Translate

20 Nisan 2013 Cumartesi

KISSADAN HİSSE - ALGI








...







KISSADAN HİSSE - BULUNUR







Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?

Namık KEMAL




Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK




***






KISSADAN HİSSE - ERMİŞ








...





5 Nisan 2013 Cuma

KISSADAN HİSSE - TESTİCİ







***



KISSADAN HİSSE - ÖĞRETMEK VE ÖĞRENMEK






Yüzyıllar önce, dünyanın ücra köşelerinden birinde bulunan bir adaya ateş, geç de olsa gitmişti. Bu adada dört ayrı kabile bulunuyor, adanın dört köşesinde birbirlerinden kopuk yaşamlarını sürdürüyorlardı. 

Adaya yakın bir kara parçasında öğrencileriyle birlikte yaşayan bir bilge bu adaya gezi düzenlemeye karar verdi. Bir gemiye bindiler, zor bir yolculuktan sonra adaya ayak bastılar. Birinci kabileye ulaştılar. 

* Bu kabilede ateşi sadece rahipler kullanabiliyordu. Bunun kendilerine verilmiş bir kutsal armağan olduğuna diğerlerini inandırmışlardı. Sadece rahipler ısınıyor ve sıcak yemek yiyordu, diğerleri donuyor ve çiğ et yiyordu.

Bilgenin öğrencilerinden biri "ben burada kalacağım ve bütün insanların ateşten faydalanmalarını sağlayacağını" dedi. 

Bilge ve diğer öğrencileri onu orada bırakıp yollarına devam ettiler, ikinci kabileye geldiler. 

* Bu kabiledeki insanlar ateşin ilahi bir güç olduğuna inanmışlardı ve ateş yakmaya yarayan bütün araçlara tapıyorlardı. Ama ateş yakan yoktu. 


Bir öğrenci "ben de burada kalıp bunlara ateş yakmayı öğreteceğim" dedi, orada kaldı, diğerleri yola devam edip üçüncü kabilenin yaşadığı yere geldi. 


* Bu kabilede, bir zamanlar ateşi adaya getiren adamın totemleri yapılmış ve her yere yerleştirilmişti. Halk ona tapıyordu. Birkaç kuşak öncesi ateşi görmüş, getiren adamın tanrı olduğuna karar verilmiş ve bu inanç yerleşmişti. Ama sonra kimse ateş yakmaya teşebbüs etmemişti. 

Öğrencilerden biri de ben burada kalacağım dedi, diğerleri dördüncü kabilenin köyüne yöneldi. 


* Dördüncü kabile de ateş yakmıyor ama ateş hakkında yayılmış abartılı söylentilere inanıyordu. Ateşin kendisi bir tür tanrı yerine konulmuştu. Ateş yakmayı kimse bilmiyor ama hep ateşin gücü hakkında hikâyeler anlatılıyordu. 

Başka bir öğrenci de bu köyde kalmak istedi. 

Bilge ve öğrencileri adayı biraz daha dolaşıp dört köyde kalan öğrencileri almak için tekrar aynı yolu izleyerek geri döndüler. 

Birinci köydeki öğrenci konuşmaya başlar başlamaz rahiplerce suçlanmış, bir yabancıya inanacağına kendi rahiplerine inanan halk da öğrenciyi yakalayıp yakmıştı. 

İkinci köydeki öğrenci, halkın tapındığı aletleri kullanarak ateş yakar yakmaz halk korkmuş, tapındıkları nesnelerin böyle kullanılmasına infial göstermiş ve öğrenciyi öldürmüşlerdi. 

Üçüncü köydeki öğrenci, bir insanın totemine tapmanın yanlışlığını belirterek söze başlayınca hemen öldürülmüştü. 

Dördüncü köydeki öğrenci de ateşin gerçekte ne olduğunu anlatmaya başladığı anda öldürülmüştü. 



