Translate

16 Ocak 2016 Cumartesi

Emperyalizm, Evanjelizm ve Osmanlı Ermenileri




Ermeni Sorunu konusunda yazılmış çok fazla kitap bulunuyor ve çoğunun gerçeği yansıtmadığı görülüyor. Jeremy Salt kitabının önsözünde, aydın diye görünen kişilerin rol aldığı şu üzüntü verici konuyu gündeme getiriyor.

“2008 yılında bir grup Türk aydını internet üzerinden ‘özür diliyorum’ başlığı ile bir imza kampanyası başlattı: ‘Osmanlı Ermenilerinin 1915 yılında maruz kaldıkları Büyük Felakete duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor ve -kendi payıma- kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”

Yazar buna itiraz ediyor ve Türklerin de çok büyük kayıplar verdiğini, yarım milyon Müslüman Osmanlının hunharca öldürüldüğünü, dilekçeyi imzalayan aydınların bundan hiç söz etmediklerini belirtiyor.

Bir yüzyıl sonra bile eğitimli Türkler sivil Müslümanların çektikleri acının boyutunu bilmiyorlarsa ya da kabul etmeye içleri elvermiyorsa bu boyutta savaş acılarının Batı’daki yaygın anlatılarda hiç yer almamasına şaşırmamak gerektiğini ifade ediyor.





Jeremy Salt, bu eseri 1980’lerde ABD’de doktora tezi seçimi sırasında Hicaz Demiryolları konusunu seçmeyi düşünürken belgeleri incelediğinde, Ermeni Sorununun önemini ve sorunun ortaya çıkmasında yabancı devletlerin, misyonerlerin ve hümaniterlerin rolünü fark ediyor. Bunun üzerine tez olarak bu konuyu seçtiğini ifade ediyor. Çalışmaları sırasında on yılları kapsayan ABD ve İngiliz arşivlerini incelemiş, ayrıca on dokuzuncu yüzyılda yaşamış gezgin, diplomat ve misyonerlerin anılarından istifade etmiştir.

Jeremy Salt, Ermeni sorununun on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki durumunu araştırmış, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlarla ilgili çok şey yazılmış olmasına rağmen 1890’lar ve öncesi döneme ait pek inceleme olmadığını vurgulamıştır. Yazarın bu döneme ait belgeleri derinliğine araştırdığını görüyoruz. Ermeni sorununun 1915’ten önce nasıl ortaya çıktığını ortaya koyuyor. Salt,araştırdığı dönemde Müslümanların çektiği sıkıntıların göz ardı edildiğini ifade ediyor. O dönemde Hristiyan Osmanlıların durumunun, Müslüman Osmanlılardan daha kötü olmadığını gösteren pek çok kanıt olduğunu belirtiyor. 

Batılılar, Berlin Antlaşmasına İngilizlerin de etkisiyle kapıyı aralama mahiyetinde Ermenilerin yaşadığı bölgelere reform yapılması ibaresini koyuyorlar ve bunun peşine düşüyorlar. Ermeniler, başta İngiltere olmak üzere Avrupa gücünün, arkalarında olduğunu hissedince sorunlar çıkarmaya, örgütler kurmaya isyan hazırlıklarına başlıyorlar.

Bu arada yaşanan olaylarda Osmanlı topraklarında yaşayan misyonerlerin etkilerini görüyoruz. Misyonerlerin faaliyeti, Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyanların durumunu başka bir boyuta taşımaya yardımcı olmuştur. 1830’larda Ermeni misyonerleri Anadolu’ya yayılmaya başlıyorlar. 1880’lerde misyonerlerin işgal ettiği kentler ve kasabaların sayısı 394’e ulaşıyor. Misyonerler Osmanlı topraklarında bir ömür geçirmiş olmalarına rağmen olayları sadece Hristiyan bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Toplumu bütünüyle kavrayarak, sorunları gerçekçi bir şekilde görmekten çok uzak ve doğru bilgiyi saklayıp çarpıtan bir anlayışa sahip olduklarını görüyoruz. Onları ilgilendiren sadece Hristiyan halkın meseleleri idi. Her şeyden önemlisi, 1870’lerde İstanbul’daki elçiliklerin ve Avrupa basınının tek ve en önemli bilgi kaynağı idiler. Yazar, Misyonerlerin Amerikan kamuoyundaki etkileri nedeniyle bugün bile Osmanlı ve Türk tarihine önyargısız bakılamadığını ifade ediyor.

Yazar özellikle 1870-1895 yıllarında yaşanan problemlere odaklanmıştır. Bu dönemde olayları başlatanların Ermeni ihtilalciler olduğunu görüyoruz. Ermeni ihtilalcilerin hedefinin, Türkleri kışkırtarak Ermenilere saldırtmak ve böylece Avrupa’nın desteğini almak olduğu görülüyor. 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde Hristiyanların İslamiyet aleyhinde tartışmaları, Avrupalı güçlerin Osmanlı topraklarındaki maddi çıkarları, Yabancıların Hristiyan Osmanlıların durumuna gösterdikleri ilgi ve bu halkların istekleri bir noktada birleşiyor. 

Bu süreç Kırım Savaşını bitiren Paris Antlaşması ile başlıyor, 1878 Berlin Kongresi’yle hız kazanıyor. Böylece Batı, Osmanlı yönetiminin işlerine daha fazla müdahale etmeye başlıyor. 1875-76’da başta Bulgar ayaklanması olmak üzere Balkanlarda yaşanan sıkıntılar ve bu isyanların bastırılması sırasında aşırı ve zalimce uygulamalar Avrupa’da büyük propaganda yapılmasına zemin oluşturmuştur. Başta İngiltere olmak üzere Batı Emperyalizmi; çıkarları ile Ermeni sorununu birleştirerek Abdülhamit’e yoğun baskı uygulamıştır.

Türk düşmanı İngiliz Başbakanı Gladstone bunu kullanarak “Bu basit bir Müslümanlık meselesi değildir, belirli bir ırkın özelliklerinin karıştığı Müslümanlık meselesidir. Bunlar Avrupa’ya girdikleri o ilk kara günden itibaren bütünüyle büyük bir kan izi bıraktılar; egemenlikleri altına aldıkları yerlerde uygarlık yok oldu.” ifadelerini kullanarak Avrupa’da kamuoyu oluşturmuştur. Bu çalkantılı dönümde Ermeni meselesi uluslararası gündeme girmiştir. Berlin Kongresi öncesi Ermeniler; Londra, Paris, Roma ve Berlin’de yoğun kulis yapmışlar ve Ermeni bölgelerinde reform uygulamaları gündeme getirilmiştir.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Ermeni eylemcilerin faaliyeti yoğunlaştı. Van’da Kara Haç Cemiyeti Armenaklar, İstanbul’da Ermeni Vatanperverler İttihadı ve Erzurum’da Anavatan Savunucuları Hareketi. Bunlar ihtilalci eylemlerde çok etkili olmadılar. Buna karşın en etkili hareketler Avrupa’da Hınçaklar ve Rusya’da Taşnaklar tarafından gerçekleştirildi. “Bağımsızlıklarını kazanmak için Ermenilere her yol serbesttir. Türkleri ve Kürtleri nerede ve nasıl olursa olsun bulduğun yerde öldür.” diyorlardı.

Bütün tahriklerden sonra Ermeni isyanları gelmeye başladı. 1881’de Zeytun, 1894’te Sason ayaklanmaları, 1895’te Van isyanı, 1896 Maraş, Antep, Arapkir ve Harput olayları yaşandı. Jeremy Salt, olayların Ermeniler tarafından başlatıldığını, belgelerin geniş kapsamlı çalışmalarla ortaya konması gerekliliğini ifade etmektedir. Ermeniler ayaklanmayı müteakip Avrupa’nın hemen yardıma geleceğini zannediyorlardı.

Bu olaylarda Amerika ve İngilizlerin tek bilgi kaynağı misyonerlerdi. Çok yanlı bilgiler veriyorlardı. Örneğin; Sason olaylarında 269 kişi ölmüş olmasına rağmen binlerce masumun katledildiği bildiriliyordu. Yazar, altı vilayette pek çok Müslüman öldürüldüğünü vurguluyor ancak misyonerlerin buna hiç değinmediğini ifade ediyor.

1894-1896 yılları arasında 5.000 ile 10.000 arasında Müslüman öldürülmüştü. Ermeni sorununu açıklamaya çalışan Avrupa basınında, bu Müslüman kurbanlardan hemen hemen hiç bahsedilmemişti. Aslında Osmanlı yönetiminde Hristiyanlara kıyasla Türkler hep daha çok ezilmişlerdi. 40 yıl Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamış olan konsolos Blunt ve konsolos Palgrave (İngiliz Diplomatlar) 1860-70 yıllarında yazmış oldukları raporlarda, Osmanlı toplumunda zarar görenlerin köylerde ve kasabalarda yaşayan Müslümanlar olduğunu, sorumsuz merkezi yönetimde hiçbir şekilde temsil edilmediklerini, şikayetlerini iletebilecekleri hiçbir yer olmadığını bildirmişlerdi. Hristiyanların ise ellerinin altında konsoloslukları, temsilcilikleri ve bazen büyükelçilikleri, ayrıca istinaf mahkemeleri ve haklarını arayan temsilcileri olduğu bildiriliyordu.

Sason’dan gelen haberlerden sonra Ermeni davasının güçlü lobicileri -İngilizler ve diğerleri-Sultanı, Berlin Kongresi’nde verdiği sözleri yerine getirmeye zorluyorlardı. 1895-96 yılları ihtilalci komitelerin Osmanlı silahlı kuvvetleri ile yarıştığı şiddetli çatışmalara sahne oluyor ve binlerce kişi yaşamını yitiriyordu. Jeremy Salt, olayların tablosunu çıkarmaya çalışırken pek çok mektubun/raporun onları yazanın gördüklerine değil, kendilerine anlatılanlara dayandığını unutmamak gerektiğini ifade ediyor. Bilgiler olayın yaşandığı yerin birkaç yüz kilometre uzağında yaşayan misyoner ya da konsolosun anlattıklarına dayanıyordu. Misyoner, tüm Ermenilerin katledildiğini bildirdiği bölgeye gittiğinde, yine hala orada bulunan bir Ermeni’nin ağzından duyduklarını aktarıyordu.

