Translate

26 Aralık 2013 Perşembe

EGEMENLİK MİLLETİNDİR






YURTSEVERLER ATATÜRK’TE BİRLEŞTİ!   

23 Nisan 2013 günü Ankara'da 20 bin yurttaşın katılımıyla 
toplanan Milli Merkez Kurultayı'nda 
sonuç bildirgesi oybirliği ile kabul edildi.
"MİLLİ MERKEZ KURULTAYI" 
Sonuç Bildirgesi: 
Bağımsızlık ve Milli Egemenlikten vazgeçilemez! 

Milli Merkez Kurultay Bildirisi
23 Nisan 2013



Kurultayımız,

Ülkemizin tehlikeli ve sorunlu bir dönem yaşadığını,

Milli birliğimizin ve toprak bütünlüğümüzün bölünmesini 
hedef alan sinsi bir baskı, dayatma ve 
yoğun propaganda ile karşı karşıya bulunduğumuzu,

Tüm halkımızdan temel gerçeklerin, 
oluşların ve hedefin saklandığını,

İçinde yaşadığımız dönemin en belirgin özelliğinin 
yürürlükteki anayasanın açıkça çiğnenerek 
hukukun ortadan kaldırılması olduğunu,

Yeni anayasa adı altında rejim değişikliği niteliğinde bir başkancı 
ve örtülü diktatörlüğün pazarlandığını,

Milli egemenliğe dayalı, kuvvetler ayrılığı ilkesini amaçlayan cumhuriyet kazanımlarının silinmek istendiğini,

Adil yargılamanın, ceza hukuku disiplininin, 
savunmanın kutsal haklarının, 
yargıç ve savcı bağımsızlığının sona erdirildiğini,

Başbakanın tek başına genel af anlamı taşıyan 
uygulamalara yönlenerek anayasaya aykırı 
davranmaktan çekinmediğini,

Başta Silivri ve Hasdal cezaevleri olmak üzere 
pek çok infaz kurumunda haksız, 
süresiz tutukluluk baskısının siyasal nitelikli sürdürüldüğünü,

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, aydınlara, yazarlara, 
gazetecilere, avukatlara başbakan odaklı 
yargılama baskısı yaşandığını,

Toplantı ve gösteri haklarını kullanmak isteyen sanatçıları, 
işçileri, memurları, sağlık personelini, gençlerimizi, 
polisin orantısız güç kullanarak dövdüğü, 
ıslattığı, biber gazıyla eziyet ettiğini,

Yerel basında ve televizyon yayınlarında görevli sunucu, 
yorumcu, düşünce adamlarının ifade hak ve özgürlüklerinin başbakan talimatı ile önlendiğini, 
bir devlet adamına yakışmayacak bir biçimde 
çapulcular diyerek alenen sövüldüğünü,

İşçi ve emekçilerin, ekonomik, demokratik, politik hak 
ve özgürlüklerin önündeki tüm 
engellerin kaldırılmadığını saptıyor.



Kurultayımız,

Dış güçlerin desteği ile sivil halkımıza, güvenlik güçlerimize otuz yıl saldıran, silah sıkan, mayın döşeyen, on binlerce evladımızı şehit eden ve gazimizi sakat bırakan, al bayrağımızı yırtan bir terör örgütü ile uzlaşan, bir özür bile dilemeden kurumsallık kazandırtan başbakanın, bilgi vermeden, danışmadan, iznimizi almadan, yasalara ve anayasaya aykırı olup bittisini, akil adamlar aracılığı ile terör örgütü ile sürdürmesini ve barış çığırtkanlığı yaparak bu söylemleriyle daha büyük ve bölgesel bir savaşa malzeme taşımayı amaçlıyorlarsa, böylesi sahte bir barış söylemine karşıdır.

Mecliste, içtüzük hükümleri ihdas ederek kurulan araştırma komisyonu ile terör örgütüne güvence verildiğini, böylece kuvvetler ayrılığı yaptırımının çiğnendiğini bilen, izleyen ve farkında olan, ifade eden, yurdumuzun dört bir köşesinden bu kurultaya koşarak katılan yurtseverler Türk milletini göreve çağırmaktadır.

Bütün bu olumsuzlukları ancak milletimiz çözebilir. İç barışın yapıcısı, güvencesi, milli iradenin sahibi Türk Milletidir.

Bu nedenlerle;

Milletin ezici çoğunluğunu Milli Merkez çerçevesinde Atatürk’te birleştiriyoruz.

Cumhuriyetimiz, demokratik, laik, tekil bir hukuk devletidir. Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.

Bağımsızlık ve Milli Egemenlikten vazgeçilemez.

Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi(TC), devletin dili Türkçedir. Başkenti Ankara’dır.

Vatan bir bütündür, bölünemez.

Seçim hukuku, rekabetçi demokrasiyi geçerli kılmak için gerekli düzeneklerle donatılmalı, baraj, ittifak, devlet finansmanı, parti içi demokrasi koşulları anayasal güvencelerle bağlanmalıdır.

Anayasanın ilk dört maddesi, 174. Maddesi, Türkçe dili, Türk Milleti, laiklik kavramları tartışılamaz.

Bütün Türk vatandaşları her alanda ve her bölgede hür ve eşittir. Din, mezhep, inanç, köken, siyasi ve ekonomik ayrımcılık anayasada, herhangi bir yasada yer alamaz.

Adalete hızlı erişme hakkı, özel yetkili mahkeme yasağı, bağımsız tarafsız adil Cumhuriyet yargısı, milletlerarası hukuka uygun ve saygılı, güvenceli bir niteliğe kavuşmalıdır.

Meclise dayalı yerleşik başarılı parlamenter sistemin başkanlık macerasına, diktatörlüğüne dönüşmesi kesinlikle önlenmelidir.

Halkın refahı için, kamu öncülüğünde planlı karma ekonomi, köylü, memur, işçiyi ezmeyen, hakça gelir dağılımını sağlayan, sendikal hakları güvence altına alan bir milli düzen kurulmalıdır.

Komşularımızın iç işlerine karışmayan, bölgemizde yayılmacı izlenim bırakmayan barışçı geleneksel ve bağımsız dış politika yeniden inşa edilmelidir.

Sınırlarımızın güvenliği derhal sağlanmalıdır.

Milli hukukumuza katılan Milli üstü hukukun insan haklarına ilişkin kural ve kararları hemen uygulanmalıdır.

Özel yetkili mahkemelerin tüm kararları, bu mahkemenin görevlerine son verilerek yeniden doğal yargılanmaya sunulmalıdır.

Silivri Cezaevi kapatılarak yerine bir Adalet Üniversitesi açılmalı, bu bölümü ibret için müze olarak düzenlenmelidir.

YÖK kaldırılmalı, üniversitelere bilimsel bağımsızlık verilmelidir

RTÜK yeniden demokratik bir yapıya kavuşmalıdır.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, değerli adalet mensupları tarafından tek dereceli seçimle oluşmalı, bakanın görevine son verilmelidir.

Her zaman, her alanda son ve geçerli söz milletimizidir.

Bütün bu olumsuzlukları aşma iradesi ile aziz Türk Milleti’ne saygı ile duyurulur.

                                                 

Ankara, 23 Nisan 2013


HALUK DURAL



bir diğer video için link





Kendilerine milletimizin kaderi emanet 
edilmiş olanlar!

Sizi iktidara ve yetkili makamlara getiren iradenin 
ve egemenliğin sahibi, 
Türk milletidir.

İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, 
millete hizmet için getirildiniz.

Milletin kudretini, yalnız ve ancak 
yine milletin hakikî ve sağlanabilir 
menfaatleri yolunda kullanmakla yükümlüsünüz.


M. K. Atatürk


_______





HERKES HADDİNİ BİLSİN !







90 yıl önce yedikleri tokadı hazmedemeyen emperyalistler, 
bugün de aramızdaki işbirlikçileriyle zihinsel işgal içerisindeler.


Hainler kahraman, kahramanlar hain haline getirildi.  
Fetihler çağından bu yana her devlet onu kuran 
kurucu milletin adıyla anılır. 
Türkiye Cumhuriyeti devletini de 
Türk halkı kurduğu için uyrukluğu da TÜRK’tür. 
Bu topraklar Cumhuriyete ve Atatürk’e 
meydan okunacak topraklar değil. 
Herkes haddini bilsin !


Diyorlar ki TC yenildi. TC yenilmez. 
Yenilen işbirlikçi, taşeron iktidardır!


İlk işimiz bu süreçte düşmanla çalışan işbirlikçilerden 
hesap sormaktır.


Bunlar Cumhuriyeti tebdil ve ilga’ya teşebbüs etmektedirler. “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını 
yabancı bir devletin egemenliği altında koymaya…. "
yönelik bir fill işleyen kimse 
ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılır !


Bu memleket süngü ve dipçik ile, kan ile,
meydan muharabelerinde kazanıldı. 
O yüzden anayasayı bize sormadan değiştiremezsiniz.


Biz gücümüzü küresel efendilerden değil 
bu topraklardan ve vatan’dan alırız. 
Bizim görev belgemiz Nutuk, 
Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku’dur.