Bilge ve kalan öğrenciler gemiye döndüler, denize açıldılar. Bilge bu ada gezisinin sonucunu şöyle özetledi: 





"Öğretmek bilmekten çok daha zordur. Bilmek istemeyenlere, bilgiye direnenlere bir şey öğretmek de en zorudur. Cahiller bildiklerine inanırlar ve yeni bilgilere direnirler. Ama aynı zamanda bir huzursuzluk içindedirler, bu yüzden de gerçekten bilen insanlardan nefret ederler; onları yakarlar, öldürürler..." 




yazan: ÖNEMLİ Mİ ?




***



Beyaz, ipek gibi yağdı kar






Beyaz, ipek gibi yağdı kar 
Bir kız kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde 
Arkadaşlarımı düşündüm, sevgili şeyleri 
Sanki her şey bizimle var ve bizimle olacak 
Şarkılar çaldı odalarda 
Bütün insanları sevmek gerektiğini düşündüm 
Düşmanlarımız dışında 
Düşmanlarımız çünkü 
Sevgiyi yok ettikleri için 
Düşmanımız oldular. 

Beyaz ipek gibi yağdı kar 
Bir kız kardan hafif yüreğiyle 
Geçip gitti güvercinleri anımsatarak. 
Uzaktaki şehir 
Uykuya dalmıştır şimdi. 
Düşündüm bir bir 
Kardeşlerimin ne yaptıklarını 
Nihat 
Uyumuyor olmalı. 
-Nefis bir şarkı 
Söylüyor yandaki odadaki kız 
Bir Rus 
Halk şarkısı. 
Ve şimdi koroyla 
Başladılar- 
Nihat düşünüyordur 
Karanlıkta. 
-Sanırım 
Bir saatten sonra 
Hapishanede 
Dışardan söndürüyorlar ışıkları- 

Beyaz ipek gibi yağdı kar 
Bir kız kelebek adımlarıyla 
Geçip gitti karın üzerinden. 
İnsanlar kendi şarkılarını 
Kendi hayallerini taşıyorlar. 
Çağdaş şarkılar 
Gerekli onlara 
Hem hayatlarının 
Derinliklerinden söz eden 
Gerçekleştirilmiş 
Gerçekleştirilmemiş duygularından, 
Hem 
Kavgayı ateşleyen 
Somut 
Anlaşılır 
Akıllı şarkılar. 

Beyaz, ipek gibi yağdı kar 
Acılarla dolu bu dünyaya. 
İnsafsızlık 
Vahşet 
Hala güçlü 
Ve hala iktidarda. 
İnsanlar 
Ölüyorlar. 
Gepgenç 
Sımsıcak 
Ölüyorlar 
Sanki 
Ölmüyorlarmış gibi. 
Bir yandan sürüp gidiyor 
Hayat; 
Bir yanda tel örgüler 
Parmaklıklar. 

Beyaz, ipek gibi yağdı kar 
Yağdı kirpiklerine bir kızın 
Yağdı mavi bir nehre 
Saçlarıma yağdı 
Otobüslere 
Ağaçlara 
Evlere. 
İçimden okşadım onu. 
Kelebek adımlarını 
Yanımdan geçen kızın. 
Herhangi bir kız 
Hayalleri olan. 
İstedim ki 
Daha güzel 
Olsun şu dünya. 

İstedim ki 
Beyaz 
İpek gibi yağan karın altında 
Bitsin artık 
Bu sürüp giden alçaklıklar. 
Bir bebek 
Ölüm tehdidi altında yaşamasın 
Beşiğinde. 
Ve paramparça olmasın 
Sımsıcak 
Capcanlı 
Yaşayıp giderken insanlar. 
Bırakın, beyaz 
İpek gibi yağan karın altında 
Hayallerimiz olsun. 
Yaşayalım 
Özgür 
Güzel 
Düşünceli. 
Anlatalım 
Düşündüklerimizi birbirimize. 
Sevinç egemen olsun her yerde 
İnsanca 
Bir kaygı. 