Kayıp sayılarında Ermenileri artırıcı, Türkleri azaltıcı bir eğilim vardı. Bütün Avrupa gazetelerinde Ermenilere yapılan zulüm yürek parçalayıcı bir şekilde anlatılırken, yakılıp yıkılan Müslüman köylerin ve ölen Müslümanların çok azına değinilmektedir. Kuşkusuz her iki grupta da durum iyi değildi. Ermenilerin ve destekçilerinin, Türkleri ve Kürtleri suçladıkları acımasızlıkları kendilerinin de yaptıklarını ve mümkün olduğunda altta kalmadıklarını gösteren bolca kanıt vardır.

Yazar, misyonerleri işgüzarlık ve sağduyu sahibi olmayan kişiler olarak belirtiyor. “Amerikalı seçkin eğitimci Robert Kolejinin müdürü Washburn İngiliz Kraliçesinin resmi kuryesi yerine geçti. Öğretmenler (Misyonerler) burada İngiliz Büyükelçisi ile Evangelik ittifakı kurdular. Zaman zaman New York, Londra ve Boston basınına halkın duygularını derinden etkileyecek vahşet makaleleri verdiler. Haziran 1895’te misyoner Cole, Bitlis’ten Amerikan Sefaretine ve İngiliz Büyükelçiliğine telgraf göndererek Sason’da 65 kişinin açlıktan öldüğünü ileri sürdü ve Sultanın yardım fonunun (Atiyye-i Seniyye) yönetimini eleştirdi. Fakat sonradan anlaşıldı ki Sason’da kimse açlıktan ölmemişti.”

Jeremy Salt, Ermeni sorununu dini ya da etnik bağlamda açıklamanın ve diğer toplumsal olayları göz ardı etmenin meseleyi karıştırmaktan başka işe yaramayacağını ifade etmektedir. 1890’larda yaşanan olaylarda, İngiltere’nin ve misyonerlerin takındığı tavır ve icraatın Ermeni sorununun doğmasına katkıda bulunduğunu belirtiyor. Abdülhamit’i şiddetle suçlayanlara karşı elde somut bir kanıt olmadığını vurguluyor.

Bölgede yaşananların başlangıç noktasının; toplumsal ortam, idarenin ciddi eksikleri, Ermenilere yapılanlar anlamında Kürtleri kontrol etmenin zorluğu, yol ve iletişimin eksikliği, yaşam standardının ve eğitim seviyesinin düşüklüğü, en önemli kültürel dayanak noktasının din olması ve muhafazakar Müslümanların bunu korumaya kararlı olması, dengeyi bozacak gibi görünen her şeye kuşkuyla bakılmış olması gibi nedenler olduğunu söylüyor.

19’uncu yüzyılda Avrupa-Osmanlı ilişkilerinde en önemli ve büyük olayların Abdülhamit döneminde yaşandığını, Abdülhamit’e ilişkin değerlendirmelerin kulaktan dolma olduğunu ve hala İngilizce bilimsel bir biyografisinin olmamasının şaşırtıcı olduğunu belirtiyor. Abdülhamit’in, Ermenileri cezalandırmak için resmi yaptırım uyguladığının bir kanıtı olmadığını vurguluyor. Ermeni sorununun gelişimi sırasında Abdülhamit’in rolünün pek çok etkenden yalnızca bir tanesi olduğunu ifade ediyor.

Eser, Batılı bir akademisyenin birinci el kaynaklardan ve arşivlerden yararlanarak hazırladığı doktora tezidir. Ermeni problemi gibi çok önemli tarihi olaylarda Batılı veya herhangi bir aydını/yazarı değerli kılan olaya adil ve doğru bakabilmesidir. Jeremy Salt’da bu nedenle önemsenmelidir. Yaşanan olaylarda aktarılanlar, söylentiye ve olay sırasında bölgeden yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan misyonerlerin kulaktan dolma elde ettiği bilgilere dayanıyor. Günümüzde belge diye anlatılanlar bunlardır. Ermeni soykırımı yoktur diye ifade etmenin dahi suç sayıldığı medeni (!) Batıda, olayları objektif bakış açısıyla anlatan tarihçilerin varlığı çok önemlidir. 2008’de yayımlanan ‘Bildiri’de imzası bulunan Türk Aydınlarının düştüğü durum üzüntü vericidir.

Tabii bu arada Ermeni katliamı ifadeleri ve beyanları ile ödüller alarak ortalıkta dolaşanların da bulunduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu durum konunun nasılda ticari bir boyut kazandığını, Batı emperyalizmi ahlaksızlığının, Nobel dahil her şeyi ve her türlü değeri nasıl kullanabildiğini açıkça göstermektedir. Ülkemizde aydınım diyerek ticaret yapan sahtekarların bilinmesi gerektiği gibi, tüm yabancı dürüst tarihçilerin de yakından tanınması, tercüme edilmesi, kıymetlerinin bilinmesi önem arz etmektedir.

Hristiyan misyonerlerin, Avrupalıların fikirlerini büyük ölçüde etkilediğini düşünürsek, Avrupalının bize ilişkin düşüncelerini algılayabilmek için misyonerlerle ilgili anılar, raporlar, ciddi hazırlanmış tüm dokümanlar mutlaka Türkçeye çevrilmeli, misyonerlerin gerçeklerden kopma/yanıltma noktaları belirlenmelidir.

Emperyalizmin 150 yıl önceki klasik oyunları kitapta açıkça görülmektedir. İngiliz diplomasisi çok titiz, ayrıntılı çalışıyor, küçük kazanımlarla işe başlıyor. Osmanlı topraklarındaki Hristiyanların yaşam şartlarının düzeltilmesi, iyileştirme ve reform yapılması, yarı özerklik, özerklik, hamilik elde edilmesi vb. bunun peşine düşerek sıkıştırma, olaylar çıkarma, isyanı teşvik etme ve ortam uygun olduğunda da tavizler koparıp hedeflerin gerçekleştirilmesi. Bu karışık ortamda Osmanlı Devleti azar azar parçalanırken, İngilizler 1878’de Kıbrıs üzerinde haklar elde etmiş ve müteakiben 1882’de de Mısır’ı işgal etmiştir. Bu gün dahi bu uygulamaların benzer örnekleri görülmektedir.

Sorunların çözümü için 150 yıl önce yaşananları bilimsel olarak çok iyi tahlil edip ona göre adımlar atılmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Akla geldiği anda strateji değiştirmekle sorunlar çözülemez. 150 yıldır Balkanlarda, Müslüman Arnavutların kopuşunda, Ermeni olaylarında yaşananları, Batının izlediği yolu, kendi yaptığımız hataları irdelemeden günümüz sorularına çare üretmenin imkanı olmadığı görülmektedir.

Eserde altı çizilmesi gereken bir ifade de şudur. “...On dokuzuncu yüzyılda Evangelist coşku doruk noktasına ulaştı. Diğer Hristiyanlar, Müslümanlar, hatta kafirler mutlak bir doğruya ihtiyaç duyuyorlardı ve eğer mesajının üstünlüğüne dair bir kanıt gerekli ise, Avrupa uygarlığının “somut başarıları” bir kanıt idi. Mutlak doğru ihtiyacı ve başarı birlikte ilerledi. Bu başarılar, ister Arap ister Türk, Orta Asyalı ya da Afgan olsun, ‘Doğu’ ve Müslümanlar hakkındaki indirgemeci görüşü pekiştirdi. Müslümanlar zayıflıklarının farkında idiler, fakat Batı uygarlığının gücünün ahlaki üstünlükte yatmadığını kavrayamadılar.” Bu doğrudur. Bugün dahi geçerlidir.

Batı Emperyalizminin yanında, kendimize yönelik eleştirilere bakıldığında, 135 yıl önce bir Amerikan konsolosunun yazdıkları bugün yaşanmayan şeyler değildir. “Yalnızca Türkiye’yi bilenler ve Türklerle birlikte yaşamış olanlar entrika sözcüğünün kapsamını ve uygulanabilirliğini kavrayabilirler. Despot bir yönetim altında, halkı korumak için değil, yetkilileri gizlemek için hazırlanmış yasalar. Güçlü olanın haklı olduğu, adaletin, daha doğrusu yargının alınıp satılabildiği, halkın çok azı dışında, kuşkucu, kıskanç, alçak, kinci ve eğitimsiz olduğu, ticaretle uğraşmadığı ve çalışmadığı, bir ülkede yaşayan halk, kötülük ve entrika ile zevki, yaşam tarzı haline getirmektedir.” Bu ifadeler tabii ki çok insafsızca, ancak üzerinde düşünmeye analiz etmeye yetecek kadar da gerçeği içermektedir.

Eserde geniş ölçüde Amerikan ve İngiliz kaynaklar kullanılmış, konunun başat unsurlarından olan Rus kaynaklara yer verilmemiştir. Son yıllarda Rus arşivlerini yoğun bir incelemeden geçiren Dr. Mehmet Perinçek, Batılı misyonerlerin Ermeni Sorunu üzerindeki etkisini, birçok kaynak, arşiv, gezgin anlatılarıyla açıkça ortaya koymaktadır. Perinçek’in araştırmalarıyla (1) Jeremy Salt’ın ortaya koyduğu konuların örtüştüğü görülmektedir.

Eserdeki en önemli eksiklik, yazarın da ifade ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlara değinilmemiş 1895-96’dan sonra yaşananların ilave edilmemiş olmasıdır. Savaş sırasında Doğu Anadolu’da Rus-Ermeni işgali sırasında büyük acılar yaşayan ve büyük bir katliama uğrayan Müslüman Osmanlının dramının vurgulanmamasıdır.