Hiçbir millet kendisinin tarihten silimesine izin vermez. 
Kimse komik olmasın.  
Ben şimdi ne diyeceğim. 
“Bana şekerli bir Türkiyeli kahvesi mi diyeceğim?” 
komik olmayalım !


Bu milleti ALLAH ile ve ATATÜRK ile aldattılar. 
Bu sahtecilerden de kurtulacağız. 
Her başı kapalı olanı Atatürk düşmanı zannetmeyin. 
Ben başı açık ama emperyalizmin uşağı olmuş bir insandan ise 
başı kapalı ama emperyalizm karşıtı ve 
vatansever birini tercih ederim.



"İÇTİĞİNİZ BALDIRAN ZEHRİ DEĞİL, ŞEHİT KANIDIR !


ÜMİT KOCASAKAL














Asıl biz Türkleri katlettik - George Nakratzas






Dünyada bir katliamdan söz edilecekse, Yunanlılar´ın katliamlarına bakmak gerektiğini belirten Yunanlı tarihçi, ´Sadece Aydın´da 4400 Müslüman toplu olarak katledildi´ dedi

Sözde Ermeni soykırımı tartışmaları sürerken Yunan Yazar George Nakratzas, ´Yunanistan´lı olarak asıl biz Türkler´e soykırım yaptık´ dedi.

Gazeteci Banu Avar´ın TRT-1´de yayınlanan ´Banu Avar´la Sınırlar Arasında´ programına katılan Nakratzas, ilginç açıklamalarda bulundu. Dünyanın dört bir yanını dolaşan ve sınırlar arasında program yapan Avar, Selanik´te görüştüğü Nakratzas ile yaptığı röportaj birçok tartışmaya ışık tutuyor 

Biz suçluyuz 

Nakratzas, programda şunları şunları söyledi: ´Biz çok büyük çapta adam öldürdük; Aydın´da, Manisa´da... Asıl soykırımı Türkler´e karşı biz yaptık. Selanik´te eskiden çok Türk yaşardı, şimdi kalmadı. Acaba neden? Bununla neden kimse ilgilenmiyor. 1922´de İzmir Yunan işgalinden kurtulurken Ege´de yangınlar çıkarıldı. İşgal ordusu çekilirken yüzlerce kasaba, köy yakıldı. Uşak, Manisa dümdüz edildi. Katliamdan söz edeceksek Batı Anadolu´dan söz etmek gerekir. Bütün Batı Anadolu´da katliam yapıldı. Türkler´in ne yaptığını söylüyorlar ama bizim onlara ne yaptığımızı söylemiyorlar. Aydın´da Yunan ordusunun yaptığı katliamı hatırlayalım; Aydın´da sadece 4 bin 400 Müslüman toplu olarak öldürülmüştür.´ 

Batı ateşe verildi 

Tarihçi Nakratzas, ´Anadolu ve Rum Göçmenlerinin Kökenleri´ adlı kitabında da Yunanlılar´ın 1922´de soykırımı yaptığını ifade ederek, konuşmasına şöyle devam etti: ´Kendilerinin ne yaptığını söylemiyorlar. Ben kitabımda bizimkilerin ne yaptığını açıkça yazdım. Aydın´da 1919 yılında Yunan ordusunun gelişi bir felaket yılıydı. Aydın işgal edildi. Yunanlılar önce Türk mahallelerini ateşe verdiler, sokak başlarında minarelere silahlı asker yerleştirdiler. Sivillerin üzerine ateş açıldı, yanmakta olan evlere geri göndermeye zorladılar. Türkler´in ne yaptıklarını söylüyorlar, bizim onlara ne yaptığımızı değil. Tek kelime bile etmiyorlar.´ 

George Nakratzas







*



"“Tanınmış” Yunanlı tarihçilerin söylemedikleri bir şey, anakara Yunanistan’ındaki bugünkü Yunanlıların ezici çoğunluğunun 200 -250 yıl önce Yunanca konuşmadığından başka, Yunan ulusal bilincine bile sahip olmadığıdır. Tabiî bu olay, onların bugünkü torunlarının Yunan ulusal kimliğini kabul etmeme hakkını kimseye vermez."

Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni - Dr. Georgios Nakracas



Elinizdeki bu kitapta ise daha sistemli bir tepki ve yanıt var. Yazarı Giorgios Nakracas, 1919-1922 seferini yasallaştırmakta kullanılmış olan Anadolu Rumlarıyla ilgili yukarıda değindiğimiz başlıca iki söylenceyi ele alıp, onları çürütüyor. Nakracas, Küçük Asya Felaketinden önce Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Rumların çoğunlukta, Türklerin ise azınlıkta olduklarına dair Yunanistan’da bugüne dek yaygın olan kanıyı, yine Yunan resmî kaynaklarını göstererek yalanlıyor. Bu amaçla kitabında Rumların yaşadıkları bölgelerdeki nüfus yapısını, en küçük köylere varıncaya dek, ayrıntılı olarak anlatmış. Vardığı sonuç şöyle özetlenebilir: Rumlar, Ege kıyılarında yalnız birkaç yörede çoğunluk nüfusunu oluşturuyorlardı; tüm öbür bölgelerde ise yerine göre önemli veya önemsiz bir azınlıktan ibarettiler. Anadolu’nun iç bölgelerinde Rumlar yok denecek ölçüde azdılar veya hiç yoktular.

“Atalara tapınma”, tüm milliyetçilikleri nitelendiren bu ortak eğilim, Yunan milliyetçiliğinde sık sık hezeyan boyutlarına ulaşarak, alışılmışın çok üstünde belirleyici ve yönlendirici rol oynar. Bu eğilim, Eski Yunan uygarlığının ününü kullanarak, öbürleri yanında, Yunan milliyetçiliğine uluslararası düzeyde birçok pratik yararlar sağlamıştır. Onun için Anadolu Rumluğuyla ilgili ulusal söylence, “atalara tapınma” öğesinden yoksun edilemezdi, onsuz bütünleşmiş sayılamazdı. Buna göre Anadolu Rumları, üç bin yıllık kesintisiz süreklilik içinde Eski Yunanlı kolonistlerin, İonların v.s. katışıksız torunlarıydı ve Yunan ulusal bilincini değiştirmeksizin korumuşlardı.

Yunan milliyetçiliğinin çetin çekirdeğini oluşturan bu kurama Nakracas şöyle karşı çıkmaktadır: Fransız İhtilalinden önce Anadolu Rumlarında ulusal bilinç yoktu ve Yunanlılık-Hellenizm kavramları bilinmiyordu. Ulusal bilinç, Avrupa Aydınlanma Akımından etkilenen diaspora Rum aydınlarının öncülüğünde yeni kurulan Rum eğitim kurumlan aracılığıyla çok sonraları işlenmeye başladı ve yaygınlaştı.

Anadolu Rumlarının soy kökeniyle ilgili savları şunlardır: Rumların Eski Yunanlı kolonistler ve İonlar ile soysal ilişkileri ya yok denecek kadar azdır ya da hiç yoktur. Eski Yunanlı kolonistler, yalnızca kıyı şeridine yerleşmiş ve orada güçlü koloni kentleri kurmuşlardı. Sayılan nispeten az olan Yunanlı kolonistler, daha sonraları bir yandan yerli halklar, öbür yandan zamanla Anadolu’ya göç eden veya orada devlet kuran çeşitli uluslar ile kaynaşarak, Anadolu halklar mozaiğinin artık kolay ayırdedilmeyen bir öğesini oluşturmuşlardı.

Anadolu halklarının dilsel Hellenleşmesi özellikle Hellenistik dönemde başlamış, fakat ancak Bizans döneminde Hellence yazılmış İnciller aracılığıyla yayılan Hıristiyanlık sayesinde genelleşmiştir. Hellence, Kilisenin kullandığı tek dildi ve 7. yüzyılda Latincenin yerini alarak Bizans’ın resmî dili olmuştu.

Selçuklular döneminde Anadolu Hıristiyan topluluklarında gönüllü kitlesel İslamlaşmalar oldu. Toplu İslamlaşmalar Osmanlı döneminde de devam etti. Sonuç olarak Anadolu Hıristiyan nüfusu çok azaldı. Hıristiyan dinini muhafaza edenlerin önemli bir bölümü de zamanla dilsel Türkleşmeye uğradı. Uluslaşma süreci başladığında Ortodoks Hıristiyanlar Rum-Grek ulusal kimliğini benimsediler.

Ancak bu Hıristiyanlar, yerine göre çeşitli yerli halklar ile Anadolu’ya sonradan göç etmiş halkların torunlarıydı. Bunların arasında Yunan kökenliler pek azdı. Yazar, özel olarak Ege kıyılan ile eski İonya bölgesinin nüfus yapısında son beş yüzyıl içinde vuku bulan şu değişikli tikleri anımsatmaktadır: Bizans egemenliğinin son döneminde bu bölgelerde nüfus çok azalmıştı. Türk egemenliğiyle birlikte Hıristiyan nüfus daha da azaldı. Moğol istilasından sonra ise Hıristiyanlar neredeyse tükendi. 