Beyaz, ipek gibi yağdı kar. 
Yağsın. 
Dünya daha güzel olacak 
İnanıyorum buna. 
Bir insan kalbinin güzelliğine 
Çocukluğuna 
Sonsuz cesaretine, olanaklılığına 
İnandığım kadar. 



ATAOL BEHRAMOĞLU


...




3 Nisan 2013 Çarşamba

CİCERO VE HAİNLİK





"Bir Ulus; kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silah ve alemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların argümanlarını kullanarak ulusun politik yapısına nüfuz eder. Bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil bile daha az korkutur!" 



Marcus Tullius Cicero (MÖ.106 - 43)













“A nation can survive its fools, and even the ambitious. But it cannot survive treason from within. An enemy at the gates is less formidable, for he is known and carries his banner openly. But the traitor moves amongst those within the gate freely, his sly whispers rustling through all the alleys, heard in the very halls of government itself. For the traitor appears not a traitor; he speaks in accents familiar to his victims, and he wears their face and their arguments, he appeals to the baseness that lies deep in the hearts of all men. He rots the soul of a nation, he works secretly and unknown in the night to undermine the pillars of the city, he infects the body politic so that it can no longer resist. A murderer is less to fear.”


Marcus Tullius Cicero (106 - 43 BC)









Sabahattin Ali




Mahpushane Türküsü

Başın öne eğilmesin 
Aldırma gönül aldırma 
Ağladığın duyulmasın 
Aldırma gönül, aldırma 

Dışarda deli dalgalar 
Gelip duvarları yalar 
Seni bu sesler oyalar 
Aldırma gönül, aldırma 

Görmesen bile denizi 
Yukarıya çevir gözü 
Deniz dibidir gökyüzü 
Aldırma gönül, aldırma 

Dertlerin kalkınca şaha 
Bir sitem yolla Allah'a 
Görecek günler var daha 
Aldırma gönül, aldırma 

Kurşun ata ata biter 
Yollar gide gide biter 
Ceza yata yata biter 
Aldırma gönül, aldırma

Sabahattin Ali



Sazara ile Hedye köyleri görünüyor, derenin yamacından. Biraz ileride, Bulgaristan sınırı. Üsküp merasında, gürgen fundalığında, sınırı geçmek için karanlığın basmasını bekliyor iki adam. Biri, kol saatini çıkarıp yere koyuyor, çantasını açıyor, içinden kitabını alıyor, altına serdiği ceketine sırtüstü uzanarak, okumaya koyuluyor. Diğeri, elinde bir sopa, titreyerek dolanıyor etrafında.

Elindeki sopayı, okuyan adamın başına üç kez vuracak olan, bir zavallı maşa, Ali Ertekin, böyle betimliyor cinayet ortamını. Şişkin çantada mevcut olması muhtemel muzur evrakı düşünüyor. Sınırdan geçireceği bu adamın, Türk milletine fenalık yapacak bir “Moskof tohumu” olduğunu... “İşte bu millî düşünce ile birdenbire irademi kaybederek...”

İstanbul Savcılığı’na, bir kırık pipo, gözlük, dolmakalem, yırtık not defteri, spor ceket, damalı pantolon gönderiliyor. “Sarımtırak saçlı” bir erkek başında, sağ cidar kemiğinde çöküntü, çöküntünün aşağı kısmında bir çatlak, frontal kemik orta kısmında bir kırık, kırığın üst kısmında çatlak, sağ arteryal çöküntünün etrafında travmatik bir nedenden oluşan kırmızılık vardır. Ve artık Sabahattin Ali yoktur.