Sait Karaduman
Kara Harp Okulu misafir öğretim elemanı / Tarih Kritik - Sayı 2, Ocak 2016
- Jeremy Salt, Emperyalizm, Evanjelizm ve Osmanlı Ermenileriİstanbul, Tarih/Kuram Yayınları, 2015, 215 sayfa, 
- (1) Mehmet Perinçek, Ermeni Milliyetçiliğinin Serüveni, Kaynak Yayınları, 2015




Dr.Mehmet Perinçek
Ermeni Milliyetçiliğinin Serüveni

Ermeni milleyetçi hareketinin serüveni, özellikle de Taşnaksutyun Partisi'nin tarihi yazılmadan geçmişten bugüne Ermeni meselesini anlamak mümkün değil. Emperyalist devletler, Doğu'yu paylaşma projelerinde mutlaka bir araca ihtiyaç duyuyor. Sadece kendi orduları ve sermayeleri sömürgeci planlarını gerçekleştirmek için yeterli olmuyor. Doğu Sorununun emperyalist çıkarlar adına "çözümü"nde mutlaka "içerden" bir harekete de gerek duyuluyor.

Emperyalizm çağında Batı'nın her dönemde bu anlamdaki değişmez "ortakları", bölücülük ve ırkçı/dinci gericilik olmuştur. Emperyalist Batı, milli devletlerin oluşumunu ve onun temeli olan milletleşme sürecini engellemek için hep bu iki araca başvurmuştur. Bu iki araç, milli kurtuluş savaşlarından ya da sosyalist devrimlerden sonra bağımsızlığını elde eden devletlerin parçalanması/diz çöktürülmesi hedefi açısından da elverişlidir. Doğu'nun milli devletlerini ve onların bağımsızlığını silahla ortadan kaldırmak isteyenler, "böl, parçala, yönet" politikası çerçevesinde bölgede kendi planlarına üs olarak hizmet edecek olan bölücü ve gerici akımların iktidarlarında kukla "bağımsız" devletlerin kurulmasını himaye etmekten, bunların haritalarını çizmekten geri durmamışlardır.

Dolayısıyla tarihin akışına meydan okuduğu için arkalarına büyük devletlerin gücünü almadan başarı şansı bulunmayan bölücülüğün ve ırkçı/dinci gericiliğin tek umudu emperyalizm olmuştur. Bu hareketler, doğal olarak siyasal planda işbirlikçi bir karaktere sahiptir. Nasıl ve hangi amaçlarla yola çıkmış olurlarsa olsunlar, varacakları başka bir nokta yoktur. Bu işbirlikçi hareketlerin emperyalist planlar adına kitleleri seferber etmek ve milli devletle milletin temelini dinamitlemek açısından ideolojik planda ırkçı/dinci bağnazlığı körüklemesi de kaçınılmazdır. Batı'da çizilen haritaların hayata geçirilmesi için uygun zemin yaratmak üzere eylem planında da terör (saldırganlık) benimsenen esas yöntemdir.

Kısaca ifade edecek olursak emperyalizm çağında emperyalizmle bölücülük ve gericilik arasında doğal bir "ittifak" vardır. Bu "ittifak" ezilen dünyada kendisini terörle, içsavaşlarla göstermektedir. Tabii bu "ittifak"ta da sözü geçen emperyalist devletlerdir. "Ortaklar"dan diğerinin iradesi söz konusu değildir. Emperyalist planların arabasına koşulmak dışında başka bir yolu yoktur; ta ki rolünü tamamlayıp bir kenara atılana dek. Dolayısıyla onları hep hayal kırıklığıyla biten bir son beklemektedir.

İşte Taşnaksutyun Partisi ve bağnaz Ermeni milliyetçi hareketleri bunun tipik birer örneğidir, yukarıda ortaya konan kalıba birebir oturmaktadır. Taşnaklar, dönemine göre İngiltere'den Rusya'ya, Japonya'dan Nazi Almanyası'na ve Amerika'ya kadar büyük devletlerin güdümünde faaliyet yürütmüşler, devamlı surette onlardan medet ummuşlardır. Ermeni meselesini elinde tutan kuvvete göre vuracakları hedefi belirlemişlerdir. Bir bakıma bağnaz Ermeni milliyetçiliği tarihi, emperyalizmle işbirliği tarihidir. Taşnak ideolojisi, ne kadar "devrimcilik" maskesi taşısa da şoven ve gerici fikirlere saplanmıştır. Bağnaz Ermeni milliyetçiliğinin ideolojisi, etnik temelli Ermeni-Türk/Kürt, özellikle kilise eliyle din temelli Ermeni-Müslüman karşıtlığının yaratılmasında önemli rol oynamıştır. Taşnak terörü ise karşılıklı boğazlaşmanın fitilini ateşlemiş, emperyalist devletlerin Ermeni meselesi üzerinden bölgeye müdahalesinin zeminini yaratmıştır. Taşnakların işbirlikçi, şoven ve saldırgan karakteri, bölge halklarına verdiği zarar kadar Ermenilere de pahalıya mal olmuştur. Büyük devletlerin planlarında rol alıp bir köşeye atılmak ardından sırtını dayayacağı yeni bir güç aramak olağan hale gelmiştir.

Bağnaz Ermeni milliyetçiliğinin ve onun en önemli temsilcisi Taşnakların tarihi, sadece Ermeni meselesinin anlaşılması açısından değil, bugüne dersler çıkarmak bakımından da incelenmelidir. Hrant Dink'in 25 Nisan 2006'da Malatya İşadamları Derneği'nde yaptığı konuşmadaki sözleri bunun en doğrudan ifadesidir:

"Geçmişte İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların şu topraklar üzerinde oynamış oldukları rol neyse, bugün aynen tekrarlanıyor. Geçmişte Ermeni halkı onlara güvendi, kendilerini Osmanlı'nın zulmünden kurtaracak sandı. Ama yanıldılar. Çünkü onlar geldiler, kendi işlerini, kendi hesaplarını yaptılar. Çekilip gittiler ve burada kardeşi kardeşle kan içerisinde bıraktılar. Ve bugün Kürtlerin yaşadığı aynı şey. Amerika geldi Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti oluşturmak üzere. Kürt kardeşlerimiz için orası bir çekim alanı mı oldu, ne oldu başka bir şey mi oldu? Ümit mi oldu? Bu çok tehlikeli bir gidiş. Amerika bu. Gelir, o kendi hesabını yapar işine bakar, işi bittiğinde de çeker gider. Ondan sonra da burada tekrar insanları burada kendi didişmesi içinde bırakır." (1)

İşte elinizdeki çalışmamız geçmişten bugüne derslerle dolu Ermeni milliyetçiliğinin serüvenini ele alıyor. Bu serüvenin yazılması, diğer taraftan 100. yılında "Ermeni soykırımı" iddialarına bir yanıt niteliği de taşıyor. 1915 olaylarını anlamak, sadece o yılı, sadece Birinci Dünya Savaşı dönemini incelemekle mümkün olmuyor. Daha 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 1915'e giden süreç ve sonrasında seyrettiği yol taşların yerli yerine oturtulmasını sağlıyor.

Bu bağlamda ele aldığımız kitabımız, esasen yeni belge ve kaynaklar değerlendirilerek hazırlandı. Ermeni meselesi üzerine şimdiye kadar yaptığımız çalışmalar, mutlaka bu kitabımızı tamamlar nitelikte. (2) Ancak önceki çalışmalarımızı çok gerekli olmadıkça tekrar etmediğimizi, şimdiye kadar gün yüzüne çıkartılmamış kaynaklara ve onlardan çıkan sonuçlara ağırlık verdiğimizi ifade edelim. Ayrıca yayıma hazırladığımız doktora tezimizde özellikle Taşnak Ermenistanı dönemiyle ilgili ele alınan konulara bu kitabımızda yer vermedik. (3)

Kitabımızda yoğunluklu olarak çoğunluğu dünyada ilk kez yayımlanan Rus devlet arşiv belgelerinin yer aldığını da ekleyelim. Bunların dışında konunun daha iyi canlandırılabilmesi açısından bilinmeyen birçok görsel malzeme ve belgelerin asıllarından örnekler de kullanılmıştır. 15 seneyi aşkın araştırmalar sonucunda kitabımızda belgelerinden istifade ettiğimiz başlıca arşivler ise şunlardır:

- Rusya Askeri Devlet Arşivi (RGVA) (4)
- Rusya Askeri Tarih Devlet Arşivi (RGVİA)(5)
- Rusya Federasyonu Devlet Arşivi (GARF) (6)
- Rusya Federasyonu Dış Politika Arşivi (AVPRF) (7)
- Rusya Film Fotoğraf Belgeleri Devlet Arşivi (RGAKFD) (8)
- Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi (RGASPİ) (9)

Tarihe not düşmek açısından Ermeni meselesi üzerine yaptığım bu çalışmaların iki sene tutuklu kaldığım Ergenekon davası iddianamesinde, esas hakkındaki mütalaada ve hakkımda verilen 6 sene 3 aylık cezanın gerekçeli kararında suç olarak görüldüğünü de belirtmek isterim. Bu metinlerde Ermeni meselesiyle ilgili çalışmalarım bu konudaki milli hassasiyetleri kullanmak suretiyle "Ergenekon Terör Örgütü" adına faaliyet yürütmek ve propagandasını yapmak şeklinde değerlendirilmiştir. Çarpıcıdır. Ermeni meselesiyle ilgili bilimsel çalışmalar üzerine Dışişleri Bakanlığı ile yaptığım telefon görüşmeleri iddianamenin ek klasörlerine suç delili olarak konmuştur. Ayrıca çeşitli sempozyumlarda sunduğum tebliğler de ek klasörlerde suç delilleri arasında yer almıştır. Bu kitabımın da o metinleri kaleme alanları ve onlara bunları yazdırtanları aynı şekilde rahatsız etmesini diliyorum. 

Kitaba dair her türlü katkılarından dolayı Prof. Dr. Işıl Çakan Hacıibrahimoğlu'na, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu'na, Olga Bykova'ya, emekli Albay Necdet Doluel'e, Okan İlci'ye, Maxim Gauin'e, Dr. Erdal Küçükyalçın'a, Can Perinçek'e, Zizek Pamuggio'ya, araştırma yapılan arşiv ve kütüphane çalışanlarına teşekkürü borç bilirim.