Osmanlı egemenliği yeniden kurulduğunda Ege kıyıları katışıksız Türk bölgeleriydi ve üç yüzyıl boyunca böyle kaldı. Ege kıyılarındaki büyük Rum birikimi, özellikle 19. yüzyılda vuku bulan kitlesel göçlerin bir ürünüydü. Hıristiyanlar oraya Ege adalarından, Mora’dan, anakara Yunanistan’ından ve Balkanlar’ın çeşitli bölgelerinden gelip yerleşmişlerdi. Dolayısıyla 20. yüzyıl başlarında Ege kıyılarında ikamet eden Rumların kesintisiz bir süreklilik içinde eski İonlann torunları oldukları iddiası. Yunan milliyetçilik efsanesinden ibaret tamamen gerçekdışı bir iddiadır.

Giorgios Nakracas tarihçi değildir. Geniş bir araştırmanın ürünü olan elinizdeki tarihî monografi, bir tarih eserinin taşıması gereken niteliklerden yoksun belki. Sonra, bilinmeyen yeni şeyler de ifşa etmiyor. Bilinen şeyler, ama Yunanistan’da gizlemeye çalışılan ve tahrif edilen şeyler ve kamu oyuna tahrif edildiği şekliyle yansıyıp, vicdanları ona göre biçimlendiren şeyler. Üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen Anadolu yenilgisini Yunan milliyetçiliği hâlâ sindirmiş değil, bu olayın hâlâ soğukkanlı bir değerlendirmesini yapmış değil. Anadolu Rumluğu konusu, “tarih belleğimizi canlı tutma hakkı” adına hâlâ eski ulusal-ulusçu söylencelerin eşliğinde gündemde tutularak, zaman zaman Yunanistan’daki yayılmacı ve irredantist emellerin depreşmesine neden oluyor. Nakracas, elinizdeki kitabında 1919-1922 Anadolu Seferinin özeleştirisini yaparken, Yunan milliyetçiliğine de güncel bir yanıt vermeyi amaçlıyor.

İbram Onsunoğlu




Kolu Yunan askerleri tarafından kesilmiş Türk çocuğu





e-kitap / e-book
*ARŞiV BELGELERiNE 1.GÖRE BALKANLAR’DA VE ANADOLU’DA YUNAN MEZÂLiMi



*ARŞiV BELGELERiNE 2.GÖRE BALKANLAR’DA VE ANADOLU’DA YUNAN MEZÂLiMi



*ARŞiV BELGELERiNE 3.GÖRE BALKANLAR’DA VE ANADOLU’DA YUNAN MEZÂLiMi -



*THE CLOSE RACiAL KiNSHiP BETWEEN THE GREEKS, BULGARiANS AND TURKS - MACEDONiA AND THRACE  - GEORGE NAKRATZAS


The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 1821 1922

*GREEK ATROCİTİES İN THE VİLAYET OF SMYRNA
MAY TO JULY 1919 







                                       
******



British historian W. Alison Phillips , 
who wrote the history of the Greek revolution, noted in 1897:


Everywhere, as though at a preconcerted signal, the peasantry rose, and massacred all the Turks—men, women and children—on whom they could lay hands. In the Morea shall no Turk be left. Nor in the whole wide world. Thus rang the song which, from mouth to mouth, announced the beginning of a war of extermination... Within three weeks of the outbreak of the revolt, not a Muslim was left, save those who had succeeded in escaping into the towns.

According to another historian of the Greek revolt, William St. Clair, upwards of twenty thousand Turkish men, women and children were killed by their Greek neighbors in a few weeks of slaughter.William St. Clair also argued that: "with the beginning of the revolt, the bishops and priests exhorted their parishioners to exterminate infidel Muslims." St. Clair wrote:

The Turks of Greece left few traces. They disappeared suddenly and finally in the spring of 1821 unmourned and unnoticed by the rest of the world....It was hard to believe then that Greece once contained a large population of Turkish descent, living in small communities all over the country, prosperous farmers, merchants, and officials, whose families had known no other home for hundreds of years...They were killed deliberately, without qualm or scruple, and there was no regrets either then or later.

Atrocities toward the Turkish civilian population inhabiting the Peloponnese had started in Achaia on the 28th of March, just with the beginning of the Greek revolt. On the 2nd of April, the outbreak became general over the whole of Peloponnese and on that day many Turks were murdered in different places. On the third of April 1821, the Turks of Kalavryta surrendered upon promises of security which were afterwards violated. Followingly, massacres ensued against the Turkish civilians in the towns of Peloponnese that the Greek revolutionaries had captured.

The Turks in Monemvasia, weakened by the famine opened the gates of the city, and laid down their weapons. Six hundred of them had already gone on board the brigs, when the Mainotes burst into the town and started murdering all those who had not yet reached to the shore or those who had chosen to stay in the town. Those on the ships meanwhile were stripped of their clothes, beaten and left on a desolate rock in the Aegean, instead of being deported to Asia Minor as promised. Only a few of them were saved by a French merchant, called M. Bonfort.

A general massacre ensued the fall of Navarino on August 19, 1821. (See Navarino Massacre)

The worst Greek atrocity in terms of the numbers of victims involved was the massacre following the Fall of Tripolitsa in 1822. Up to 30,000 Turks had been killed in Tripolitsa:

For three days the miserable inhabitants were given over to lust and cruelty of a mob of savages. Neither sex nor age was spared. Women and children were tortured before being put to death. So great was the slaughter that Kolokotronis himself says that, from the gate to the citadel his horse’s hoofs never touched the ground. 

His path of triumph was carpeted with corpses. At the end of two days, the wretched remnant of the Mussulmans were deliberately collected, to the number of some two thousand souls, of every age and sex, but principally women and children, were led out to a ravine in the neighboring mountains and there butchered like cattle.

Although the total estimates of the casualties vary, the Turkish, Muslim Albanian and Jewish population of the Peloponnese had ceased to exist as a settled community. Some estimates of the Turkish and Muslim Albanian civilian deaths by the rebels range from 15,000 out of 40,000 Muslim residents to 30,000 only in Tripolitsa. According to historians W.Alison Phillips, George Finlay, William St. Clair and Barbara Jelavich, massacres of Turkish civilians started simultaneously with the outbreak of the revolt, while Harris J. Booras wrote that the massacres followed the brutal hanging of Ecumenical Patriarch Gregory V of Constantinople.

Historian George Finlay claimed that the extermination of the Muslims in the rural districts was the result of a premeditated design and it proceeded more from the suggestions of men of letters, than form the revengeful feelings of the people.[18] William St. Clair wrote that: "The orgy of genocide exhausted itself in the Peloponnese only when there were no more Turks to kill."

Central Greece

In Athens, 1,190 Turks, of whom only 190 were capable of bearing arms, surrendered upon promises of security. W. Alison Phillips noted that: A scene of horror followed which has only too many parallels during the course of this horrible war.

Vrachroi, modern day Agrinio, was an important town in West-Central Greece. It contained, besides the Christian population, some five hundred Mussulman families and about two hundred Jews. The massacres in Vrachori commenced with the Jews and soon Mussulmans shared the same fate.

Aegean Islands

There were also massacres towards the Muslim inhabitants of the islands in the Aegean Sea, in the early years of the Greek revolt. 

According to historian William St. clair, one of the aims of the Greek revolutionaries was to embroil as many Greek communities as possible in their struggle. Their technique was "to engineer some atrocity against the local Turkish population",so that these different Greek communities would have to ally themselves with the revolutionaries fearing a retaliation from the Ottomans. In such a case, in March 1821, Greeks from the Samos island had landed in the Island Chios and attacked the Muslim population living in that island.

Another similar massacre took place in the island Hydra, one of the most important Aegean islands. Besides the atrocities committed against the local Muslims in the island, two hybrid brigs captured a Turkish ship laden with a valuable cargo, and carrying a number of passengers. Among these was a recently deposed Sheik-ul-Islam, or patriarch of the Orthodox Muslims, who was said to be going to Mecca for pilgrimage. It was his efforts to prevent the cruel reprisals which, at Constantinople, followed the news of the massacres in Peloponnese, which brought him into disfavor, and caused his exile.There were also several other Turkish families on board. 

British historian of the Greek revolt, W. Alison Phillips noted: The Hydriots murdered them all in cold blood, helpless old men, ladies of rank, beautiful slaves, and little children were butchered like cattle. The venerable old man, whose crime had been an excess of zeal on behalf of the Greeks, was forced to see his family outraged and murdered before his eyes...

                                
***



The Philhellenes in the War of Independence 
by William St Clair  



page 83
More disturbing facts soon came to their attention. An unpleasant smell hung around the towns which they soon discovered arose from the headless corpses lying outside the walls. Emaciated and frightened young women and boys were to be seen running around, half naked among the ruins.

Wild dogs and scavenging birds were everywhere. The Greeks at Navarino, eager at first to impress, told boastfully of the great massacre of a fex months before. One Greek claimed to have personally killed eighteen Turks, another said he had stabbed nine men, women and children in their beds. 

The volunteers were proudly shown the boddies of Turkish women who had been thrown from the walls a few days previously after being raped and then having their arms and legs cut off.

Far from being impressed, as the Greeks intended they should be, the volunteers were shocked and distressed at these sights; they were equally horrified at the open prostitution of the surviving Turkish boys and the unashamed offers of the Greeks to share their pleasures - another aspect in which the military customs differed from those of the WEST.
...

page 86
As for the Europeans it merely served to confirm their opinion that the Greeks were not only barbarians but cowards as well....
                        