Ali Ertekin ismi saptanmışsa da, ülkenin ilk “faili meçhul” olaylarından olan Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle başlamak, dramatik bir giriş olsun diye değildi. Sadece bu korkunç sahne bile, aralarındaki amansız mücadele sürüp giden iki kesimin net profillerini verdiği içindi. “Millî düşünce”yle parçalanan, parçalattırılan bir baştan çıkan sözlere baktıkça, bugünün aynası karşısında durduğumuzu göreceğimiz içindi. Kimi araştırmalara göre, Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’nde işkenceli sorguda öldürülmüş, olay MİT ajanı Ali Ertekin’e yüklenmişti, biliyoruz, bunun üzerinde durmadık, tarafların zihniyeti açısından bir fark yaratmadığı için.

“Biz istiyoruz ki, şu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Bir karış toprağımıza, bir tek vatandaşımıza bile göz dikilmesin. İster orduya dayanarak, ister bankaya dayanarak, ister dost görünerek, ister düşman görünerek, bu topraklarda kendi çıkarlarına yerleşmeğe uğraşanlara yüz verilmesin.”

“Emperyalizmin aleyhindeyiz” başlığında toplanan yazıların çıktığı dolmakalemdi “maktul”ün eşyaları arasında bulunan, darbeleri kim indirirse indirsin.

“Türk milletine fenalık edecek”ti, “Yurduna açık veya gizli yollardan girmek ve yerleşmek isteyen yabancılara yüz verme. Seni sömürmek ve köle etmek isteyen böyle düşmanlara karşı kafanla, kaleminle, gerekirse kanınla mücadele et” diye seslenen biri. “Üç bardak viskiye” ülkeye müşteri arayan, Amerikan himayesi savunucularına karşı, istiklal savunuculuğu, müşkül işti bu ülkede.

Yalnızca, bağımsızlıktan yana cesur çıkışları mıydı, katillerini hezeyanla titreten? Hayır. Bağımsızlık, bir sınıfsal bakışın argümanıydı temelde. O yüzden, yaşamı boyunca başına gelenlere isyanla, şöyle diyordu: “Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek, bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

Güçtü, mihnetliydi, tehlikeliydi. Güçtür, mihnetlidir, tehlikelidir.

Sabahattin Ali, dönemin “Akbaba” dergisinde, “Tan” ve Türkiye Sosyalist Partisi’nin “Gerçek” gazetelerinde, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la çıkardıkları “Marko Paşa” olarak başlayıp, her kapatılışlarında isim değiştirerek yayınını sürdürdükleri mizah gazetelerinde, “Zincirli Hürriyet”te yazdıklarıyla, iktidarın, mandacıların ve gericilerin boy hedefi olmadı yalnızca. Bir edebiyatçı olarak yapıtları, Türkiye öykü ve romanında çığır açmakla kalmıyor, kurulu düzenin çarpıcı bir görünümünü de sunuyordu. Öldürülmesi, beraberinde ağırlıklı olarak dünya görüşü üzerinde durulmasını getirdiyse, bunun, edebiyatçı olarak gücünü gölgelemesine izin vermek, büyük haksızlık olacaktır.

Sabahattin Ali, kimilerince Türkiye’nin Gorki’si olarak adlandırılmasına yol açan yapıtlarında, toplumcu gerçekçiliğin ülkemizdeki ilk örneklerini verirken, bu akımın zaman zaman düştüğü şematizmden sıyrılmasıyla da kendine has bir yer edinmişti öyküde, romanda. Gözlem gücünün ve insanlarla temasının getirdiği bir derinlikle, bireyleri, içinde yer aldıkları atmosferde şekillenmeleriyle aktarabilmişti. Örneğin kadınlar, toplumsal çerçeve içinde, kalıplaşmış rollerinin dışında resmedilmişti.

Kapitalist sistemin feodal kalıntılarla, bürokrasinin sermayeyle bütünleşme sürecini, bütün bu bileşimin yoksullar üzerindeki tahakkümünü yansıtarak işlediği yapıtları, ona gittikçe yayılan haklı bir ün değil, aynı zamanda, güçlükler, mihnetler, tehlikelerle dolu bir yaşam getirmişti.