Dipnotlar:
(1) "Hrant Dink Neden Hedef Seçildi",Aydınlık, 20 Ocak 2014.
(2) Ermeni meselesini konu eden bu çalışmalarımız için bkz. Mehmet Perinçek, Ermeni  Devlet Adamı B. A. Boryan'ın Gözüyle Türk-Ermeni Çatışması, 3. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Nisan 2007; Mehmet Perinçek, "Rus Belgelerinde Tehcirin Haklı Gerekçeleri", Yapay Sorun "Ermeni Meselesi", haz. Prof. Dr. Mahir Aydın, İstanbul Üniversitesi Avrasya Enstitüsü, İstanbul, 2008; Mehmet Perinçek, Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, Şubat 2013; Mehmet Perinçek, Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2011; Mehmet Perinçek, Türk-Rus Diplomasisinden Gizli Sayfalar, Kaynak Yayınları, İstanbul, Haziran 2011; L. M. Bolhovitinov, 11 Aralık 1915 Tarihli Resmi Ermeni Raporu, haz. Mehmet Perinçek, 4. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Aralık 2011; Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2005; A. A. Lalayan, Taşnak Partisi'nin Karşıdevrimci Rolü (1914-1923),3. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 2006; Kızıl Kitap: Güneybatı  Kafkas'ta Taşnak Mezalimi, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 2006; A. B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, 3. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Temmuz 2007; Karibi, Gürcü Devleti'nin Kırmızı Kitap'ı, Kaynak Yayınları, İstanbul, Nisan 2007; S. G. Pirumyan, Diasporadaki Taşnaklar, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2007; Çarlık  Polis Raporlarında Taşnaklar, Kaynak Yayınları, İstanbul, Haziran 2007. Bu kitaplarımızdan bazıları ve burada anmadığımız başka makalelerimiz, İngilizce, Rusça, Almanca, Fransızca, Farsça, İsveççe ve İspanyolca da basılmıştır.
(3) Yakında yayımlanacak olan doktora tezimiz için bkz. Mehmet Perinçek, Sovyet  Arşiv Belgelerinin Işığında Türk-Sovyet Askeri İlişkileri: Doğu Cephesi (1919-1922), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 2014.
(4) Rusya Askeri Devlet Arşivi (RGVA), 1920 yılında Genelkurmay'a bağlı olan Askeri Tarih Komisyonu bünyesinde Kızıl Ordu Arşivi olarak kurulmuştur. 1925 yılında bağımsız bir devlet arşivi statüsü kazanmıştır. 1931 yılında Kızıl Ordu Merkez Arşivi, 1941 yılında ise Kızıl Ordu Merkez Devlet Arşivi (TsGAKA), 1958'de Sovyet Ordusu Merkez Devlet Arşivi (TsGASA), 1992'de ise bugünkü ismini almıştır. Arşivde 67282 koleksiyon (fond), 10 milyonun üzerinde dosya bulunmaktadır. Bkz.Putevoditel: Tsentralnıy Gosudarstvennıy Arhiv Sovyetskoy Armii, c.1-2, East View Publications, Minnesota, 1991, 1993.
(5) Rusya'nın en eski arşivlerinden biri olan RGVİA'nın kuruluşu, I.Pavel'in 8 Ağustos 1797 tarihli emrine dayanıyor. Çarlık döneminin en büyük ve temel askeri arşivinde 13 binin üzerinde koleksiyon (fond), yaklşaık 3,5 milyon dosya ve 14 milyonun üzerinde mikrofilm bulunuyor. Bkz. Fondı Rossiyskogo Gosudarstvennogo Voyenno-İstoriçeskogo Arhiva: Kratkiy Spravoçnik, Moskva, ROSSPEN, 2001.
(6) Arşivin kuruluşunun kökleri 1920 yılına dayanıyor. Sovyet dönemindeki son adı SSCB Ekim Devrimi Merkez Devlet Arşivi (TsGAOR SSSR). Hem Çarlık hem Sovyet hem de Rusya Federasyonu dönemini kapsayan arşivde 3182 koleksiyon (fond), 5779280 adet de dosya bulunyor, 79047 dosya da fotoğraf saklanıyor. Arşiv, esas olarak yasama-yürütme-yargı organlarının, yüksek devlet kurumlarının (Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları, FSB gibi kendi bünyesinde arşiv oluşturmuş organlar hariç), siyasi parti ve kitle örgütlerinin, ayrıca da önemli devlet ve toplum adamlarının kişisel koleksiyonlarını bulunduruyor. Bkz.İstorya Gosudarstvennogo Arhiva Rossiyskoy Federatsii: Dokumentı, Stati, Vospominaniya, ROSSPEN, Moskva, 2010.
(7) Eski adı SSCB Dış Politika Arşivi'dir (AVP SSSR). Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı'na bağlı bulunan arşivde yaklaşık 1,5 milyon dosya bulunmaktadır.
(8) 1926 yılında temelleri atılan arşivde 245217 film, 1140785 fotoğraf, 12075 video dosyası bulunmaktadır. Bkz.Putevoditel Po Kinofotodokumentam Rossiyskogo Gosudarstvennogo Arhiva Kinofotodokumentov (RGAKFD), ROSSPEN, Moskva, 2010.
(9) Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi (RGASPİ), Rusya Federasyonu hükümetinin 1999 Mart'ında aldığı karar gereği Rusya Yakın Tarih Belgeleri Koruma ve Araştırma Merkezi (RTsHİDNİ) ve Gençlik Örgütleri Belgeleri Koruma Merkezi'nin (TsHDMO) birleştirilmesi sonucunda oluşturuldu. Birleştirilen bu iki arşiv ise 1991 ve 1992 yıllarında faaliyetleri durdurulan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi (SBKP MK) bünyesindeki Marksizm-Leninizm Enstitüsü Merkez Parti Arşivi (TsPA) ve Bütün Birlik Lenin Komünist Gençlik Birliği (Komsomol) Arşivi'nin (TsA VLKSM) isimlerinin değiştirmesiyle kurulmuşlardı. Arşivin esas koleksiyonlarını oluşturan Merkez Parti Arşivi'nin kökleri, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Rus sosyal-demokratlarının yurtdışındaki faaliyetlerine dayanır. Ancak Arşiv, esas olarak Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin (RSDİP) Ağustos 1903'teki II. Kongresi'nin ardından düzenli olarak oluşturulmaya başlanır. 1917 Ekim Devrimi'nin ardından yeni Sovyet devletinin belgelerinin toplandığı bazı devlet arşivlerinin yanında kendi arşivlerine sahip belirli tarih araştırma merkezleri de kurulur. Bunlar arasında Ekim Devrimi ve Rusya Komünist Partisi tarihine dair belgeleri toplama ve araştırma komisyonu (İstpart) oluşturulur. Bu komisyon 1920 Eylül'ünden itibaren Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti (RSFSC) Eğitim Halk Komiserliği bünyesinde çalışmalarına başlar. Komisyon, Aralık 1921'den 1928'e kadar da Bütün Birlik Komünist Partisi (bolşevik) (BKP (b)) Merkez Komitesi altında faaliyetlerini yürütür. Oluşturulan diğer iki merkez ise SSCB Merkez Yürütme Kurulu bünyesindeki K. Marx ve F. Engels Enstitüsü (1921-1931) ve BKP (b) MK bünyesindeki V. İ. Lenin Enstitüsü'dür (1923-1931). 1928 yılında parti tarihini araştırma komisyonu, V. İ. Lenin Enstitüsü'ne dâhil edilir ve yapılandırılan yeni kurum, bilimsel çalışmalarının alanını daha da genişletir ve 1929 yılında Merkez Parti Arşivi'nin oluşturulmasına başlanır.1931 yılında da Marx-Engels Enstitüsü ile Lenin Enstitüsü'nün birleştirilmesine karar verilir ve böylece bazı isim değişikliklerinin ardından SBKP (b) MK bünyesindeki Marksizm-Leninizm Enstitüsü Merkez Parti Arşivi (İML TsPA) kurulur. 
1920'li ve 30'lu yıllarda yapılan çalışmalar sonunda yurtdışından Marx, Engels ve Lenin'e ait birçok orijinal belgenin yanında Fransız Devrimi'ne, Paris Komünü'ne, 1830, 1848-49 yıllarında Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan'da cereyan eden devrim hareketlerine ilişkin birçok koleksiyon arşive katılır. Ayrıca Babeuf, Bakunin, Bauer, Bebel, Blanqui, Bernstein, Lassalle, Liebknecht, Prudon, Saint-Simon, Feurbach gibi dönemin önemli düşünür ve devrimcilerinin de kişisel arşivleri getirtilir. Eylül 1943'te ise Merkez Parti Arşivi koleksiyonları arasına faaliyeti durdurulan Komünist Enternasyonal'in arşivi de katılır. SBKP'nin bütün organlarının belgeleri arşivlenirken, diğer taraftan da ölen üst düzey parti yöneticilerinin kişisel arşivleri de koleksiyonlara eklenir; örneğin Jdanov, Cerjinski, Kalinin, Çiçerin, Kirov, Orconikidze, Stalin vb.

1950-80'ler arasında da farklı kaynaklardan Arşiv'in geliştirilmesine devam edilir. Sovyetler'deki ve yurtdışındaki arşivlerden, kütüphanelerden, müzelerden, şahıslardan Marx, Engels, Lenin'e veya diğer önemli liderlere ait, uluslararası işçi hareketine, Marksizm tarihine, SBKP'ye ve Sovyet toplumuna dair birçok değerli belge elde edilir. 1 Ocak 2002'de yapılan sayım sonucunda RGASPİ'de 685 koleksiyonun (fond) dâhilinde 2 milyon 100 binin üzerinde arşiv dosyası ve 160 bin müze materyali olduğu tespit edilmiştir. Bütün bu belgeler, Arşiv'de fond-liste-dosya-yaprak numaralarıyla saklanmaktadır. Devlet sırlarını içeren, kanun gereği üzerinden yeterli zaman geçmemiş ve kişilik haklarının korunmasını gerektirecek belgeler dışında bütün koleksiyonlar araştırmacılara açıktır. Koleksiyonlar ise 7 başlık altında toplanmaktadır.