***



By George Finlay



page 146-147
The night before Hypsilantes quitted the Russian territory Karavia assembled the Hetairists and his band of mercenaries (called Arnaouts in the principalities, though compose of Greeks,Servians and Bulgarians as well as albanians) and after informing them that a revolution was about to take place under Russian auspices, he led them to attack the Turkish officer and his men.

Some were surprised and murdered, but others succeeded in shutting themselves up in a house, which they defended for some time. Karavia then authorised his men to capture or murder the Turkish merchants in the town and began to break open and plunder their warehouses and take possession of their ships, were surprised and murdered in cold blood.

The native population of Galatz took no part in this infamous transaction ; they neither stained their hands with blood, nor disgraced themselves by robbing their guests.

Indeed, the cruelty of Karavia and the licentiousness of his Arnaouts, terrified the Moldavians, who saw little prospect of enjoying either order or security under the goverment of the Hetairists.

The sanguinary and revengeful passions awakened by the assassination of the Mussulmans at Galatz spread rapidly over the whole province, in consequence of the misconduct of Hypsilantes and the timidity of Michael Soutsoz. About fifty Othoman soldiers were stationed at Yassi as a guard of honour.



                                                  







Düşmanım, düşmanlığından vazgeçinceye kadar, 
Ben de onun amansız düşmanıyım.
Until he gave up his hostility, I'm ruthless enemy of my enemy.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


BU HARMANIN GELİR SONU, KAPIŞTIRIN GİDERAYAK...







Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır 
Huzurunuzda titriyor - şu milletin hayatıdır; 
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır! 
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir 
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? 
Şu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! 
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu zi-safa sizin 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say 
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray 
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay 
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar 
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var. 
Bu sofra iltifatınızdan işte ab ü tab umar. 
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı can-feza sizin 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini 
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini 
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini 
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin 

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak 
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak 
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak 
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin 
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin. 


Tevfik Fikret
Han-ı Yağma - 1912


________________






HAİNLİK PARAYLA DEĞİL...





Yeni AB Bakanı, MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU, 26.06 2008'de (Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi) AKPM'nin , "Türk Ordusu kürdistan'da ve Kıbrıs'ta işgalcidir" diyen kararına imza atan kişidir!




AKPM'NİNKİ KARAR DEĞİL , 
TEHDİT, DAYATMA VE AŞAĞILAMA



TÜRK DÜŞMANLARI AKP'DE BİRLEŞİYOR
GÜRBÜZ EVREN




________________






Korkunç bir akıl tutulması ile karşı karşıyayız.

10 milyonluk Yunanistan’a tek mermi atmadan iki ada teslim edenler, buna sesini çıkarmayanlar, bilin ki bu ülkenin “NAMUSUNU”da teslim etmiştir.

Kalk ve diril Türk Halkı. NAMUSUNA SAHİP ÇIK!!.. Onlar gidemiyorsa, biz yürüyelim İzmir’e. Biz yürüyelim Eşek adasına, Bulamaç adasına.

İstanbul işgal edildiğinde bir köylü amcam yola çıkar. Kendine “nereye gidiyorsun” diye soranlara; “İstanbul’a, kimin malını kime veriyorlarmış sormaya gidiyorum” der. Biz de soralım: “Kimin malını kime veriyorsunuz? Kimsiniz siz? Nerede, hangi laboratuarda üretildiniz" diye soralım!.

Ey muhalefet; sizler o meydanlarda bu hükümetin AB-D ile olan akçeli işlerini hiç konuşmuyorsunuz. Varsa yoksa iç siyaset. Kaldı ki o iç siyaset bile yabancı istihbarat elemanları, yabancı bir savcı tarafından kontrol ediliyor. Bu kepazelikleri halka anlatmakla görevli olan sizler bunları asla anlatmıyorsunuz. Neden? ABD meclise çıkmamızı önler diye mi korkuyorsunuz?

Eğer öyleyse bizlerin de sizlerle hiç işi olmaz. Bu devşirme zihniyetle, bu teslim olmuş zihniyetle sonuna kadar mücadele edeceğiz.

Oturun, Bursa Nutkunu okuyun ve o nutuk içinde kendinizi nereye oturtabiliyorsanız oraya oturtun.

2- 24 Haziran da başlayan ve 26 Haziran'da Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde imzalanan bir karar tasarısına göre Türkiye'nin;

* Güneydoğu'su Kürdistan,

* Türk Ordusu Güneydoğu'da İşgalci,

* Türk Ordusu orada Kürtleri katlediyor,

* Kıbrıs'da Türk Askeri işgal kuvveti,

* Türk Ordusu Faşist,

* Ülkede Azınlıklar sorunu var.

Bu tasarının altına "Yeminli Türk Düşmanı" olarak adlandırılan; David Herütanyan, Rafi Povenesyan, Armen Gustavyan isimli 3 ermeni ve Andros Kipriyanu isimli Kıbrıs Rum'u ile, TÜRK GRUP BAŞKANI AKP MİLLETVEKİLİ Mevlüt Çavuşoğlu imzalamıştır.

Bu haberi Kanal B televizyonunda Gürbüz Evren yaptı. İmzalanmış belge elindeydi.


Zahide Uçar / link













23 Aralık 2013 Pazartesi

YOLSUZLUK







Her ayrıcalıklı konum, 
insanın kalbini ve zihnini öldürür. 

Ayrıcalıklı insan, 
politik yâhut ekonomik fark etmez, 

Zihnen ve kalben bozulmuş insandır.


Mihail Bakunin (1814-1876)






______________






HAİN






Büyük bir uygarlık kendi içinden 
yok edilmediği sürece 
başkaları tarafından 
fethedilemez.

Will Durant


____________




Turco-Armenian Relations ( X )





TARİHTE ERMENİLER VE TÜRKLERLE İLK TEMASLARI

Tarihi incelemeler gösteriyor ki, pek çok araştırmalara rağmen bazı milletlerinki gibi, Ermenilerin kökeni ile ilgili de kesin bir bilgiye rastlanılmamıştır. Bu konu ile ilgili yabancı tarihçilerin görüşleri hep birbiri ile çelişirken, Ermeni tarihçilerin öne sürdükleri teoriler hikaye ve uydurmalara dayanmaktan öteye gidememiştir.

Araştırmalara göre, Asur çiviyazılı kaynaklarında, Botan-Suyu boyları ve Van gölü çevresi için M.Ö. 1280 yıllarından itibaren “Yukarı-El/Ülke” manasını taşıyan “Urartu” (Uru-yüksek, Artu-ülke) denilmekteydi. 

Asurlular, aynı zamanda çok verimli toprakları olan bu bölgeyi “Nehirler (Irmaklar)” anlamında (daha sonraları ise “Düşman” anlamında) “Nayri” diye adlandırmışlardır. 

Öte yandan M.Ö. 1000 yıllarında, şimdiki Diyarbakır bölgesinde yaşayan Sami soyundan Aramlılar, kuzeylerindeki Dicle kaynakları olan yüksek bölgeye “Yukarı-El/Ülke” anlamına gelen bir ad vermişlerdir. M.Ö.618-518 yılları arasında İranlı I. Dareyoş’un kitabelerinde şimdiki Elazığ-Tunceli kesimine “Ar-Mina/Miniya” (Yukarı-El/Ülke) denildiği görülmektedir. 

Tarihçi Herodot (484-425), adı geçen Murat-Fırat kavşağındaki yerleri “Armenye”, orada yaşayanları ise Akmenioi (Armenliler) diye zikretmiştir.

Eski kitabelerden edinilen bilgilere göre, Romalılar M.Ö. 188’de, Makedonyalı İskender’in ülkesini paylaşanlardan olan Selefkiler’i yenerek eski Selevkoslu valisi, Pers soyundan olan Artaksiyas’ı Eğil-Elaziz-Tunceli bölgesindeki “Armenye”ye kral tayin etmiştir. Daha sonra, I. Artaksiyas Romalıların da yardımıyla şimdiki Malatya, Bingöl, Tercan, Erzurum ve Çoruh boyları ile Kür ve Aras nehirlerinin birleştiği yere kadar olan toprakları da zaptederek krallığına katmış ve böylece “Yukarı-El/Ülke” anlamındaki “Armenya” Kür-Aras boyları ile Van gölü çevresini de sınırları içine almıştır. 

I. Artaksiyas ülkesini genişlettikten sonra başkentini de stratejik açıdan güvenli bir yer olan, Ağrı dağının kuzeyinde, Aras boyunda M.Ö.170’lerde kurulan Artaksatta (Artaşat) şehrine taşımıştır. Artaksatta şehri o zamanlar Sakaların yaşadığı “Armavir” adını taşıyan kışlağın yanında kurulmuştu.