25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğumuyla başlayan serüveni, Birinci Dünya Savaşı’ndan, işgalden, Kurtuluş Savaşı’ndan geçip gelerek, Sabahattin Ali’yi şekillendirmiş, sorgulamayı öğretmişti. İlkokul yıllarında şiirle başlayan yazma tutkusu, yine kendini ifade etme, topluma seslenme arzusunun bir parçası olarak, öğretmenliğe sevgisiyle bir aradaydı. 1927’de Yozgat’ın Cumhuriyet okulunda başlayan öğretmenliği kısa sürer ve Milli Eğitim Bakanlığı adına, kendisini geliştirmesi için Almanya’ya gönderilir. Burada da uzun kalamaz. “Parazit Türkler” diyen bir öğrenciye attığı tokatla, geri gönderilir. Aydın Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği de kısa sürer. Öğrencilerinin dolabında, TKP’nin “Kızıl İstanbul” gazetesi bulunmuştur, tutuklanır. Bu tutuklama, “Kuyucaklı Yusuf”un malzemelerini toplatır. Sonrası, sayısız oradan oraya gönderilmeler, tutuklamalar, hapisler ve her birinden bir yapıtla dönmelerdir.

Cumhuriyet kadrolarının, yeniden emperyalizmin güdümüne girişi, bürokrasinin hakim sınıf olarak halka yabancılaşması, Sabahattin Ali’nin eyvallahsızlığından payını alıyordu. Evden, “beni yemeğe beklemeyin, biraz geç geleceğim, savcılıktan çağırmışlar da” diye çıkması ve Cumhurbaşkanı’na bir şiirinde hakaretten tutuklanarak kendisini önce Konya’da, sonra da Sinop’ta yatarken bulması, bu minvaldeydi. “Aldırma gönül” diyordu ama, Cumhuriyet Bayramı’yla gelen afla çıktıktan sonra da, “burda çiçekler açmıyor, kuşlar süzülüp uçmuyor, yıldızlar ışık saçmıyor”du.

Özellikle “İçimizdeki Şeytan” romanıyla, turancıların saldırıları artmış, “Millî Şef” açısından gözden çıkarılmıştı.

Burada, yazının başına dönülebilir. Tarih 2 Nisan 1948. Bulunuş Haziran. Tespit Ocak 1949...

Bir nokta var ki, altı çizilmeli. Bütün bu yaşam içinde, Sabahattin Ali, bir şey daha yapmayı ihmal etmemiştir. Aşkı, sevdayı, halen erişilmemiş dizelerle, satırlarla aktarmayı, yaşamayı...

Kırık pipo, gözlük, yırtık not defteri, kurulu düzenin, yalnızca bir onurlu aydından, bir bağımsızlık ve eşitlik savaşçısından değil, asıl olarak, Türkiye edebiyatının mahir kaleminden geriye bıraktıklarıdır... Yapıtları, ondan kalmıştır.

"Bir gün kadrim bilinirse..." Evet, meskeni dağlardı...




***




2 Nisan 2013 Salı

KISSADAN HİSSE - UÇURUMA GİDİYORUZ





Kahvede  «Şırrak!...» diye bir tokat sesi duyuldu. Tavla, aznif, kâğıt oyunu, konuşma, her şey durdu. Başlar tokat sesi gelen masaya çevrildi. Tokadı yiyen iriyarı biriydi. Tokatı atan da tersine, ince, sıska, ufak tefek biri. İriyarı adamın sol yanağında, sıskanın beş parmağının izi yer etmişti. Polis bile, bu parmak izinden tokadı kimin attığını bulabilirdi.

Kahvedekiler, iri adamın, kendisim tokatlayan küçücük adamı altına alıp yol keçesi gibi ezeceğini sandılar, öyle olmadı.

- Davacıyım! diye bağırdı.