Ermeni Ayaklanmaları Sempozyumu | 3. Oturum: Doç. Dr. Erol KÜRKÇÜOĞLU

Türk Ermeni İlişkileri Tarihi, Doç. Dr. Erol KÜRKÇÜOĞLU

Fransa ve Sözde Ermeni soykırımı - Sinan Meydan, Barış Doster






15 Ocak 2016 Cuma

Genocide Traders and Truths






Şükrü bey is 78 years old, but he authored such a book, that it is impossible not to admire him. The book has been published both in English and in Turkish under the name “Genocide Traders and Truths”. The English version has been already distributed overseas. The Turkish version was introduced the other day to Turkish readers. The special effect of the book is that Sukru bey has not used documents from Turkish sources. He explains this as follows: . . 


“My aim was to put the stranger in a shameful status, with his own words. Since foreigners do not know Turkish and prefer no to see the evidences presented to them, I tried to enlighten the matter with documents that they can show no excuse”.


Şükrü bey’s following lines are striking: “Diaspora Armenians, make earnings by selling hatred to the whole world and declaring all Turks killers and bad persons. We cannot retaliate in the same ethical level, because of our humane tenderness. However, this danger should make us aware of this danger, and encourage us to protect our citizens of Armenian ethnicity within our community. I tried to approach the incidents as a neutral and decent person and presented all that I knew to you”


This is a very important document published by “Derin Yayınevi” and prepared by Sukru Server Aya with long time efforts, belying the slander of “genocidal killers”, which the Armenian diaspora is trying to label on the Turkish nation. 


Tufan Türenç Hürriyet 21.01.2009






"Armenia does not respect present borders and have a request of land and compensation from Turkey, disregarding existing treaties or the fact that all claims between USA and Turkey were settled back in 1934 and no indemnity claims can be made. As long as the young state of Armenia maintains these extravagant claims in their Constitution, normalization is not possible."


"Armenia has occupied by force Nogorno Karabagh and about 20% of the Azeri land, exiling about a million souls now living in railway cars etc., after the Hodjali massacres. "


"Mr. Sarafian than complains that the Turkish Museum of Kars, does not include “sufficient Armenian” identities! Well my dear Sarafian, have you seen any museums of genocide or massacres in Turkey propagating the other page of the dirty history? (to reciprocate Armenia or diaspora)"


"Mr. Sarafian also gives an example about the feelings of a simple Turkish worker, who had disapproved that an Armenian church was converted into a mosque. Sentimentally, I share the same approach but it is an undeniable fact that: It was an old habit to convert pagan temples (or use the stones) into Churches and some of them into Mosques by the victors. Whether we like it or not, this is the past. Mr. Sarafian must also answer “why there is not a single mosque” (except a tiny Iranian one in Erivan) of Muslims in an area where they were 70% of the living population? Is there but ONE muslim family left? On the other hand, a multitude of Armenian churches (some restored with Turkish tax money) is fully active in Istanbul and other cities of Turkey. Next time Mr. Sarafian comes to Istanbul, I would like to take him to the “Surp Pirgic” hospital (which I frequently visit) and foster home! "


"Dear Sarafian is “hacking himself the history”, by “being selective in observations and reporting”. Dear Sir, since you are known to be a “scholar” and “historian”, let me remind you as an elderly man, that you do not have the liberty of reporting only one side of the story that suits you and scrap or “hack” the rest! This was done long time ago, in the Blue Book, Morgenthau’s Story etc. They brought illusion and devastations for not telling the truth."


"Turkish philosopher Mevlana, in one of his poems says: 


Yesterday is gone my dear, with all that was said! Let’s have something new and fresh for today! And I add, “Dear Sarafian, let’s get over the past and see what we can do for a better tomorrow! If you are truly concerned about the welfare of the State of Armenia and Armenians living in there and Turkey, you “must be constructive”. If you have to defend the “genocide fanfare of the diaspora” making an earning on a past drama, I am sorry to say that “by now you know that you are not rightful” and exerting such outside pressures on Turkey will keep in business only those who build monuments of hatred or museums showing the human bestiality! ANCA just sent another letter pointing out “Dangers of Forgetting” which means the true danger that they may have no cause left to collect money and milk their rich diaspora community!"


Sukru S. Aya












The Armenian Propaganda in the United States and Ambassador Ahmet Rüstem Bey


This paper gives us information on the attempts made by the Turkish Ambassador Ahmet Rüstem Bey to prevent the Armenian propaganda against the Ottoman Empire in the US.


In 1914 Ahmet Rüstem Bey was nominated as Ambassador to Washington, where he started his duty on the 24th of June with the presentation of his confidence letter to the US President Woodrow Wilson. He was the first Ottoman Ambassador in Washington. Only four days later Archduke Ferdinand of Austro-Hungary was assassinated in Sarajevo and WWI started. In the summer of 1914 the US and Turkey were still outside the war. As soon as Ahmet Rüstem Bey took the office he had two shocking news.


The first one was that Britain refused to submit the two Ottoman arships, which were built in Britain for the Ottomans, despite the fact that they were paid fully.


The second shock came from the United States. Ambassador Ahmet Rüstem Bey got to know that the US navy was about to sell the two warships, ‘Idaho’ and ‘Mississippi’ to Greece. The Turkish Ambassador immediately acted to prevent this sale and he even reached President Wilson to express his concern. Ambassador Ahmet Rüstem Bey stated that the sale of the warships to Greece would instigate Greek aggression against Turkey and damage the peace. Nevertheless, he could not manage to stop the US to sell the two warships to Greece. President Wilson claimed that Greece would not use the ships for war. At the end, the US Senate voted in favour of sale and President Wilson approved it.


Ahmet Rüstem Bey was shocked by the campaign in the US press demanding the humanitarian intervention of the US navy in Turkey to protect the Armenians. Ahmet Rüstem Bey realized that Britain and France were in behind the campaign. They tried to gain the US public support for the involvement of the US in the First World War. Ahmet Rüstem Bey successfully struggled against this campaign by using the same tools: he wrote articles and gave interviews. In an interview to the Evening Star, dated 8th of September in 1914, he stated that Britain and France spread that Armenians were murdered, which is completely untrue, in order to get public support in the US. He accepted that in the past some Armenians had rebelled against the Ottoman Empire and they were suppressed in a way any nation would do. He also asked what the US would do if a community in the US collaborated with its enemy. He criticized the French and British activities in Algeria and India. Ahmet Rüstem Bey also mentioned ‘Water Cure’, a kind of torture used by the US against natives in the Philippines and lynches in the US.


President Wilson, who didn’t do anything to end the anti-Turkish campaign, which was intending to damage the reputation of the Ottoman Empire among the Americans, got extremely angry when he read Rüstem Bey’s interview. President Wilson first wanted to declare the ambassador persona non grata, even Wilson thought to break diplomatic relations with the Ottoman State. However, Bryan, Secretary of State and Robert Lansing, his deputy, calmed down the President and persuaded him not to do so. For Bryan and Lancing, such a problem with the Ottomans when the Great War erupted in Europe would damage the American interests. 


On the 11th of September, the US Secretary of State asked officially Ahmet Rüstem Bey whether the words published in the newspaper were the correct interpretation of his interview or not. Ahmet Rüstem Bey sent a memorandum on the 12th of September in which he stated ‘the interview published in Evening Star had expressed my own ideas. I am aware of that this may seem as an unusual way to explain personal ideas for an ambassador. However, the propaganda campaign in the press against the Turkish and the American interests is not usual. Turkey has been exposed to the systematic attacks from the US press… Turkey in these campaigns has been shown as the only responsible for all the problems. Although the similar problems and radicalism had been seen in many countries, all this is being used consciously against Turkey. As a result of these campaigns Turkish race was named as “unspeakable”… It might be true that I did not fully obey the diplomatic rules. Yet, I believe that the situation we are confronted with is not usual and this does not only tolerate such an attitude but also legitimates an extreme reaction. I think I did my duties towards Turkey, USA and to all humanity.


’The Turkish ambassador’s response did not conceive the Americans, but even increased the tension. After the official corresponding and consultation, the American authorities asked the ambassador to apologise. If Ahmet Rüstem Bey would have apologised from President Wilson he would have stayed in Washington, and the friendly relations between Turkey and the USA would have continue as usual. Yet the Turkish ambassador refused to apologise and he informed Sait Halim Pasha, Ottoman Prime Minister, that he would leave the USA. He also wrote another memorandum to the US Secretary of State and stated that he is not in a position to apologise. His Washington duty as ambassador lasted only three and half months and Ahmet Rüstem Bey left the USA on the 9th of October in 1914. In other words, the Armenian propaganda ended an ambassador’s carrier. After the Ottomans entered the war the Armenian propaganda dramatically increased and then Morgenthau, the American Ambassador to Istanbul, also joined the Armenian anti-Ottoman propaganda campaign.


Dr. Bilal N. Simsir, Retired Ambassador, Historian
- Armenian Studies, Issue 2, June-July-August 2001




Ahmet Rüstem Bey, 
Original Version in French -La Guerre Mondiale Et La Question Turco-Arménienne
or in English
The World War and the Turco Armenian Question, Berne, 1918 / e-book




























Türk Halkına Uyarımdır!..









Türkiye ürkütücü bir savaşa sürüklenmiştir. Önce ülkenin bütün kolon direklerini yıktılar. Bütün halkı borç batağına sürüklediler. Dış ticaretimiz Libya’dan Rusya’ya kadar yok edildi. Elde kalan turizm gelirleri de terör ile kurşun yedi. 


Yani, Türkiye üzerinde emelleri olanlar gırtlağımıza sarıldı. 78 milyon insanımızın 25 milyonu kredi batağında kendi derdine düşürülmüştür. Olup bitenden haberi yoktur. 