Önemli olan detay şudur ki, kimi tarihçilerin Ermenilerin kökeni ile bağdaştırdığı Armeniya deyimi, aslında üstünde yaşayan milletlerle hiçbir ilgisi olmayıp, sadece bölgeye verilmiş coğrafi bir isim olmuştur. Bu açıdan bakıldığında gerçekten de görüyoruz ki, Ermeni tarihçileri de kendi milletlerini Hay (Hayk/Hayos) olarak tanımlamaktadırlar. Bu konuda G. Alişan şöyle der:

“Hayk, ulusumuzun sözlüğüne göre Hay isminin küçültülmüşüdür. Hay da ulusumuzun ismidir. Milletimiz kesinlikle yabancıların isimlendirdikleri gibi Armen değildir”

Diğer taraftan tarihi incelemeler gösteriyor ki, “Adsız Selçukname”de ve Yunus Emre’de “Yukar ı-Eller”, Urartu ve Armenya’nın Türkçesi olarak kullanılmış olup, o tarihlerde bölgede kendilerini Hay veya Hayos olarak adlandıran herhangi bir topluluk/devlet olmamıştır. 

Ayrıca, Ermeni bilginlerininde, kaynaklarında Armeni adını hiçbir zaman kullanmamış olmaları Armenya’nın yerlileri olan Artaksiyaslılar (M.Ö.188-M.S.2) ve Arşakunik (M.S.52-428) sülalelerinin Hay/Hayos değil, Persli ve Türk olduğunu açıkça göstermektedir. 

Ermenilerin, tarih boyunca genellikle, kuzeyde Karadeniz ve Gürcistan,güneyde İran, Elcezire ve Suriye, doğuda Hazar denizi, batıda Küçük Asya ile çevrili olan bölgede gayet dağınık bir biçimde küçük topluluklar halinde yaşadıkları bilinmektedir. Bu doğrultuda yapılan tarihi araştırmalarda da Ermenilerle ilgili değişik görüşler ortaya konulmuştur.

Prof. R. VERNONT; 
“Ermeniler fizik bakımından birbirlerine çok az benzerler. Bunlar Anadolu’dan Rusya’ya ve oradan Asya ortalarına, güneydoğu Avrupa’ya gelişi güzel dağılmışlar ve pek çok milletlerle karışmışlardır.”diyor.

J. DENİKER; 
"Ermenilerin Hindu, Afgan, Asuri ve Türk ırkının karışımından oluştuğu görüşündedir."

W.S. MONROE; 
“Ermeniler ırk bakımından İran, Bluç ve Çingenelerle akrabadırlar. Yahudilerle bir çok ortak yönleri vardır. Kendilerine bu nedenle “Hıristiyan Yahudiler” veya “Vaftiz Edilmiş Yahudi” denilmektedir” diyor.

Justin Mc CARTHY’ye göre;  
“Ermeniler derebeylikler halinde yaşamışlardır. Birbirlerine vatan hisleriyle bağlı değildirler. Aralarında siyasi bağlar yoktur. Yalnızca yaşadıkları derebeyliklerine bağlı olmuşlardır. Vatanseverlikleri de bu nedenle bölgeseldir. Birbirlerine bağlarını siyasi ilişkiler değil, gelenekleri, dilleri ve dinleri oluşturur.” 

Prof. Erich FEİGL işe tarihi araştırmasını şöyle özetlemekte: 
“Kendi tarihlerini bu denli efsanevi öğelerle dokuyan başka bir halk herhalde yoktur. Ermeniler kendilerini Hayk ve efendiler diye adlandırıyorlar. Bu, Ermeni halkın, sözde Ağrı dağına inmiş olan Nuh peygamberin neslinden gelmeleri efsanesi ile başlıyor. Milliyetçi nitelikte olan bu efsaneye göre Haykların kökeni Nuh peygambere dayanıyor. Eğer efsane doğruysa, o zaman aslında tüm insanların Nuh’un gemisinden geliyor olmaları gerektiğine dair kendilerine yöneltilen eleştirileri de reddetmiş oluyorlar. Ermenistan’ın, Türkiye’nin sınırları içinde bulunan Ağrı Dağı’nı gösteren devlet armasına yönelik olan eleştiriler de aynı kaderi paylaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti devlet armasının, Erivan’ın eski hali olan , minareli siluetini gösterdiği farz edilirse, bundan çıkacak görüntüyü düşünebilirsiniz”

Ermeni tarihçileri ise yazdıkları eserlerde son 75 yıldan beri kökenlerini Hititli, Urartulu, Frigya göçmenleri gibi, ırkça birbirinden çok uzak olan kavimlere dayandırarak, aralarında kökenleri ile ilgili geçerli ve kesin olan bir bilginin olmadığını ortaya koymuşlardır.

Her ne kadar Ermeni tarihçileri Kafkasların ve Doğu Anadolu’nun çok eski zamanlardan itibaren Ermeni meskenleri olduğunu söyleseler de, bunun söz konusu toprakları sahiplenmek ve buralarda eski bir kültür yarattıklarını dünyaya duyurma hevesinden başka bir şey olmadığı apaçıktır.

Ermenilerin, söz konusu bölgelere küçük topluluklar halinde yerleşmesi M.Ö. VI.yy’a rastlamaktadır. Tarihi kaynaklara göre, M.Ö. VI.yy’da Ermeni kavimleri Anadolu’da Trak-Frigyalılarla birlikte İran’la savaşmış ve Doğu Anadolu-Batı İran bölgesine gelerek Erivan, Gökçe Göl (Sevan), Nahçıvan, Rumiye Gölü kuzeyi ve Maku bölgesine yerleşmişlerdir ve o zamandan itibaren buralarda küçük topluluklar halinde yaşamış, ama hiçbir zaman bu bölgelerin yerlisi olarak çoğunluk teşkil etmemişlerdir.

Daha önceleri güneş, ay, ateş ve toprak gibi çeşitli şeylere tapan Ermeniler IV.yy’ın başlarında Hıristiyanlığı kabul edip benimsemişlerdir. Ermeniler bir ara eski dinlerine dönmelerine rağmen, daha sonra Kirkor LUSAROVİÇ ile asıl Hıristiyanlığa geçmişlerdir.

Sonuç olarak, Ermeni tarihinin şimdiye kadar ilmi temellere dayanılarak aydınlatılamadığı söylenebilir. Bunun, aslında köklü bir Ermeni tarihi olmamasından kaynaklandığını açıkça ifade etmek mümkündür. İşte bu nedenledir ki, Ermeni tarihçileri yeniden bir tarih yazmak gerektiği fikrinde birleşmişlerdir. Bu yaklaşımlar, Ermeni tarihçilerinin eserlerinin tahribatlar ve uydurmalarla dolu olması sebebinden kaynaklanmaktadır. 

Nitekim, Ermenilerin, menşeilerini Nuh Peygamber’e , Urartulular’a, Trak-Frig soyuna, Güney Kafkasya’ya ve hatta Turan ırkına, anayurtlarını ise Doğu Anadolu’ya, Balkanlar’a, Kafkasya’ya ve Asya’ya dayandırmaları bunların bir göstergesidir.

Yalnız şunu söyleyebiliriz ki, Ermeni kavimleri ilk ve ortaçağlarda, yaşadıkları bölgenin göç yolları üzerinde bulunması sebebi ile, sürekli olarak saldırılara maruz kalmış ve Ermeni tarihçilerinin iddia ettiklerinin aksine hiçbir zaman bağımsız bir Ermeni devleti kuramamış, yani her zaman söz konusu bölgelerde hakimiyet kuran devletlere tabi olarak yaşamışlardır.

Ermenilerin Ermenistan iddiaları, kimi zaman “coğrafi bölge” olarak kendine tartışma zemini bulmuş olsa da, hiçbir zaman tarihi gerçek olamamış ve mesnetsiz kalmıştır.

Tarih boyu Ermeniler, özellikle de Bizans İmparatorluğunun Anadolu’ya hakim olduğu dönemde, dini çekişmelerin ve çeşitli entrikaların sonucu zulüm görmüş, sürülmüş ve hatta toplu katliamlara maruz kalmışlardır. Zamanla bölgede Türkler, özellikle de Selçuklular etkinliğini artırmış, İmparatorluğu döneminde ise Osmanlı, Bizans İmparatorluğunu yıkarak söz konusu bölgede hakimiyeti ele almıştır. Bu dönem aynı zamanda Ermenilerin tarih boyunca kavuştukları en rahat dönemin başlangıcı olmuştur.


TARİHTE TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ

Osmanlı İmparatorluğu Öncesi Türk-Ermeni İlişkileri

M.Ö. 2000-800 yılları arasında doğuda İdil (Volga), batıda Karpat Dağları, güneyde Kafkas Sıradağları ve Tuna-Ağzı’na kadar Karadeniz arasındaki topraklarda “Proto (ilk)-Türkler’in batı kolunu oluşturan Kimmerlerin yaşadıkları bilinmektedir.

Prof.Dr. A. Zeki V. TOGAN, Türk ve İran destanları ile (550 yılında biten) Bizans kronikçisi Prokopius’un eserlerine dayanarak, Kimmerlerin “Hazarlar ile Bulgarların ataları”(yani Doğu-Avrupa Kıpçakları) olduğunu tespit etmiştir.

Kimmerler, M.Ö.820 yılından itibaren, kendi soylarından olan İskit (Saka)’lerin doğudan akın ederek, onları sıkıştırmaları sonucunda batıda Balkan yarımadası ve Orta-Avrupa’ya, doğuda ise, Kafkaslardan geçerek, Anadolu’ya yayılmışlardır. 

