
telkinler yapıldı.

• İrtica yeniden harekete geçti.



Atatürk’ün yolu… 
Kurtuluşa, cennete, gönenç ve onura giden yol… 
Ne büyük hatâdır ki bir süre sonra sapılıyor, o yoldan. 
Sapılan yerde, ayak izleri… 
Sapanlar bütün sonraki kuşakları, bizleri de sürükleyip götürdü. 
O izler arasında, hem de en başlarda 
“İsmet İnönü’nün ayak izleri var.”



Biz böyle deyince 
Atatürkçülüğü “laiklik ve çağdaşlık” köşesine sıkıştıranlar öfkeleniyorlar. 


“Sovyet tehdidi karşısında, başka ne yapabilirdi? Batıya sığınmaktan başka seçeneği yoktu” diyerek İsmet İnönü’yü mazur göstermeye kalkışıyorlar.

Oysa, bir seçenek daha vardı!



Atatürk, 
Nutuk’ta haykırıyor o seçeneğin ne olduğunu:


“Temel ilke Türk milletinin haysiyetli ve 
şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. 
Bu ilke ancak tam istiklâle (bağımsızlığa) sahip olmakla gerçekleştirilebilir… 
Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını 
kabul etmek, 
insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü ve 
miskinliği itiraftan başka bir şey değildir… 
Bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, 
isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine 
asla ihtimal verilemez. 
Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve yeteneği 
çok yüksek ve büyüktür. 
Böyle bir millet esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir!
Öyleyse, ya istiklâl ya ölüm!”



Atatürk’ün bütün başarısı bu formülde gizlidir.
Tabii, İnönü’nün bütün başarısızlığı da!

Prof.Dr.Cihan DURA





_______________MKA_________________