Adalet yok, hukuk yok!!. Dilimize, dinimize savaş açıldı. İlkokullarda Latin harfleri Arapça söylenişe uydurularak okutuluyor. Ülkede satılmayan bir şey kalmadı. Dış borç gırtlakta… Kısacası;


Ekonomik bağımsızlığımızı hepten kaybettik. Bir hatırlatma yapayım:


Rusya çözüldüğünde Almanya borcuna karşılık Rusya’dan sınırda bir yeri, yani resmen toprak istemişti. O olmazsa Gazprom’u verin demişti. Bu durumda köşeye sıkıştırılan Türkiye’den neler istenir, siz düşünün artık. 


ABD ve müttefikler Irak’a girdiğinde asıl hedefin Türkiye olacağı belliydi. Çünkü Türkler uyumsuzdur. Durur durur, oyun bozar. Emperyalizm çizdiği yenidünya haritasına her ülkeyi ve birçok ırkı kolay monte edecek hale getirebiliyor ama, Türklere güvenemiyor. Türkler o tabloyu bozabilir diye tedbirini aldı. 


Erdoğangiller familyasının hastalıklı ruh hallerini maymuncuk olarak kullanıp ülkemize girdi. Muhalefeti hadım etti. 


Erdoğangiller Familyasının mecburiyetleri ülkeyi batağa sürükledi. AKP ve Erdoğan’ın mecburiyetleri; Türk Halkını, “yılan-çıyan-akreplerle” bir yatağa soktu. O yatağa sokarken de millet her türlü psikolojik operasyonla narkoz odalarına hapsedildi.


Soros’un 8 milyon dolar para dağıttım dediği vesikalı gazeteciler ve medya organları Soros’un bir bölüğü gibi Türk Milletinin bütün değerlerine saldırdı. Bilgisi zayıf olanlar kendini koruyamadığı için beyin işgaline uğradı. Televizyonlar milletin üzerine sürekli psikolojik operasyon kustu.


Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün etrafı boşaltıldı. Suriye’den Irak’a terör bataklığı oluşturuldu. Ülkemizin içinde uyumaya bırakılan yüzlerce terör örgütü elemanı uyanmaya hazır bekliyor. Yabancı istihbaratlar cirit atıyor. Daha vahimi; Başbakanlığa bağlı Kamu Müsteşarlığında yabancı istihbarat elemanları çalıştırılıyor. Sayılarının 150 kadar olduğu söyleniyor.


Türk Ordusu her şeye rağmen Güneydoğu’da;


AKP’nin PKK’ya terk ettiği yerleri temizlemeye çalışıyor. AKP Güneydoğu’yu Yemen’e çevirdi. Giden adeta gelmiyor. PKK’ya teslim edilen yerlerde PKK rahat rahat savaşa hazırlanmış. Silah depolamış. Tüneller kazmış. PKK’lı belediyeler bu aziz milletin parasını PKK’ya sebil etmiş. Valiler bu durumu MAL gibi seyretmiş.


Dün “iyi ki bunlarla savaşa girmemişiz” diyenler, üzerinde tepindikleri Türk Askeri nin canı üzerinden bugün sahte milliyetçilik oynuyor. Oynuyor da; “Tavuk götü tövbe tutmaz” der büyüklerimiz. Vatansızlar-bayraksızlar çoktan kıvırmaya başladı bile... AKP içindeki bölge vekillerinin baskısıyla(AKP içindeki bölge vekilleri BDP ‘li vekillerin ruh ikizidir), askeri operasyonları bitirmeye hazırlanıyor. Aldığım duyumlara göre;


Askere operasyonları durdurun diyorlarmış. Asker de “ne kadar temizlik yaparsak kardır diyerek “canı pahasına” operasyonları Ocak sonuna kadar uzatmaya çalışıyormuş... 


AKP buzdolabına “kokmasın(!)” diye sakladığı hain saçılımı, buzdolabından çıkarmaya hazırlanıyor.


PKK baharda iç savaşa hazırlanıyor. En büyük dayanakları İKİZ YASALARDIR… 


Doğu PKK ile, Batı hem PKK, hem de İŞİD, Nusra, Hizbullah ve diğer terör örgütleri ile vurulacaktır. Bunların hepsini ülkeye AKP soktu. Türkiye bu terör örgütleri için adeta bir üs haline getirildi. Artık kontrol edemiyorlar. 


Bir uyarım da Benzin istasyonları konusundadır. Öcalan yakalanmadan önce PKK’ya;


“Bütün yol boylarındaki benzinlikleri alın, yol boylarına benzinlik kurup üs haline getirin” diye talimat vermişti. Bu talimat gereği yol boylarında kurulan veya satın alınan benzinlikler bir üs olarak kullanılacaktır. Türk Halkı o benzinliklerden avlanacak, araçlarına yakıt alamayacaktır.


5-6 yıl önce Yalova’dan Alanya’ya gelmiştim. Yol boyunda benzin almak için girdiğim benzinlikler hep Güneydoğu kökenliydi. Doğrusu Öcalan’ın talimatını hatırlamadan edemedim.


Milli bir MİT’imiz olsaydı, bu durumdan bu kadar endişe etmezdim ama durum ortada… Oslo’da PKK ile masaya oturan, oturmakla kalmayıp şehirlerimizin ağır silahlarla donatıldığını itiraf eden MİT Müsteşar Yardımcısı (Afet Güneş) ve Öcalan’a methiyeler düzen MİT Müsteşarı Hakan Fidan gibiler varken, vatandaş olarak bizler düşünmek zorunda kalıyoruz. Olası bir iç savaşta bu durumu göz ardı etmeyin. İŞİD ile PKK mutlaka iş birliği yapacaktır. Çünkü efendileri aynıdır.


İç savaşa nasıl hazırlanılması gerekiyorsa öyle hazırlanın!!. Yoksa 1915 öncesinde Ermeni örgütlerin silahsız, yoksul ve çaresiz Türkleri avladığı gibi av oluruz. 


Ve, Türk Ordusu’na operasyonları bırakması söylendiğinde hep birlikte ayakta olalım. 


Artık bizim sorunumuz Türk Sorunudur. Adımızı, varlığımızı, VATANIMIZIN varlığını devam ettirme savaşı verecek miyiz? Yoksa Türk adıyla birlikte varlığının da Anadolu topraklarından yok edilmesini seyredecek miyiz?

Karar Türk Milletinin olacaktır ve verdiği kararın sonuçlarına KATLANACAKTIR!!.



Zahide UÇAR
14 Ocak 2016





Senin seviyene henüz hiç kimse erişemedi ATAM


















Tarihte hiçbir şekilde siyasi varlık göstermemiş, para basmamış, sınırı olmamış, dili diğer dillerden bozma, alfabesi yok, tarihi eseri, sanatı, arkeolojik kalıntıları yok, ki halk bile diğer halklardan kopanlardan oluşturulmuş bir topluluk ve diğer halkların gelenek ve göreneklerini kullanırken "sen işgalcisin, ben devletimi kuracağım" demesi aklı olana terstir. Sahte tarih ve uydurulmuş dil ile de bir yerlere gelinemez. Zahide Uçar'ın Uygur Türkleri ile ilgili olan yazısını da okuyun, çünkü bazıları kendilerini onlarla eş tutuyor. Biz bu ülkenin işgalcisi değil asli unsurlarıyız. Tıpkı Kıbrıs'ta asli unsur olmamız gibi...


Bölücüler bir yana, vatansever yurttaşlar bir yana....
Zaten insanlar ikiye ayrılır, İYİ-KÖTÜ; VATANSEVER-VATANHAİNİ...
gerisi boştur.SB



























Bir Nazi Subayının Anılarından







BİR NAZİ SUBAYININ ANILARINDAN:
“ÜÇ RENKLİ BAYRAK KÜRTLERE HEDİYEMDİR”.



Yukarıdan beri verilegelen bilgilerden anlaşılmaktadır ki, SARI, KIRMIZI ve YEŞİL renkler, BEYAZ renk ile birlikte, Türk tarihinin derinliklerinden süzülerek gelmiş ve Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar hükümranlık renkleri olarak kullanılmıştır. Kıyafetlerde ve sembollerde ise, bu üç renk bütün Türkiye’de bugün de çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Durum böyle iken, son yıllarda sarı, kırmızı ve yeşil üçlüsünün ülkemizde bölücülük simgesi olarak kullanıldığı hayretle görülmüştür.


Tabiî, söz konusu üç rengin Türkiye’de bölücü bir terör örgütü tarafından bölücülüğün simgesi olarak takdim edilmiş olması, terör örgütünün bu renkleri nasıl bir araya getirdiği, neden bu renkleri benimsediği, nasıl benimsediği ve terörist bölücü çevrelerde bu renklerin ne zamandan beri kullanılmaya başladığına dair, zihinlerde birtakım soruların oluşmasına da neden olmuştur. Elbette bizim zihnimiz de bu sorular ile meşguldü. Derken, günün birinde, belki de yayınlayanlarının bile yaptıkları işin pek farkına varmadan yayınladıkları, bir NAZİ Subayı’na ait anılar, bizim zihnimizdeki soruların cevaplarını ortaya koyuverdi. Söz konusu anılar, Yeni Ufuk Gazetesi ’nin 18 ve 19 Haziran 1997 tarihli nüshalarında, “Kuzey Irak’ta Bir Nazi: Hitler’in Petrol İçin, Kürt Devleti Pazarlığı” ve “Almanların Bitmeyen Kürt İlgisi” başlıklarıyla yayınlandı. Anılar, Godfried Johannes Müller adlı bir Nazi subayına aitti.


Anıların ele aldığı konu kısaca söyledir: 22 Haziran 1941’de Almanya, üçbuçuk milyon askerle Sovyetler Birliği’ne saldırdığında, Hitler ordularının hayatî ihtiyacı olan petrol, bu ülke topraklarından sağlanmaya başlanmıştır. Çünkü, daha önce ele geçirilmiş olan Romanya’daki petrol yatakları ile Almanya’daki kömür madenleri, Hitler Almanyası için hem verimsiz hem de yetersizdir.