Hatta, Urartu Kıralı I.Rusa / Ursa(735-713)’nın, M.Ö. 714 yılında Kimmerler’in doğu kolunun Sakaların saldırılarından kaçarak, Kür nehri başlarında kendileriyle çarpışarak büyük zafer kazanmalarının ardından yenilgiyi hazmedemeyip intihar ettiği de bilinmektedir.

Bölgede gittikçe ilerleyen Kimmerler, Kızılırmak boylarına yerleşip, M.Ö.676-675 yılında Frigya Devletini yıkabilecek güçte olduklarını göstermişlerdir.

Bir başka Türk kavimi olan Sakalar’ın Anadolu’ya gelişi ise M.Ö. VII.yy’a rastlamaktadır. Sakalar Urartu ülkesine doğudan geçmişlerdir.

Asur kıralı Asarhadon’un (680-669), sınırlarına dayanan Sakalarla baş edemeyeceğini anlayınca, Hükümdarları Bartatau (Herodot’taki “Protothias”) ile kızını evlendirdiği söylenmektedir. Bu sıralarda Sakalar, kuzey Kafkasya’dan gelen göçlerle gücüne güç katmış, böylece Anadolu ve Batı-İran’daki Medyalılar’a da hakim olmuşlardı.

Kimmerler ve Sakaların Anadolu’ya yerleşme tarihleri gösteriyor ki, M.Ö. VI.yy ‘dan itibaren bölgeye yerleşmeye başlayan Ermeniler, gelişlerinde Anadolu’da yerleşik Türk kavimleri ile karşılaşmışlardır.

Bir diğer Türk topluluğu olan Hazarlarla Ermenilerin ilişkileri ise VII.yy’ın sonlarına rastlamaktadır. Bilindiği gibi, Hazar Türklerinin, VI.yy’dan itibaren Ortadoğu’da çok önemli girişimleri olmuştur. Batıda yaşayan Türklerin zamanla gerilemesiyle Hazar Türkleri VII.yy’ın en önemli Türk toplumu konumuna gelmiştir. 

Nitekim, Hazar Türkleri VI. ve VII.yy’larda Arapların Kafkasya’ya yaptıkları saldırılara karşı koyan ve Arapların egemenliği altındaki Doğu Anadolu’da uzun süre varlık gösterebilen ilk Türk devleti olarak da bilinmektedir.

Yönetimleri altındaki topluluklara uyguladıkları hoşgörülü politikaları sonucunda Hazar Türkleri dört asır boyunca Hazar Denizi’nden Dniepr Havzası’na, Kafkasya Dağları’ndan merkezi Rusya ormanlarına kadar olan geniş bir alanda büyük bir devlet kurmuşlardı. Kurmuş oldukları bu devlette sağladıkları iç barış ve istikrar stratejisi ve de din konusundaki sonsuz hoşgörüleri ülkenin savunma sisteminin temelini oluşturmuştur.

Hazar İmparatorluğu aynı zamanda “Orta Çağ” ticaretinin temel ülkesi olma özelliğini de taşımıştır. Şöyle ki, bu dönemde Bizans’ın, İpek ve Baharat yoluna nüfus etmesini Hazar Türkleri sağlamıştır. 

Bu nedenle Bizans’ın Hazar Türklerine verdiği önem çok büyük olmuştur. Hatta, Bizans’ın verdiği bu önem o kadar büyüktü ki, Bizans Devlet Kançılaryasının, Hazar İmparatorluğuna gönderdiği mektuplara ilişik olan altın mühürler Bazileüs’ün Papalığı ve Batının Hıristiyan Devletlerine gönderdiği mühürlerden daha ağır olurdu ve Kagan’a “Ulu Kagan” diye hitap edilirdi. Ayrıca, Bizans İmparatorlarının yabancı prenses olarak yalnız Hazar prensesleri ile evlenebildikleri ve Bazileüs’ün muhafız alaylarından birinin her zaman Hazar Türklerinden oluştuğu da bilinmektedir.

Hazar Türkleri 683-686 yıllarında Kafkasya’yı aşarak, Anadolu’ya girmiş ve buradaki Ermeni prenslikleri üzerinde hakimiyet kurmuştur. 

693-730 yılları arasında ise Hazarların yine Doğu Anadolu’nun Van yöresinde hareketliliği artırdığını ve burada hakimiyet kurmuş Araplarla savaştıklarını görüyoruz.

Hazarların 731, 758, 760, 764 ve 799 yıllarında Alenleri, Gureuleri yendikleri ve o sürede Arapların hakimiyeti altında olan kimi Ermeni derebeyliklerini zaptederek, Gantzak (Elizabethpol) ve Tiflis’i aldıkları bir çok tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır (Tabari, İbn el Athir, Beladhori, Yakubi, Theophanos). 

Araplar Ermeni topluluklarını da yanına alarak, 711’den 818’e kadar Hazarlarla savaşmışlardır. Daha sonra bu bölgelerde Abbasilerin hüküm sürdüğünü ve bunun X.yy’ın sonuna kadar devam ettiğini, bu tarihten itibaren ise, Bizans’ın Anadolu’nun tamamına yeniden hakim olduğunu görüyoruz.

Bizans İmparatoru Vasil II, hayatının son yıllarını Kafkasya’da geçirmiştir. 990-1020 yıllarında, Ermeni Bağratuni hanedanından Gadik I’in ölümü ve Batı Kafkasya’da karışıkların çıkması ile Bizans bu fırsatı değerlendirmek için harekete geçmiş ve Gürcistan’ın bir kısmının da dahil olduğu bu bölgeyi hakimiyeti altına almıştır. Ermeni Ani hanedanlığı ise hayatı boyu Gadik’in oğlu İonnas Smbat’a kalmış ve onun da ölümüyle tümüyle Bizans İmparatorluğuna katılmıştır.

Ermeni topluluklarının sıkı ilişkiler içinde olduğu bir diğer Türk toplumu ise Türkmenler (Müslüman Oğuzlar) ve Selçuklu Türkleri olmuştur. İlk olarak Selçuklu-Ermeni ilişkileri, Sultan Alparslan’ın babası Çağrı Bey’in henüz Selçuklu Devleti kurulmadan Doğu Anadolu’ya yaptığı bir keşif seferi ile başlamıştır (1015-1021). Bu yıllarda Çağrı Bey üç bin kişilik atlı kuvvetleri ile Maveraünnehr’den Horasan ve Azerbaycan yoluyla Doğu Anadolu’ya ulaşmış, Van Gölü bölgesindeki Ermeni kavimlerinin yaşadığı Vaspurakan’a girmiştir. Ermeniler Çağrı Beyin bu seferi sırasında, özellikle Ermeni kaynaklarına göre, “Mızrak, ok ve yaylardan oluşan silahları çekili, beli kemerli, uzun ve örülü saçlı, rüzgar gibi uçan Türk atlıları” karşısında korku ve dehşete kapılmışlardı.

Bu bölgelere Selçuklu Türklerinin akını Aristages’e göre 1016’da, Urfalı Mateos’a göre ise 1018’de başlamıştır. Mateos’un kendi yazıtlarında Ermeni milliyetçiliğinin ağır bastığını görmekteyiz ve Selçuklu Türklerinin Doğu Anadolu fetihlerini korkmuş bir dille şöyle anlatıyor:

“ Hıristiyanların başına korkunç bir ejderha musallat oldu. Allah’ın (Hz. İsa’nın) kutsal önerileri gerçekleşiyordu. Ejderhanın ateş püsküren nefesi yakıcı bir alevle geldi. Bu devirde Türk denilen vahşi millet toplandı (bir araya geldi), Vaspuragan’a girdi. Hıristiyanları kılıçtan geçirdiler. O zamana kadar Ermeniler hiç Türk süvarisi görmemiştiler.”

Diğer bir Ermeni tarihçi Aşoghik ise tam tersine, “Ermeniler Bizans’a olan düşmanlıkları nedeniyle Türklerin Anadolu fetihlerine sevinmişler, hatta Türklere yardım etmişlerdir” der.

24 Mayıs 1040 Dandanakan Zaferi sonrasında kurulan Selçuklu Devleti, özellikle 1043 yılından itibaren batı istikametinde fetihlere başlamıştır. Bu döneme kadar Bizans İmparatoru II. Basileios’un, sık sık isyan eden Ermeni ve Gürcü vasal krallıklarının yönetimlerini doğrudan Merkeze bağlaması ve bölgede yaşayan Ermeni nüfusunu Orta Anadolu’ya tehciri sonucunda artık Doğu Anadolu’da herhangi bir Ermeni ve Gürcü siyasi teşekkülü kalmamıştı.

Selçuklu Türklerinin bu bölgelere seferleri öyle bir zamana rastlamaktadır ki, Bizans İmparatoru IV.Konstantinos Monomakhos Ermenilere son derece ağır vergiler yüklemiş ve pek çok Ermeni ileri geleni ülkenin değişik yerlerine sürülmüştü.

1046-1048 yıllarında Bizans İmparatorluğu tarafından, Kars ve Van Gölü bölgesindeki Ermeni hanedanın geri kalan soyları adeta yok edilmiş, mal ve mülklerine el konulmuştu. 