Kimseden ses çıkmadı... Tokadı yiyen daha sonra,

- Hepiniz gördünüz, dedi.

Boyu omuzuna bile gelmeyen sıskaya döndü:

- Yürü karakola!

Tokatı atan, cevap yerine, sinek kovalar gibi eliyle bir hareket yaptı.

- Psssuurn!... diye de ağzından istim gibi bir ses çıktı. İri adam dışarı fırladı.

Kahvedekiler yine oyunlarına, konuşmalarına daldılar. İri adam biraz sonra, yanında bir polisle geldi. Polise sıskayı gösterdi:

- İşte bu!

Sonra, oturanları tanık gösterdi:

- Bunlar da gördüler!

Polis, tokatı atan sıska ile, onların oturduğu yere yakın oturan dört tanığı, karakola götürdü. Karakolda, iri adam hâlâ kızarık sol yanağını tutarak;

- Bu adamdan davacıyım, komiser bey, beni tokatladı. Bunlar da gördüler, dedi.

Komiser, ilkin dâvâlı ile davacının, sonra tanıkların kimliklerini daktiloda yazdırdı. Davacı, kendisine tokadı atanı hiç tanımadığını söylüyordu. Tanıklar da;

- Biz bişey görmedik... dediler.

Davacı iri adam;

- Tokadın sesini de duymadınız mı? dedi.
Hayır, tanıklar ne bişey görmüşler, ne bişey duymuşlardı.

Kısacık boylu sıska adam;

- Evet, dedi, ben inkâr etmiyorum. Bu adamı tokatladım.

Komiser; 

- Neden? diye sordu, aranızda bişey mi var? Size hakaret mi etti?

- Aramızda hiç bişey yok. Kendisini tanımam bile.

- Peki, nasıl oldu?

Kısacık boylu sıska adam anlatmaya başladı:

- Dün akşam işten eve geldim. Baktım, elektriği kesmişler. Parasını verememiştik. Bütün geceyi karanlıkta geçirdik. Gece uyuyamadım da. Üzerinize afiyet, annem iki senedir hasta. Mide ağrısı öldürüyor zavallıyı. Doktor bir ilâç veriyor. İlâcı alınca ağrılar duruyor. Ama ilâç şimdilerde nerede? Sabahleyin yataktan kalktım, sol yanım hiç tutmuyor. Yattığımız odanın pencere camı üç ay önce kırıldı. Cam bulamıyoruz. O da gelmiyormuş. Pencereye yatak çarşafı gerdik. Ama faydası yok. Sabaha kadar rüzgâr, soğuk, içeride. Sol yanım tutulmuş. Yataktan kalktım, affedersiniz, helaya gittim. Sular kesilmiş. Dışarıda şakır şakır yağmur, muslukta su yok. Odaya girdim. Tirtir titriyoruz. Bize kömür ordinosu vermiyorlar. Biraz odun almıştık. Bitti. Şimdi de odun bulamıyoruz, yok.

Gazeteci gazete bırakmış. Her sabah işe gitmeden gazete okurum. Gazeteye baktım: «Güzellik Müsabakası», «Galatasaray lig şampiyonu oldu», «Gümrükteki 300 ton kahve ne olacak?», «Abidin Daver şilebinin teknesi dura dura çürüdü» gibi başlıklar.

Canımı evden dışarı atmak istedim. Tam çıkarken icra memuru ile avukat kapıya dayandı. Kirayı veremediğimizden ev sahibi bizi icraya vermişti. Evde haczedilecek eşya bulamadılar. Hiç bir zaman icra memurunun, haciz memurunun evime gelmelerini istemem. Haczedilecek bir şey bulamazlar, insan mahcup olur. Avukat,

- Bu kanapeyi alalım! diye saldırdı. Kanape diye elini atmasıyla, şeker sandıklarının üstündeki eskipüskü pantalonlar, paçavra parçaları, yırtık yorganlar ortaya çıktı.