Öte yandan, Alman orduları kısa bir süre sonra Sovyet topraklarından çekilmek mecburiyetinde kalınca, petrol sıkıntısı daha ileri boyutlarda hissedilmeye başlar. Bu sırada, istihbarat subayı Godfried Johannes Müller ve arkadaşları, Almanya’nın yeni petrol kaynakları bulması gerektiği inancıyla kafa yormaktadırlar. Akıllarına, Şeyh Mahmud Berzencî ve Molla Mustafa Barzanî’nin Kuzey Irak’ta İngilizler’e karşı ayaklanma istekleri gelir (o sırada Irak İngiliz yönetimi altındaydı) ve Kuzey Irak’a dikkatlerini çevirirler. Bu, İngilizlerin kontrolündeki zengin petrol kaynaklarına, yani Kerkük ve Musul petrollerine yönelmek demektir.


Müller, düşüncelerini bir raporla Adolf Hitler’e aktarmak imkânı bulur. Raporunda, Kuzey Irak’ı ve burada yaşayan aşiretleri iyi tanıdığını ve izin verilmesi durumunda bölgeye giderek burada, İngilizler’e karşı bir Kürt ayaklanmasını örgütleyebileceğini bildirir. Müller, Kürtler’in İngilizler’e düşman olduğunu; burada başlayacak bir ayaklanma ile hem petrol kaynaklarına sahip olunabileceğini hem de ayaklanmanın İran’daki Kürt bölgesine sıçraması durumunda, Alman ordusunun Kafkaslardan, Sovyetler’e karşı ikinci bir cephe açma şansı bulacağını belirtir. Ayaklanma sırasında elverişli bir yere havaalanı inşa edilebileceği ve Alman paraşütçülerinin bu sayede bölgeye daha rahat ulaşabileceği de raporda yer alıyordu.


Hitler, Müller’in raporunu okuyunca keyiflenir ve “ivedi” kaydıyla raporu Genelkurmay Başkanı Wilhelm Kietel’e havale eder. Kietel de plânın derhal uygulamaya geçirilmesini emreder. Müller vakit geçirmeden Kuzey Irak’a havadan inecek ekibi oluşturmaya ve gerekli malzemeyi derlemeye başlar. 


O, grubunu Arapça, Farsça ve Kürtçeyi iyi bilenlerden oluşturmak istemektedir. Nitekim, grubun üyelerinden biri olan Hofman, Orta Doğu uzmanı idi ve Tahran’da da üniversite hocalığı yapmıştı. Bir diğeri, Orta Doğu’yu çok iyi bilen Konechin adında Polonya kökenli bir subaydı. Ama bu ekibin, söz konusu harekât için bir Kürd’e de ihtiyacı vardı. Kuzey Irak’ı ve Kürt aşiretlerini iyi bilen, bölgede düşmanlıkları olmayan biri seçilmeliydi. Sonunda, aranan vasıflarda biri bulunur. Bu zat, Nafi Remzi Reşid’dir. Reşid, Kuzey Irak’ın büyük aşiretlerinden birine mensuptur, Amerika Birleşik Devletleri’nde öğrenim görmüştür.


Müller, Nafi Remzi Reşid ile İstanbul’da tanışır. Bu yıllar Alman casuslarının Türkiye’de cirit attıkları yıllardır. O, plânının Remzi tarafından bilinmesinde sakınca olmayan yanlarını ona heyecanla anlatır. Sonunda ikisi, Kuzey Irak petrolüne karşılık o bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmak şartıyla anlaşırlar. Buna göre Kuzey Irak Kürtleri Almanlara petrol verecek, bunun karşılığında da, İngilizler bölgeden kovulunca burada bir Kürt devleti kurulacaktı. Bundan sonra Müller ve ekibi Almanya’nın dağlık bölgelerinde eğitime başlarlar. Hazırlıklar bitince de o sırada Almanların işgalinde bulunan Kırım’a gidip buradan bir uçak ile Kuzey Irak’a geçerek paraşütle Hakurk vadisine ineceklerdir.


1943 yılı Haziran ayında bir gece vakti, Kürt giysileri giyen ve sahte Irak kimlikleri taşıyan Almanlar, Remzi ile birlikte Karadeniz semalarından geçip Kuzey Irak’a ulaşırlar. Hemen Remzi’nin ailesinin ve aşiretinin bulunduğu Erbil şehrine gitmeye karar verirler. İngiliz devriyelerinin kontrolündeki yerlerden geçerek Erbil yakınlarındaki Kasr-ı Atevlaha bölgesine ulaşmayı başarırlar. Burası Remzi’nin aşiretinin kontrolü altındadır. Ne var ki, aşiretin önde gelenleri Almanlara yardım etmeyeceklerini söylerler. Çünkü, İngiliz istihbarat birimleri harekâttan, daha başlamadan önce haberdar olmuşlardır ve Almanları Erbil civarında aramaktadırlar. Artık yapılabilecek fazla bir şey kalmamıştır. Bu defa Kuzey Irak’tan kaçış plânları yapmaya başlarlar. 


Ancak, başlarına konan 1000 dinar ödülü almak isteyen bir Kürt tarafından ihbar edilerek yakalanırlar, tutuklanırlar. Önce Bağdad’a, oradan da Mısır’a götürülerek sorgulanırlar. Ağır işkenceler gören Remzi aklını yitirir. Müller’in esareti ise 1947’de sona erer ve Almanya’ya döner. Kendi ülkesinde de bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılır. Müller, tutuklu kaldığı sırada bir İngiliz subayından, Londra’nın bu operasyonu, harekete geçmelerinden iki hafta önce haber aldığını öğrenir. Müller’e göre Kırım’dan bindikleri uçağın pilotu da İngiliz ajanıydı.


Yukarıda özet olarak anlattığımız olaylar zinciri içerisinde, konumuz olan “üç renkli bayrak” olayına gelince, bununla ilgili ayrıntıyı, maceracılıktan Nazi istihbarat subaylığına geçmiş olan Godfried Johannes Müller’in ağzından dinleyelim:


“O sırada Molla Mustafa Barzanî ve Şeyh Mahmud Berzencî’nin İngilizlere karşı ayaklanma düşünceleri vardı. Bunlar ayaklandıktan sonra biz de petrolleri Alman ordusuna gönderebilecektik. Ayaklanma başladıktan sonra, Alman ordusu Kürtlere yardım edecekti. Orada bir havaalanı yapılacaktı. Buraya gelen paraşüt birliği ile Bakü önlerindeki Alman ordusu daha da güçlendirilecekti. Böylece hem Kuzey Irak petrollerine hem de Bakü petrollerine daha rahat ulaşacaktık”.


Kendisine, “Remzi ile birbirinize ihanet etmeme konusunda yemin ettiğinizi anlattınız. Siz, Alman bayrağı üzerine, Remzi de Kürt bayrağı üzerine yemin etmiş. Kürt bayrağının öyküsünü anlatır mısınız?” şeklindeki bir soru üzerine ise Müller, anılan bayrak ve renkler hakkında şunları söylemektedir:


“Berlin’den hareket etmeden önce ilk eşime, Kürtlerin bir sembole ihtiyacı olduğunu söyledim. Operasyondan önce Remzi ile, birbirimize ihanet etmeyeceğimize ve hep sadık kalacağımıza dair yemin ediyorduk. Ben, Alman bayrağına el basarak yemin ettim. Remzi’nin ise el basacak bir bayrağı yoktu. Bu sırada aklımıza geldi. En güzel renkler kırmızı, yeşil ve beyazdı bana göre. Kürt bayrağındaki renkler Kürtlere yakışır renkler olmalıydı. Bayraktaki kırmızı, yeşil ve beyaz renkleri bu düşünceden yola çıkarak koydum... Remzi ile birlikte şekillendirdik bu bayrağı. Bayrak benim Kürtlere en büyük hediyemdir. Uçaktan atlarken yanımızda bu bayraklar da vardı. Sonra onları buldular. Ama güzel olan, unutulmadı. Başkaları da kullandı”.


Evet, Nazi istihbarat subayı Godfried Johannes Müller’in Kuzey Irak macerası dolayısıyla Kürt bayrağı konusunda söyledikleri kısaca bunlardır. Şimdi, bu macerayı öğrendikten ve Müller’in bayrak ve renkler hakkında söylediklerini dinledikten sonra, aşağıdaki hususlara da mutlaka işaret etmeliyim.


a - Görüldüğü gibi Almanya’nın Kuzey Irak’la daha doğrusu Kürtlerle ilgisi, aslında bölgenin petrol zenginliğine olan bir ilgidir. Ekonomik ve buna bağlı siyasal çıkar hesapları sonucu ortaya çıkan bir ilgidir. Hiç süphe edilmemelidir ki bugün de başta Almanların bölücü terör örgütünün kendi ülkesindeki teşkilâtları olmak üzere, ülkemizdeki bölücü hareketlerle ilgilenmesinin altında yatan gerçek de aynı gerçektir. Yani, adam Kuzey Irak petrolüne, o arada Bakü petrolüne göz dikecek ve bunlardan öyle veya böyle çıkar elde etmek için bölge insanları üzerinde oyunlar oynayacak. Aslında Almanların II. Dünya Savaşı yılları ile sınırlı kalmayıp, günümüzde de sergilenmekte olan bu tip oyunları, bölgede ekonomik ve siyasal çıkar peşinde olan bütün dış güçlerin gizli veya açık politikalarının ana etkenini oluşturmaktadır. Ülkemizde yıllardır kan dökmekte olan bölücü terörü öyle veya böyle, açık veya kapalı kışkırtıp, besleyenler de işte bu mihraklardır.