İşte bu dönemde, 1047-1048 yılında Selçuklu Veliahdı Hasan, Van Gölü bölgesine akınlara başlamıştır. Azerbaycan Genel Valiliği’ne atanan İbrahim Yınal, Tuğrul Bey’den aldığı buyruk üzerine, Kutalmış ile birlikte harekete geçerek Eylül 1048’de Pasin Ovası’nda Liparit, Aaron ve Katakalon komutasındaki Bizans Ordusu’nu bozguna uğratmıştır.

1067 Mayısında Bizans İmparatoru Konstantin Dukas’ın ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Romanos VI.Diagenes, Selçuklulara karşı savaşmak için Peçenek, Oğuz, Norman, Frank, Ermeni, Slav, Bulgar, Alman, Hazar ve Gürcülerden oluşan paralı ordu toplamıştır.

Ermenilere karşı büyük nefret besleyen VI. Diogenes Malazgirt’e doğru yola çıkmadan önce harpten döndükten sonra Ermeni mezhebini ortadan kaldıracağına yemin etmiştir. Diogenes komutasındaki Bizans ordusu 26 Ağustos 1071 tarihinde Sultan Alparslan’ın ordusuna saldırmış, ancak darmadağın edilmiştir. İmparatoru esir alan Alparslan barış imzalayarak Diogenes’i tahtına dönmesi için törenle İstanbul’a uğurlamıştır.

Uzun yıllar Bizans hakimiyeti altında yaşamış olan Ermenilere Bizanslıların nasıl kötü davrandıkları konusunu Urfalı Mateos, o dönemde yaşayanların dilinden sık sık aktarmıştır .

Urfalı Mateos, kimi zamanlar Selçuklu Türklerinin Ermeniler başta olmakla hakimiyeti altındaki gayrimüslimlere gösterdiği hoşgörüden de bahsetmiştir: 

“ 539 (27 Şubat 1090- 26 Şubat 1091) tarihinde Ermeni Katogikosu Barseg, cihangir sultan Melikşah’ın yanına gitti. Katogikos bazı yerlerde Hıristiyanların baskı altında tutulduğunu , Allah’ın kiliseleri ile ruhanilerden vergi istenildiğini ve manastırlarda piskoposların vergi için baskı altında tutulduğunu görüp, İranlıların ve bütün Hıristiyanların alicenap ve tatlı sultanının huzuruna gidip, bütün bunları ona arz etmeye karar verdi. Sultan, senyor Barseg’i huzura kabul edip, ona büyük iltifat gösterdi ve onun isteklerini yerine getirdi ve iltifatla uğurladı”.

Ayrıca, Selçuklu Devletinin Danişmendili Beyliği hükümdarı Gümüştekin Ahmet Gazi’nin Ermeni nüfusuna yapmış olduğu iyilikleri de Ermeni tarihçileri her zaman öve öve anlatmışlardır. 

Urfalı Mateos, Süryani Mihail, Ebu’l-Faraç v.s. gibi Ermeni ve Süryani kaynaklarına göre Ahmet Gazi Sivas ve Ermenilere zulmü ile ünlü Gabriel’in hakimiyetindeki Malatya’yı fethederken zulüm altında inleyen halka yiyecek maddeleriyle giysi ve tarım aletleri dağıtmış, hapishane ve zindanlara atılmış olan çok sayıda insanın salıverilmesi hususunda buyruk çıkartmış ve böylece bu şehirlerin halkının refah ve mutluluğunu sağlamada pek çok çabalar göstermiştir. Hatta Ermeni nüfusuna yapmış olduğu iyilikler Urfalı Mateos’u o kadar etkilemiştir ki, 1105’te Ahmet Gazinin ölümü üzerine Vekayiname’sinde şöyle der:

“Ahmet Gazi iyi bir insan, memleketi imar edici, Hıristiyanlara karşı çok merhametli bir zattı. Tabiiyetinde bulunan Hıristiyanlar onun ölümü dolayısıyla büyük matem tuttular.”

Ermeni tarihçi Mateos’un bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Selçuklu Türkleri, Ermeni ve diğer gayrimüslim halka Bizanslıların göstermediği hoşgörüyü göstermiş, onların dinlerini ve hak ve özgürlüklerini temin etmiştir.

Yalnız, şu da bir gerçektir ki, Türk medeniyetine, milletine ve devletine zaman zaman suçlamalarda bulunanların en temel dayanağı yine Urfalı Mateos Vekayinamesi olmuştur.

Türkler, Malazgirt Savaşından sonra Toroslar’daki Hıristiyan Prenslikleri ile, özellikle de Ermenilerle iyi ilişkiler içerisinde olup, onları himaye etmiştir.

Örneğin, Malazgirt’ten sonra Ermeniler genellikle Bizanslıların boşalttıkları kalelere yerleştirilmiştir. Ermenilerin Türklerle yakınlaşması Bizanslılar tarafından Hıristiyanlığa karşı ihanet olarak değerlendirilmiş ve Bizans tarihçileri uzun uzun bu yeni Ermeni “ihanetini” yazmışlardır. 

Gerçekten de, Malazgirt savaşı sonrası (26 Ağustos 1071) Anadolu’da Bizanslıların hakimiyetinin süratle çökmesiyle Ermenilerin bu fırsattan faydalanarak Fırat ırmağı kıyıları, Malatya, Gaziantep, Urfa ve Çukurova’daki, Bizans’a ait yerleşim bölgelerinde küçük prenslikler kurarak buralarda nüfusça çoğalmaya başladıkları bilinmektedir.

Türklerin Anadolu fetihlerini Ermenilerle ilişkilendirmek yanlış olurdu. Türklerin bu fetihlerinin kendine özgü nedenleri olmuştur. Ancak, yine de Bizans’ın zulmünden kaçan bir çok Ermeni kavimlerinin Türklerin Anadolu’ya girmesini istemiş oldukları ve kimi zaman da onların ilerlemelerine yardımcı oldukları düşünülebilir.

Türklerin Anadolu’ya girmelerine sevinenlerin başında Ani Prensi gelmekte idi. O dönemler Gadik, Bizans İmparatorluğu’na bağlı Kayseri ve etrafında yaşamakta idi. Greklerden o kadar nefret ediyormuş ki, eline fırsat geçer geçmez Kayseri Rum Patriğini öldürttüğü ve Türklerin safına geçtiği söyleniyor.

Türklerin Ermenilerle ilişkileri Sultan Kılıçarslan (1086-1107) zamanında da çok iyi düzeylerde olmuştur. O dönemlerde Anadolu’ya yaklaşık bir milyonu aşan ordusu ile Haçlı seferleri düzenleniyordu ve bu seferler Anadolu Türklerini çok sarsmıştı.

Bu sıralar Bizans’ın, Türklere karşı taarruza geçtiği ve onları Orta Anadolu’ya çekilmek zorunda bıraktığı ve ilerledikçe de inanılmaz zulümler yaptıkları bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen Kılıçarslan, Danişmend ve diğer Türk Beyleri Haçlılara karşı ciddi direnişler göstermiştir.

Mateos, Kılıç Arslan’ın Çavlı ile giriştiği savaşta öldüğünü (13 Haziran 1107) belirterek, “ Sultanın ölümü sebebiyle Hıristiyanlar büyük matem tuttular, çünkü o, her bakımdan iyi ve tatlı bir zat idi.” diye zikreder.

XII.yy’ın ortalarında Anadolu’da Ermeni baronlarının Bizans’a karşı direnişler gösterdiği bilinmektedir. Özellikle, Sultan II. Mes’ud devrinde (1144- 1169) Kilikya’da önemli zaferler elde etmiş Ermeni Baron II. Thoros, Bazileüs, Manuel Komnenos’un Çukurova’ya gönderdiği orduyu da darmadağın ederek Anazerba, Misis(Mamistra), Adana ve Tarsus’u hakimiyeti altına almış ve Selçuklu topraklarına da saldırmaya başlamıştı. Bunun üzerine Sultan Mes’ud 1155’te daha önceleri de Türklere ait olan Kilikya’yı Selçuklu hakimiyeti altına almak için harekete geçmiştir.

Gerard DEDEYAN, 1980’de Paris’te yayınlanan “Sempad’a Atfedilen Kronik”te bu olayı, Papaz Gregor Zeyli’nin dilinden şöyle anlatmıştır: “Çatışmadan önce Sultan, Baron Thoros’a haber yolladı: ‘Senin memleketini tahrip etmeye gelmedim, eğer sen, bize tabiiyetini bildirirsen, dostumuz ve evladımız olarak yine eski yönetiminde kalırsın’

Bunun üzerine Thoros, elçi göndererek Sultana şu cevabı verdi:
‘Biz hükümdar olarak Sizlere gönül rızasıyla itâat edip tâbi oluyoruz; çünkü Siz, bizim gelişip yükselmemize hiçbir zaman engel olmadınız ve yurtlarımızı yakıp yıkmadınız’

Sultan bu cevabı alınca Thoros’u rahat bıraktı, onunla bir dostluk anlaşması imzaladı ve ülkesine döndü, kimseye kötülük etmedi.”

Ermenilerin kendi tarihçilerinin bu yazdıklarından açıkça görülüyor ki, Ermeniler tarihlerinde gerçek zulmü Hıristiyan Bizanslılardan görmüş olup, Türkler bir nevi onlar için kurtarıcı rolünü oynamıştır.