Avukat bu sefer,
— Radyo... dedi.

Şu radyo belâsını başımdan alsalar da kurtulsam. Senenin on ayı tamirdedir. Kazan kazan, radyo tamirine ver. Zaten bizi bu hâle getiren radyo...

Kapıdan çıkarken karım,
• Kız mektebe gitmiyor, dedi.
Neden?
• Jimnastik hocası şortla beyaz lâstik pabuç istiyormuş. Olmazsa derse almam,demiş.
Peki, peki...
• Zeytinyağı da yok...

Kendimi sokağa attım. Nasıl olsa işe geç kalmıştım. Bugün de gitmem, dedim. Şakır şakır yağmur. Bizim oradan tramvayı kaldırdılar. Otobüs geliyor yarım saatte bir. Binmenin imkânı yok. Tıklım tıklım dolu. Dolmuşlar dersen tıka basa dolmuş. Arabalar vızır vızır geçiyor, ama hiç biri durmuyor. Ayakkabı su alır. Yağmur kovadan boşanır gibi. Sırıl sıklam oldum. Tirtir titriyorum. Bir delikanlı yanıma geldi,

- Affedersiniz amca, dedi. Ben saati soracak sandım.
- Dünkü maçtan haberiniz var mı? demez mi!

Tövbe Yarabbi... Yürüdüm. Orada bir kahve var. Kahveye girdim. üstümden başımdan sular sızıyor. Kahveciye bir çay söyledim. Yanımda da işte bu tokat attığım adam oturmuş, gazete okuyor. Ben, kendi kendime:

- Yahu, bu benim halim ne olacak? Sonumuz nereye varacak? diye
düşünüyorum. Ben böyle düşünüp dururken, bu adam hırsla elindeki gazeteyi fırlatıp attı;

•-Yahu, memleket uçuruma gidiyor! diye bağırdı.

Onu da benim gibi dertli sandım. Konuşur, birbirimize derdimizi dökeriz diye;

-Ne oldu beyefendi? Affedersiniz, karışmak gibi olmasın, neye kızdınız? dedim.

O, yine kızgınlıkla;

- Daha ne olsun yahu, dedi, memlekette hakem yok be!... Hakem yok, namussuzum. Dünkü maçta hakem yine taraftarlık etmiş...

Ondan sonra bana ne oldu, bilemiyorum. Vallahi ben de anlamadım komiser bey. Hayatımda kimseye fiske vurmuş insan değilim. Sanki vücudumda bir düğmeye basılmış, elektrik kuvvetiyle kalkmış gibi, bu sağ elim birden havaya kalktı. Şu herifin suratına bir tokat çektim. Ben inkâr etmiyorum. Tokadı yapıştırdım. Ama isteyerek değil. Vallahi kastım yok. İrademin dışında bişey bu. Sonra aklım başıma geldi. Bu adam şimdi beni parçalar, diye de korktum. Ama oldu bir kere. Cenab-ı Allah, bu sağ koluma, Zaloğlu Rüstem pehlivanın kuvvetini verip, şu herifin suratı budur, diye bir şamar çektim.

Komiser, tokadı yiyen iri adama baktı. Dişlerini gıcırdattı. Ayağa kalkar gibi yaptı. Sağ elinin ayasını kaşımağa başladı. İriyarı adama,

- Hadi, uzatmayın, barışın! dedi. Tokadı yiyen;
- Barışmam! diye direndi.

Kızan komiser, daktilodaki polise;
- Yaz! dedi «Dâvâlı, memleket uçuruma gidiyor, demiş olup, memleketin yüksek menfaatlerine ve hükümetin manevî şahsiyetine...»

Bir daha iri adama döndü:
- Barışın hadi!

İri adam, elini hâlâ tokadın izi duran sol yanağında gezdirerek,
- Peki efendim, barışalım, dedi.

!!!


Aziz Nesin - Bay Düdük kitabından



***