b - Nazi subayı Müller acaba gerçekten kırmızı, yeşil ve beyaz renkler üçlüsünden oluşan bir Kürt bayrağını, söylediği gibi kendiliğinden mi düşünmüştür, yoksa; yukarıdan beri kaynaklara dayanarak açıkça ortaya koyduğumuz üzere, tarihî Türk geleneğindeki beyaz, kırmızı, yeşil (ve sarı) tercihinden mi herhangi bir şekilde etkilenmiş veya esinlenmiştir? Çünkü, Birinci Dünya Savaşı başta olmak üzere Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki sıkı ilişkiler ve işbirlikleri, söz konusu yeşil, kırmızı ve beyaz renkler üçlüsünün alınarak “Kürt bayrağı” adı altında bir araya getirilmiş olmasında, Osmanlılardan esinlenilmiş olması ihtimali çok kuvvetlidir.


c - Görüldüğü gibi Müller’in hazırladığı ilk Kürt bayrağı kırmızı, yeşil ve beyaz renklerden oluşmakta olup, meydana getiriliş yılı da 1943’tür. Demek ki bu tarihe kadar Kuzey Irak’ta da dünyanın başka herhangi bir yerinde de bir Kürt bayrağı olmamıştır. Değilse Müller’in Remzi için bir bayrak uydurması söz konusu bile olmayacaktı.


d - Daha sonraları, muhtemelen yine Müller gibi birileri, bu bayrağın renklerinden yeşil ve kırmızının yanına, beyazı değil sarıyı alarak bir bayrak biçimine getirmişler ve bölücü terör örgütünün eline tutuşturuvermişlerdir. Terör örgütü de, benimsediği Marksist ideolojinin sembolü olan orak-çekiç ile veya kızıl yıldız ile bu renkleri kullanarak ülkemizde bir bölücülük simgesi gibi ortaya çıkarmıştır. Bu tip bir bölücülük simgesinin ortaya çıkışı ise 1943’ten epeyce sonra ve ancak 1970’li yıllardır. Yani, sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluşan bir bayrağı hükümranlık bayrağı ve devlet başkanlığı forsu olarak kullanan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından yaklaşık 50 yıl sonra.


e - Hatta daha sonraları, Kuzey Irak’taki bazı Kürt grupları da, muhtemelen bölücü terör örgütünün etkisinde kalarak, bayraklarını sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluşacak tarzda düzenlemişlerdir. Bunlar, bu üç rengi enlemesine üç geniş şerit halinde yan yana getirdikten sonra, ortada bulunan sarışeridin tam ortasına bir de beyaz güneş şekli koymak suretiyle, dört renkli yeni bir şekil meydana getirmişlerdir. Böylece bir anlamda Nazi subayı Müller’in bayrağı ile bölücü terör örgütünün bayrağı, tek bir şekilde birleştirilmiştir.


f - Görüldüğü gibi bu oluşumların hepsi, nihayet kırk-elli yıllık bir geçmişin oluşumlarıdır. Yani, Türk tarihinin başlangıcından beri millî semboller olarak ve daima millî birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak kullanılmış olan sarı, kırmızı ve yeşil renkler, bir bölücü terör örgütünün elinde, bölcülüğe alet edilmek istenmiştir.


g - İşin bir başka yanına gelince, maalesef Türk halkı, sarı, kırmızı ve yeşil renklerin bizim tarihimizde oynadığı rolü tamamen unutmuştu. Oysa, söz konusu renklerin Türk tarihindeki anlam ve öneminin, hiç değilse eğitim ve kültür programlarımız aracılığıyla unutturulmaması gerekirdi. Ama, maalesef bunları unutmuş olan halkımız, söz konusu renklerden oluşan böyle bir bayrağı görünce, bunu bölücülüğün bir simgesi gibi öğrendi ve her yerde ona göre tavır almaya veya tepki göstermeye başladı. Hatta, başta tarihî mehter takımımızın renkleri olmak üzere, pek çok yerde bu üç rengi yan yana getirmemeye veya birlikte kullanmamaya özen gösterir oldu.


Halbuki bu tavır fevkalâde yanlıştır. Sarı, kırmızı ve yeşil renkler, gerek ayrı ayrı, gerekse ve özellikle üçü bir arada, bizim tarihimiz boyunca millî anlamlara sembol yaptığımız renklerdir. Anadolu halkının pek çoğunun millî giysilerinde bugün de üçünü bir arada kullanmaya düşkün olduğu renklerdir. 


Bunları günümüzde de gelecekte de en geniş biçimde ve her yerde kullanmaya devam etmemiz gerekmektedir. Aksi bir tutum, bölücülerin amaçlarına göre hareket etmek olacaktır. O bakımdan, Osmanlı Devleti’nde devlet başkanlığı bandosu demek olan ve o yüzden devlet başkanlığı renkleri olan sarı, kırmızı ve yeşil renkli kıyafetlerden oluşan tarihî Mehter Takımlarında başta olmak üzere, gerek tarihî filmlerde gerekse tarihî ve kültürel geleneklerimizin gerektirdiği her yerde mutlaka kullanılmalıdır. Böylece, bu renklerin bölücülüğün değil, tam aksine millî birlik ve beraberliğin renkleri olduğu önem ve özenle vurgulanmalıdır.


Burada, şuna da önemle işaret etmeliyim ki, biz toplum olarak bir zamanlar, millî bayramlarımızdan olan Nevruz’u unutulmaya terkettik. Derken birileri bunu alıp Kürt bayramı diye takdim etmeye ve Nevruz’u bölücülüğe alet etmeye kalkıştılar. Tıpkı onun gibi, sarı, kırmızı ve yeşilin tarih boyunca bizde hükümdarlık renkleri olduğunu da unuttuk. Yine hemen birileri bunları alıp, bunlardan sözde bayraklar yaparak bölücülük simgesi yapmaya kalktı. Bu iki olay bize, millî kültür geleneklerini, yani kültürel geçmişinin bir takım değerlerini unutmuş veya ihmal etmiş olan toplumların bu yüzden ne gibi acılar ve sıkıntılar yaşayabileceğini yaşayarak göstermiştir.


Dileğim, bundan yeterli dersi çıkarmamızdır. Şüphe yok ki, bu değerlere en geniş şekilde yeniden sahip çıkmamız, bölücülerin heveslerini kursaklarında bırakacak ve millî birlik ve beraberliğimizin pekiştirilmesine büyük katkılar sağlayacaktır.



PROF. DR. REŞAT GENÇ 
"TÜRK İNANIŞLARI İLE MİLLİ GELENEKLERİNDE RENKLER VE SARI KIRMIZI YEŞİL" /e-kitap










































Karakoyunlu Ercişli Emrah









“Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzda uydurma ve Türk'ten ayrı bir millet ihdas etmek isteyen hainlere 
bir Doğu Anadolu çocuğu olan ve 17. asırda yaşayan Ercişli Emrah’ın şu mısralarını hatırlatmak gerekir:



Bize Emrah derler, Karakoyunlu
Yiğitler içinde yiğit oyunlu
Kaz gibi pısmazık, erkek boyunlu
Biz Türküz, Türklükten fermanımız var.”














Iğdır Karakoyunlu döneminden Taşkoç














Çünkü O Barış Adamı'dır










"HAİNİN IRKI DEĞİL HIRSI OLUR"
ATATÜRK'E ÇAMUR ATAN BAZI ZAVALLILAR İYİ OKUSUN!



UNESCO 1981 yılında, 100. Doğum Yıldönümü nedeniyle Atatürk'ü "Ulusal Mücadele ve Çağdaşlaşma Lideri" olarak evrensel niteliklerini ortaya koymuştu. Bu karar doğrultusunda, Atatürk'ün doğumunun 100. yılı bütün dünyada, "1981 Atatürk Yılı" olarak kutlanmıştı. Bu uygulama, dünyada ilk ve tektir. 


27 Kasım 1978 Tarihli UNESCO Genel Kurulu kararında aynen şunlar yazıyordu: "UNESCO Genel Konferansı; Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. Yıldönümü'nde, 1981 yılında anılmasını kararlaştırmıştır.


Olayı kısaca anlatalım. 

Alınan kararda “Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” denmektedir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler: “Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler; ”Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız” der. 


Sonra ne mi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler; ”Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum” diyecektir.


Alınan Kararda Şunlar Yazmaktadır: “ Atatürk kimdir; Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkilapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu”


UNESCO B.M.E.K.Ö.nün 152 ülkesinin OYBİRLİĞİ ile yapmış ve dünyaya dağıtmış olduğu ATATÜRK tanımlaması



Metnin İngilizcesi

Atatürk is: An outstanding person who devoted himself for the development of international understanding cooperation and peace a revolutionist who realized extraordinary reforms the first Leader who fought against imperialism and colonialism. A unique Statesman respectful to human rights pioneer of worldwide peace who never discriminated people according to their color religion or race through out his life founder of Turkish Republic.

UNESCO (United Nations Educational Scientific and Culture Organizations)



Sonuç Olarak: 

UNESCO'nun ilgilendiği tüm alanlarda Atatürk'ün olağanüstü bir reformcu olduğu göz önünde tutularak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğu kabul edilmiştir. Atatürk'ün dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmaları olağanüstü bir örnektir. Tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak, eylemlerini her zaman barış uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Atatürk'ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak üzere, 1980 yılında yapılan sempozyum hazırlıkları için Türk Hükümeti ile UNESCO'nun işbirliği yapmasına karar verilmiştir.


Kenan Çebi















O bir düşünürdür, bir filozoftur, ama hepsinin ötesinde O bir insan gibi insandır. En çok değer verdikleri budur. 
Çünkü O barış adamıdır. 
Bir tek O tarihte “Savaş mutlak zaruret olmadıkça cinayettir” diyen tek askerdir ve bir tek O 
“Yurtta sulh cihanda sulh.” diyordu. 


Çünkü O bu lafı 1933’de Ankara’dan seslendirirken aynı yıl Hitler mein kampf diye bağırıyordu. 
Bir diğeri de Benito Mussolini, benim Akdeniz’im diyordu, her ikisi de savaşı çağrıştırıyordu. 


Ankara’dan bir ses bunlara yanıt olarak “Yurtta sulh cihanda sulh.” diyordu. 



Yrd. Doç. Dr. Orhan ÇEKİÇ