Türkler, Ermenilerle Süleyman Şah döneminde de (1196-1205) iyi ilişkiler içinde olmuştur. Süleyman Şah’ın tabiiyetini kabul eden II. Levon’un (1187- 1219) Şahın adına paralar bastırması bunun kanıtıdır.

Ancak kimi zamanlar II. Levon yönetimindeki Ermeni birliklerinin Anadolu Suriye kervan yolunu tahrip ettikleri bilinmektedir. 

Hatta böyle bir olay üzerine, 1208-1209 yıllarında I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1205-1211), Eyyubileri de yanına alarak II. Levon’un üzerine yürümüş ve ordusunu darmadağın etmiştir. II. Levon, canının bağışlanması üzerine Selçuklu Sultanı adına yine paralar bastırmıştır. Ancak kurnazlığı ile tanınan II. Levon, bütün bunlara rağmen, fırsat bulur bulmaz topraklarını genişletmek için zaman zaman Türk topraklarına yine saldırmaya devam etmiştir. Bu saldırılar İzzettin Keykavus döneminde (1211-1220) ciddi boyutlara varmıştır. 

O zamanlar I. Keykavus kardeşi Keykubat ile iktidar mücadelesine girişmişti. Bunu fırsat bilen II. Levon Selçuklu kalelerini fethetmeye başlamıştı. Bunun üzerine, I. Keykavus, 1216’da Ermeni Baronu II. Levon’a karşı karadan ve Antalya sahillerinden hücum ederek, onu ağır yenilgiye uğratmış ve ceza olarak da ağır haraca bağlamıştır.

Bu olayın ardından, aynı yıl Ermenilere karşı Maraş tarafından da sefer düzenlenerek, kuvvetleri büyük bir bozguna uğratılmıştır. Bu saldırılarda Ermeni “Büyük Baronu” olarak da bilinen Kundestabl (Connetable) Konstantin, Baron Oşin, Baron Vasil ve diğer Ermeni ileri gelenlerinin, şövalyeleri ile birlikte esir edilerek, Keban önlerinde bulunan Sultan’ın huzuruna götürüldükleri bilinmektedir.

Moğolların Anadolu’nun hakimiyetini ele aldığı dönemde I. Hetum (1226- 1269) kardeşi Simpat’ı Moğol Hanı Güyük Hanın huzuruna göndermiş (1247) ve onun tabiiyetine geçmek isteğini bildirmiş ve bunun sonucunda Moğol Hanı Simpat’la, Kilikya’nın Ermeni Baronluğu olduğunu tanıyan bir sözleşme imzalamıştır. 

Bu görüşmede Simpat Güyük Handan, vaktiyle II. Levon’un hakimiyetinde olmuş ve Alaaddin Keykubad (1220-1237) tarafından fethedilmiş olan kale ve şehirlerin tekrar kendilerine kazandırılması ve Ermenilerin, manastırların ve Hıristiyanların vergiden muaf tutulması hususunda söz almıştır.

Kilikya Baronluğunu kurarak Moğollarla ittifak kurmanın avantajını bir süre kullanan Ermeniler, Moğolların 3 Eylül 1260’taki Ayn Calut mağlubiyetinden ve Yakın Doğu’ya yeni bir Türk devletinin  - Memlûklerin egemen olmasından sonra bunu bedelini ağır ödemiştir.

1262 yılında Memlûk Sultanı Baybars (1260-1277) ordusuna Çukurova’ya akın etmesi için emir vermiş ve 1266’da Sis, Misis, Adana ve Tarsus bölgelerini yağmalanmış, ele geçirilen ganimetler ve I.Hetum’un oğlu Levon’un da aralarında bulunduğu yaklaşık 40.000 esir ile geri dönülmüştü.

Kilikya Ermeni Baronluğu Memlûklere karşı uğradıkları bu yenilgiden sonra bir daha toparlanamamış ve siyasi mücadelede bundan böyle pasif kalmıştır.

Yalnız, Kilikya Baronluğu’nun son bulduğu, 14.yy’ın sonlarına kadar olan zaman zarfında Ermenilerin, Türk hükümranlığına karşı başkaldırıları zayıf da olsa devam etmiş, fakat bu teşebbüsleri Memlûklar tarafından yapılan cezalandırma seferleri sonucu amaçlarına ulaşmamıştır. Bu başkaldırıların sonuncusu 1373 yılında Kilikya tahtına çıkan VI. Levon zamanında olmuştur.

1375 yılında Memlûklar saldırıya geçerek Sis kentini ele geçirmiş kralı esir alarak Mısır’a götürmüş ve böylece Kilikya Ermeni Baronluğu son bulmuştu.

Kilikya Ermeni Baronluğunun tarih sahnesinden silinmesinin arkasında yatan sebep, genişleme politikası izleyen II. Levon zamanından itibaren Selçuklu Devletine karşı yapılan başkaldırılar olmuştur ki, bu başkaldırılar da Moğollarla yapılan işbirliği sonucu ortaya çıkmıştır.

Oysa Selçuklu Devletinin Hakimiyeti altında yaşayan Ermenilerin
durumuna bakıldığında, belki de o zamana kadar hiç görmedikleri hoşgörü ile yönetildikleri anlaşılmaktadır. Daha önceleri değindiğimiz, Ermeni tarihçilerinin ifadeleri de bunları kanıtlar niteliktedir.

Nitekim, Ermeniler Anadolu’daki kilisesinin hiyerarşisini devam ettirme imkanını ancak Türk Hükümranlıkları zamanı bulmuş, Kayseri, Malatya, Sivas ve Niksar’da Ermeni piskoposlarının önderliğinde kilise toplantıları tertiplenmiş ve zaman zaman da sultanlardan yardım görmüşlerdir. Ayrıca Ermenilerin ta Selçuklular zamanından ülkenin çeşitli önemli kademelerinde görev aldıkları da bilinmektedir. 

Örneğin, Sinop donanmasının başına Hayton adında bir Ermeni reis tayin edilebilmiştir. Yine Moğollar Anadolu’yu işgal ettikleri dönemde Kayseri’de Hacuk oğlu Hüsam adlı bir Ermeni iğdişbaşı olarak görev yapmaktaydı.

Netice itibariyle söyleyebiliriz ki, Anadolu’ya Selçuklu Devletinin hakim olmasından sonra diğer gayrimüslimler gibi Ermeniler de Bizans’ın baskı ve zulmünden kurtulmuş ve tam bir inanç hürriyetinin mevcut olduğu bu dönemde siyasi ve iktisadi müsamahanın yanında dini inançlarının gereklerini de rahat bir şekilde yerine getirebilmişlerdir. 

Aynı zamanda Anadolu’da kurulu düzenin oluşturulmasından sonra yerli Hıristiyanlara yönelik olarak Anadolu Selçuklu Devletinin gerçekleştirdiği tek bir kovuşturma hadisesi görülmemiştir. Bu da demektir ki, onlar yeni hakimlerin idaresinden daima memnun kalmış ve Türklerden kurtulmak için Avrupalılardan yardım istemek ihtiyacı hissetmemişlerdir.


Sentyar HÜSEYİNOV (doktora tezi - 2004)
Tez Danışmanı: Prof.Dr.Sina AKŞİN
scribd link


İÇİNDEKİLER:
1.1. Osmanlı İmparatorluğu Öncesi Türk-Ermeni İlişkileri
1.2.2. 1839 Tanzimat Fermanında Gayrimüslimlerin Durumu
1.2.3. 1856- Islahat Fermanında Gayrimüslimlerin Durumu
2.1. Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında Rusya’nın Rolü
2.2. Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında İngiltere’nin Rolü
2.3. Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında Fransa’nın Rolü
2.4. Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında ABD’nin Rolü
2.5. Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında Ermeni Kilisesinin Rolü
2.6.1. Armenekan Komitesi
2.6.2. Hınçak Komitesi
2.6.3. Taşnaksutyun Komitesi
2.6.4. Ramgavar
2.6.5. ASALA (Armenian Secret Armytor Liberation of Armenia)
3.1.1. Erzurum İsyanı
3.1.2. Kumkapı Gösterisi
3.1.3. Merzifon, Kayseri ve Yozgat Olayları
3.1.4. Birinci Sasun İsyanı
3.1.5. Bâb-ı Ali Gösterisi
3.1.6. Zeytun İsyanı
3.1.7. Van İsyanı
3.1.8. Osmanlı Bankası’na Yapılan Saldırı
3.1.9. İkinci Sasun İsyanı
3.1.10. Yıldız Bombası
3.1.11. Adana İsyanı
3.2.1. Zeytun (Süleymanlı) Olayları
3.2.2. Bitlis Olayları
3.2.3. Erzurum Olayları
3.2.4. II.Van İsyanı
3.2.5. Muş Olayları
3.2.6. Diyarbakır Olayları
3.2.7. Sivas Olayları
3.2.8. Musa Dağı Olayları
3.3.1. Tehcir Öncesinde Alınan Tedbirler
3.3.2. Tehcir Uygulamasının Nedenleri
3.3.3. Tehcir Kanunu
3.4.1. Türk Diplomatları ve Devlet Adamlarına Yapılan Suikastlar



____________